24 Ekim 2022

21. yüzyıl Türkiye’si bu zihniyeti taşıyamaz

Yarının dünyasının devleti de, siyaseti de, toplum yaşamı ve ahlâkı da bugünün değil 21. yüzyılın ikinci yarısının damgasını taşıyacak. Bu geleceği görüp köhnemiş zihniyet ve siyasetten kopabilmek için şimdiden hazırlık yapanlar yaşayacak. Eski zihniyet ve yöntemlerde direnenlerin ise sonları yakın

Gidecekler, ülkemizden de tarih sahnesinden de çekilecekler. Bugün olmazsa yarın, 2023’te olmazsa 2033’te, 20-25 yıl sonra mutlaka…

Sabun köpüğü gibi sönüp gitmelerini, üzerimizdeki ağırlıklarının kalkmasını ben göremem. Kısa vâde değil, orta vade sorunu bu. Hayır, seçimlerden söz etmiyorum ve sadece bu köhnemiş, taşlaşmış, çağın ruhunu ve 21. yüzyılın gereklerini kavramaktan tümüyle aciz iktidardan söz etmiyorum. Sadece Erdoğan’dan, Bahçeli’den, onlarla aynı kaba yapanlardan, AKP’den, MHP’den, kadim veya türedi benzer taifeden söz etmiyorum. Söz konusu olan: Bin yıl, 500 yıl, yüz yıl öncesinin anlatılarına, korkularına, yenilgilerine ve zaferlerine, ilkel yasa ve yasaklarına, köhnemiş buyruklarına, aşiret ahlâkına takılıp kalmış; çağı anlamaktan, izlemekten yoksun, ufku burnunun ucuyla, vizyonu günü kurtarmakla sınırlı bir zihniyet. Siyaset sahnesine çıkanların, onların peşine takılanların, iktidardakilerin ve iktidara aday olanların küçümsenmeyecek bir bölümünde de yaygın bir zihniyet bu.

Zihniyet derken ne kastediyorum?

Halkın bir bölümünün ve AKP’nin Reis’i Tayyip Erdoğan, partisine katılan eski CHP’li zat’a parti rozetini takarken kaç çocuğu olduğunu soruyor. Aldığı cevaptan memnun kalmıyor. “Bak PKK’nin 5 tane, 10 tane, 15 tane var” diyor. Çiçeği burnunda AKP’li, “Hanım doktora yapıyor, kariyeri” falan diye bir şeyler geveleyince kadının kariyerinin çocuk yapmak olduğunu belirtiyor.

Yandaşları günlerdir bu sözlere kılıf bulmaya, söylenmemiş saymaya çalışıyorlar. Ama mesele sözde değil ki, adamın zihniyetinde. Erdoğan PKK’lilerin çoluğu çocuğu olmadığını pekâlâ biliyor. Nüfuslarının çoğalmasından endişe duyduğu PKK’liler değil Kürtler. Bu nüfus artışını engellemek ve dengelemek için Türk oğlu/kızı Türklerin çok çocuk yapması gerek.

Kürt fobisinden beslenen bu ırkçı-milliyetçi bakış, gelmiş geçmiş iktidarlarca da çeşitli dozlarda benimsenmiş, Türk devlet aklının ayrılmaz parçası kılınmış bir zihniyetin dışavurumu. 1930’lara ve öncesine gitmeye gerek yok, daha 1996’da dönemin gerçek iktidarı olan paşalardan biri aynı düşünceleri dile getirmişti.

Gelelim kadın meselesine

Bu “partiye giriş” töreninde, AKP Reisi Erdoğan, orada eşiyle birlikte bulunan genç kadına, aslî görevinin akademik kariyer falan değil çocuk doğurmak olduğunu da hatırlatıyor. Cilalı sözler, kadın güzellemeleri bir yana, sözünü ettiğim zihniyet için kadın erkeğin malı, cinsel objesi ve kuluçka makinesidir. Bu zihniyetin taşıyıcıları ve bütün muhafazakâr kesimlere göre aile kurumu, kadının bu konumunun tescili ve garantisidir.

Dinsel-ideolojik müktesebatları, içinden geldikleri çevreler, siyasî amaçları göz önünde bulundurulduğunda, Erdoğan’ın zihniyetinin egemen olduğu AKP ve diğer muhafazakâr kesimlerde daha keskin ve vurgulu olmakla birlikte, aynı eril zihniyetin siyasetin ve toplumun farklı kesimlerinde de gücünü ve etkisini derece derece koruduğunu kim inkâr edebilir? Kadın bedeni ve kadın özgürlüğü üzerinden yapılan her siyaset aynı eril bakışın ürünüdür. İnsanların cinsel yönelimlerine, kişinin cinsel tercih ve yaşamına devlet ve iktidar eliyle müdahale; aileyi yasalarla ve iktidarların zihniyetleri doğrultusunda biçimlendirme çabaları ne yazık ki bir kesimle sınırlı değil.

Yaşam tarzımızı ve ahlâk normlarını kim belirleyecek?

Sözünü ettiğim zihniyetin açığa çıktığı alanlardan biri de yaşam tarzına müdahaledir. Bu müdahale toplumsal yarar ve ahlâk kavramına dayandırılır.

Peki hangi ahlâk, hangi kesimin yararı? Ahlakı, iki bacak arasında gören, cinsel yasaklarla sınırlayan ve kadını mülk sayan ilkel eril ahlâk mı? Aşiret toplumu kalıntısı töre ahlâkı mı? Otoriter yönetimlerin kendi ideolojik hatlarını korumak ve özgürlükleri sınırlamak için koydukları yasaları meşru kılmak için uydurdukları, ahlâk kılıfıyla pazarladıkları aldatmacalar mı? Daha da önemlisi; dindarlıkla ahlâkı özdeşleştiren, ahlâkı dinle, dinin vecibeleriyle açıklayan anlayış mı, yoksa özgür bireyin bir üst otorite korkusuna dayanmayan, bireyin kendi vicdanı ile hesaplaşması sonucunda edindiği etik değerler mi?

Sözünü etmeye çalıştığım zihniyet; özgür bireyin evrensel insan hak ve özgürlükleri temelinde edindiği, sınırı başkalarının hak ve özgürlüklerine müdahale olan, vicdan temelli ahlâkı reddeder. Reddetmekle kalmaz o ilkelere müdahale hakkını kendinde görür.

Basit ve güncel birkaç örnek: İran’da, başı yeterince örtülü olmadığı, saçı göründüğü için öldürülen Mahsa Amini (ve diğerleri), Sudan’da zina iddiasıyla recm edilen kadın, töre cinayetlerine kurban giden gencecik kızlar, vb. dinlerin vaaz ettikleri ahlâk anlayışının kurbanlarıdır.

Çok daha basit, sıradan örnekler, yaşam tarzlarına müdahale: Festival, konser, “kızlı erkekli” eğlence yasakları, aslında sinsi bir yasak olan içkiye fahiş zamlar, kılık kıyafete, mini etek giymeye, şortla dolaşmaya veya tam tersi; örtünmeye karışma… Bu ve benzeri yaşam tarzına müdahalelerin tümü toplumsal yarar veya ahlâkla gerekçelendirilir.

Bu zihniyet, taşıyıcılarıyla birlikte sönümlenecek

21. yüzyıl Türkiye’sinde ve dünyasında bu zihniyetin yeri yok, er geç tarihin çöplüğüne gidecek. Bu önerme fazla iyimser görünebilir. Üstelik sadece bizde değil dünyanın başka köşelerinde, başka ülkelerde de benzer zihniyetin ve bizdekine benzer uygulayıcıların varlığı düşünülecek olursa kof bir umut da sayılabilir.

Ancak, dünyamızın yeni bir evreye geçmekte olduğu 21. yüzyıldaki başdöndürücü bilimsel- teknolojik gelişme, ekolojik felaketin ayak sesleriyle birlikte ekolojik bilincin gelişmesi ve militanlaşması, kadınların yüzyılın devriminin ayak sesleri olan isyanları, bir başka dünyaya doğacak olan, yeni dünyayı şimdiden deneyimleyen gençler, baskı ve yalanlarla diri tutulmaya çalışılan bu köhnemiş, miat’ını doldurmuş zihniyetin mezar kazıcıları olacaklar.

Başta da söylediğim gibi; bugün değil, hemen yarın değil ama bir yüzyıl sonra da değil. Yarının dünyasının devleti de, siyaseti de, toplum yaşamı ve ahlâkı da bugünün değil 21. yüzyılın ikinci yarısının damgasını taşıyacak. Bu geleceği görüp köhnemiş zihniyet ve siyasetten kopabilmek için şimdiden hazırlık yapanlar yaşayacak. Eski zihniyet ve yöntemlerde direnenlerin ise sonları yakın.

Benden söylemesi…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

 "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" mi, hukuka dönüş umudu mu?

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim...

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda