11 Ekim 2022

Demokratik siyasete karşı şiddet, iki şiddet arasında bir HDP

İster devletten ister silahlı Kürt hareketinden gelsin hedef aynı: barış ve demokrasi

Bir ülkenin İçişleri Bakanı emrindeki emniyet güçlerine "ayaklarını kırın" komutu veriyor. Oysa görevi, vatandaşın kılına dokunana yasalar çerçevesinde hak ettiği cezanın verilmesini sağlamak. Bakanın görevi; kim olursa olsun ve kime yönelirse yönelsin ayak kırmaya, şiddet kullanmaya teşebbüs edenleri engelleyip yargıya teslim etmek. Bu zat, bir hukuk devletinde şiddeti teşvikten, kin ve nefret suçundan, yetkilerini kötüye kullanmaktan anında görevden alınırdı.

Bu tür emirleri yerine getirmek üzere eğitilmiş, öteki'ne şiddeti vatanseverlik bellemiş, iktidarın koruma kollaması altında pervasızlaşmış kadrolar önceki gün Yüksekova'da Bakan'ın talimatına ve kendi şiddet güdülerine uyarak iki milletvekilini: HDP Iğdır Milletvekili Habip Eksik ve HDP Hakkâri Milletvekili Sait Dede'yi darp ettiler, hem de talimata tam uyarak Eksik'in bacağını kırdılar. Hakkâri Valiliği, dokunulmazlığa sahip milletvekillerine yönelen devlet şiddetini hepimizle alay edercesine şöyle savundu: "Milletvekilleri, görevlilerimiz tarafından darp edildiklerine ve aşırı güç kullanıldığına dair algı oluşturmak amacıyla arbede esnasında kendilerini yere atmışlardır."

6'lı Masa kör, sağır, dilsiz mi?

Daha önce de muhalefet milletvekilleriyle Soylu'nun adamları arasında itiş kakışlar, başta HDP, muhalefete yönelik çeşitli saldırılar oldu. 6'lı Masa'da oturanlar kendi milletvekillerinin uğradıkları saldırılara karşı ses yükselttiler. Ama, HDP'lilerin, HDP milletvekillerinin uğradıkları saldırılar, haksız hukuksuz şiddet karşısında seslerini pek duymadık. Eh, ne de olsa onlar ötekilerin, Kürt siyasetinin milletvekilleri ve de su testisi su yolunda kırılır, değil mi?

Yüksekova'da, iki HDP milletvekilinin hastanelik olmasına yol açan devlet şiddeti, "acaba mı, ama onlar da, provokasyon gelinmiş, vb.,vb" türünden kıvırtmalara mahal bırakmayacak şekilde, apaçık ortada. 6'lı Masa partilerinden hiç gecikmeden güçlü bir ses çıkması gerekmiyor mu? Âdet yerini bulsun türünden cılız bir kınama değil, güçlü ve ortak bir ses: darp edilen milletvekillerinde kendilerinin muhtemel geleceğini gören, onlara sahip çıkmanın demokrasiye, hukuka, ülkenin bütünlüğüne sahip çıkmak olduğunu kavrayan bir ses. Başörtüsüne özgürlük, Kılıçdaroğlu'nun ABD seyahati, adaylık tartışmaları, vb. arasında kaybolup gitmeyecek gür bir ses. Bugüne kadar, HDP ve Kürt demokratik siyaseti üzerindeki baskılar karşısında lâl kalmanın utancını biraz olsun giderebilecek, Türkiye demokratik kamuoyuna güven verebilecek bir ses. Ben de kendi payıma bu sesi duymadıkça, 6'Masa'ya kulak tıkayacağım. Şimdiden söyleyeyim.

İki ateş arasında kalan HDP

Kürt siyasî hareketinin temsilcisi HDP son günlerde iki ateş arasında: devlet şiddeti ve PKK'nin demokratik siyasete saldırısı. Her ikisi de kendi güç ve iktidarlarını koruma peşindeler. Birisi; HDP'yi kapatma, HDP'lileri sindirme, kadroları tutuklayarak, siyasî çalışmalarını engelleyerek iktidarlarının beka'sına tehdit olarak gördükleri partiyi yok etmenin hesabını yaparken, PKK de, sanki sözleşmiş gibi, aynı amaca hizmet eden salvolardan kaçınmıyor.

Sivil siyaseti savunan, silahların susmasını, sorunun barışçı yoldan, şiddetsiz çözülmesini isteyen Edirne tutsağı/rehinesi Selahattin Demirtaş'a karşı Kandil'in benimsediği tutum ve söylem, eleştiri tonunu çok aşarak hakarete, tehdide, kitlelerin gözünde aşağılamaya, haysiyet cellatlığına varmış durumda. Örgütün asıl hedefi, kendi müdahale gücüne ve Kürt halkı üzerindeki baskıya dayalı otoritesine tehdit olarak gördüğü HDP'yi Türkiye Partisi'ne dönüştürecek demokratik siyaset. Selahattin Demirtaş bu çizginin sözcülüğünü cesaretle yüklendiği için, ona saldırarak HDP'ye de sopa göstermiş oluyor.

1980'lerin başlarında "Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinin örgütü" olarak şekillenmiş PKK, bugün ana kadrolarıyla, amaç, yöntem ve eylemleriyle 40 yıl öncesinde kalmış; şiddeti araç olarak benimsemiş bir yapı. 40 yılın değişen dünyası, değişen Türkiyesi, değişen demografisi, değişen Kürt insanı, halkın talepleri ve günün siyasî gerekleri ona yabancı. Gerek örgüt liderlerinin gerekse onlar adına konuşan, yazan, çizen militanlarının üslupları, bizim faşizan mihrakların kof hamasetini hatırlatıyor.

Şiddet nereden gelirse gelsin…

"Şiddet nereden gelirse gelsin" sözü, şiddetin adını koymaktan çekinildiğinde başvurulan yuvarlak bir deyiştir. Ancak, günümüzde, özellikle de iki ateş arasında kalan HDP ve demokrat siyaset çizgisi söz konusu olduğunda tam yerine oturuyor. Evet; ister devletten ister silahlı Kürt hareketinden gelsin hedef aynı: barış ve demokrasi.

Barış ve demokrasiden yana olduğumuz iddiasındaki bizler, eşyayı adıyla çağırmaktan çekinmeden her iki şiddete, demokrasiye yönelen her saldırıya karşı çıkmak, tavır almak zorundayız. Karşı çıkmakla kalmayıp, saldırıya uğrayanların yanında olduğumuzu elimizdeki bütün olanaklarla göstermek, sesimizi yükseltmek zorundayız.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır