02 Kasım 2022

Kemer Country Çevik Kuvvet’le tanışınca…

Toplumu sağaltacak, normalleştirecek, sükûna kavuşturacak, ortak yaşam umudu sağlayacak tek ilaç, farklı toplumsal kesimlerin bu kötücül iktidara, bu vahim gidişata karşı birleşmelerinden, ortaklaşmalarından geçiyor. Hepsi devletin/iktidarın sopasını yemiş olanların birbirlerini sopalamak yerine birleşip iktidara karşı mücadele etmelerinden başka çözüm yok

Her yerde, her kesimden, her konuda direniş manzaralarına alışmış; protestocularla polis arasında itiş kakışın, polisin direnişçilere, göstericilere saldırmasının, halka Çevik Kuvvet müdahalesinin gündelik olay olduğu ülkemizde, adı artık Kemerköy olan Kemer Country sakinlerinin yeşil alanlarına çökülmesine karşı direnmeleri haber değeri taşıyordu.

30 yıl kadar önce şehrin merkezine uzak, yeşillikler arasında, bahçeli havuzlu, villalar sitesi, o dönemde İstanbul burjuvazisinin prestijli mekânıydı. Evleri satın alanlar ortak yeşil alanları da birlikte satın almışlar, ortak yönetim planına şimdi çökülen yeşil alanları da kaydettirmişlerdi. Zaman içinde, site sakinlerinin emek ve çabalarıyla daha da yeşillenen, ağaçlanan bu alana, yapılaşma izni olmadığı ve Kemerköylülerin açtıkları davalar sonucunda, imar planında yeşil alan olarak tasdik edildiği halde Demirören grubu, bir sürü şaibeli ilişki, yolsuzluk, hukuksuzluk sonucunda çökmüş durumda. Hikâye uzun. Meraklıları Göktürk Yeşil Kalsın Girişimi’nin “Yeşil alanlarımıza çökenlere geçit vermeyeceğiz” açıklamalarına bakabilirler.

Kemerköylüler direnişte

Bugün üçüncü gün. Kemerköy sâkinleri yeşil alanlarını korumak için üç günden beri eylemdeler. Karşılarında ise tam teçhizatlı Çevik Kuvvet var. Direnişe ve mahkemelerden alınan yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen buldozerler alana girmiş, kazıya başlamış durumda. “Yürütmeyi durdurma  kararı var, buldozerleri çekin” diye bağıranlar, iş makinelerini durdurmaya, polisi ikna etmeye çalışanlar itilip kakılıyor, fenalaşanlar, yere düşenler oluyor. Bildik sahneler… “Bizi koruması gereken polis iş makinelerini koruyor” diyor biri, bir diğeri “Çevik Kuvvet inşaat yapmaya soyunmuş” diyor. Girişim sözcüleri medyaya açıklama yapıyorlar. “Haklarımızı koruması gerekenler bu hukuksuz süreçte bizim karşımızda yer alıyorlar. Biz yeşilimiz için hukuksuzluğa karşı direniyoruz” demeye çalışıyorlar.

Bu sahneleri, gecekondu yıkımlarından, kentsel dönüşüm diye evlerinden yerlerinden zorla, polis gücüyle yaka paça çıkarılanlardan, ülkenin dört bir yanında çevre için direnenlerden, işçi eylemlerinden, gençlerin protestolarından, hak eylemlerinden hatırlıyoruz: Bir yanda halk, karşısında polis, jandarma, emniyet güçleri… Ve işte bakın; şimdi Kemerköylüler, hâli vakti yerinde, eylemde bile özenli, şık giyimli, seçkin görünümlü insanlar var polisin karşısında. Haksızlığa, hukuksuzluğa, iktidar destekli çökme operasyonuna itiraz ediyor, yeşil alanlarını korumaya çalışıyorlar.

Hepsi için konuşup da haksızlık etmeyeyim, (aralarında hepimizden daha eylemci, daha atılgan, daha vicdanlı sivil toplumcular olduğunu biliyorum) ama gençlerin, öğrencilerin protestolarını, işçilerin direnişlerini, çevrecilerin uzun soluklu eylemlerini çoğu uzaktan vahvahlanarak seyretmiş, polis saldırısı, itiş kakış olduğunda huzuru bozuyorlar diye hoşnutsuzluk göstermiş insanlar şimdi hakları için direnirken Çevik Kuvvetler’le, devletle, iktidarla karşı karşıya gelmiş durumdalar.

İnsanlar haksızlığa kendileri maruz kaldıklarında, haksızlığı derilerinde hissettiklerinde bilenirler, daha kolay ve sağlam bilinçlenirler. Kendilerinin uğradıkları haksızlık hukuksuzluk üzerinden başkalarının uğradıkları haksızlıkları daha iyi kavrarlar.

Bir gün herkes iktidarın sopasını tadacaktır

Geçenlerde, toplumdaki derin kutuplaşmaya karşı ortak yaşamı örme arayışları çerçevesinde TÜSES’in düzenlediği bir sempozyumda, konuşmacılar son yüzyılda ülkemizdeki etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, sınıfsal bütün kesimlerin şu veya bu dönemde devletin/iktidarın sillesini yediklerine dikkat çektiler. Özellikle DEVA partisi sözcüsünün Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde yatmış binlerce, onbinlerce mahkûm arasından: Necip Fazıl, Nazım Hikmet, İskilipli Atıf Hoca, Deniz Gezmiş,  Muhsin Yazıcıoğlu, Yılmaz Güney, Talat Aydemir, Bülent Ecevit, Leyla Zana, Yaşar Kemal gibi adları okuyarak, mağduriyetlerin ideoloji, etnik kimlik, dinsel inanç, siyasî aidiyet tanımayan ortaklığına yaptığı vurgu düşündürücüydü.

Bu ülkede hemen her kesim şu veya bu dönemde, şu veya bu iktidarın sopasını tatmış, devlet şiddetinden nasibini almıştır. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Sünnî Müslümanlar, komünistler, muhalif liberaller; her daim Alevîler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, diğer azınlıklar, her dönemde demokratlar, barışçılar, solcular, farklı cinsel yönelimler, mezarlık kapılarına yazılan o umutsuz ve tehditkâr “Her fanî bir gün ölümü tadacaktır” gibisinden, her toplumsal kesim sopa yemiştir.

En az sopa yemiş olanlar; her dönemde iktidara yaklaşıp iktidarın desteğinden yararlanma olanaklarına sahip, çoğunlukla da devletin ve iktidarın yanında yer alan  burjuvazi, büyük sermaye sahipleri, varlıklı sınıflar olmuştur. Ancak…AKP iktidarının yandaş sermayeyi hak hukuk, hatta iktisat dışı yöntemlerle besleme, kayırma, semirtme ve onlardan hem ekonomik hem de siyasal olarak nemâlanma siyaseti artık “tuzu kuru” kesimleri de huzursuz etmeye başlamış görünüyor.

Kemerköy sâkinlerinin yeşil alanları için direnişleri anlatmaya çalıştığım durumun bire bir örneği değil belki, ama bir psikolojiyi iyi örnekliyor. Daha önce karşılarında bu türden eylemcileri görmeye alışkın olmayan polisler kısa bir duraksamadan sonra, aldıkları emir doğrultusunda bildikleri yöntemleri uygulamaktan çekinmiyorlar. Tam sopa yemek demeyelim ama hakları için mücadele veren “seçkinler” itilip kakılmayı, polis barikatıyla karşılaşmayı, mahkeme kararlarının bile tanınmadığı hukuksuzluğu tadıyorlar. Ve de izlediğim kadarıyla direniş sürdükçe bileniyorlar, vazgeçmiyorlar, “Haklıyız, güçlüyüz” diyerek seslerini yükseltiyorlar.

İktidarın sopasını yiyenler, birleşin!

İktidarca körüklenen ve derinleştirilen kutuplaşma toplumsal dokuyu çözüyor, kin ve nefret duyguları vicdanı, hoşgörüyü, “biz” duygusunu törpülüyor. Sıradan insanın, sokaktaki adamın saldırganlığı, hayvanlara, insanlara yönelen zulüm, kadınları hedef alan cinayetler, farklı olana karşı nefret, gaddarlık artıyor.

Toplumu sağaltacak, normalleştirecek, sükûna kavuşturacak, ortak yaşam umudu sağlayacak tek ilaç, farklı toplumsal kesimlerin bu kötücül iktidara, bu vahim gidişata karşı birleşmelerinden, ortaklaşmalarından geçiyor. Hepsi devletin/iktidarın sopasını yemiş olanların birbirlerini sopalamak yerine birleşip iktidara karşı mücadele etmelerinden başka çözüm yok.

“Beni sokmayan yılan bin yaşasın” zihniyeti dayak yemeyi engellemiyor. Muktedirler bu zihniyeti yaygınlaştırarak toplumsal kesimlerin arasına kama sokup iktidarlarını sürdürürler. Ne var ki, dayak yiyen toplumsal kesimler yaygınlaştıkça, haksızlığın hukuksuzluğun karşısında direniş de güçlenir. Bütün mesele mağdurların ortaklaşabilmesi ve tek cephede buluşmaları.

Bunun hem gerekliliği hem de olanakları bugün her zamankinden daha fazla. İş ki gecikmeden birleşelim, iş ki Kemerköy hak direnişi ile Kazdağları, İkizdere, daha onlarca çevre direnişi, EYT’lilerle öğretmenlerin direnişi, işçilerle öğrencilerin, tarım üreticileriyle Kürt halkının hak mücadelesi, Alevîlerle muhafazakâr Müslümanların eski- yeni mağduriyetleri taraflarca anlaşılıp kabul edilebilsin.

Somutlaştırıp siyasî planda konuşacak olursak,- ama 6’lı Masa ama masaya oturtulmayanlar veya oturmayanlar- tüm muhalefetin durumun vahametinin bilincine vararak ortak cepheyi güçlendirmeleri; belayı atlatmak için ayrılıklarını değil birleştikleri noktaları öne çıkarmaları, topluma güçlü ve kararlı bir ortaklaşma imajı yansıtmaları gerekiyor. Üstelik gün geçirmeden.

Toplumsal muhalefet yaygınlaşıp güçlenirken siyasî muhalefet toparlayıcı olmakta, birliğini güçlendirmekte geri kalır, ayak sürürse yarın bütün muhalefet partileri yıkımın altında kalır. Kimsenin hata yapma hakkının ve lüksünün olmadığı günlerdeyiz.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır