25 Ekim 2013

Seçim sath-ı mailinde

AKP gibi, neredeyse yüz seksen senelik bir kin, Doğu-Batı paradigmasından üretilmiş mağduriyet üzerinden siyaset yapan bir siyasi hareketten elbette hoşlanmıyorum

“Esas –reel-politik- domino oyunu, 30 Mart 2014’te başlayacak. Yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara şehirleri, bu oyunun başlangıcı değil, değiştirici lokasyonu olmaya aday. Ankara ve özellikle İstanbul’u kaybeden, arkadan gelecek iki seçimi de kaybedecek. Kazanan AKP olursa, arkadan gelecek iki seçimi de kazanacak ve Asya’da çok sık rastlanan türde bir otoriteryen varoluşu, tüm yenilmişliğiyle birlikte sürdürecek. Nedir, 30 Mart’ın arkasından gelecek 28 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 14 Haziran 2015 Genel Seçimi’nde, birinci seçimin domino etkisi belirleyici olacak. İzninizle önümüzdeki yazıda, Türkiye bu asyatik monizmden nasıl kurtulur, Gezi’de açığa çıkan “yurttaşlık bilinci” bu üçlü –domino- seçimi(ni) nasıl etkileyebilir, bahsedeceğim.”

Bir önceki yazı böyle bitiyordu.

Değişik sorular aldım. En can alıcı soru kategorisi, “Her ne pahasına olursa olsun AKP’nin gitmesini mi istiyorsun?” idi.

Samimi cevabım “Her ne pahasına olursa olsun” kısmını ayırarak, “Evet!”

AKP gibi, neredeyse yüz seksen senelik bir kin, Doğu-Batı paradigmasından üretilmiş mağduriyet üzerinden siyaset yapan bir siyasi hareketten elbette hoşlanmıyorum.

AKP gibi, cehaletin yanı sıra pek çok saptırmayla karılmış bir tarihsel anakroni üzerinden siyaset dili üretmeye çalışan hatiplerin partisinden elbette hoşlanmıyorum.

AKP gibi, her metrekare yeşil alanı arsa üretimi için yağmalamaya hazır bir siyasi hareketten elbette hoşlanmıyorum. Hele “imar tadilat planı” üzerinden “göstere göstere” hile yapan belediyecilik anlayışlarından hiç mi hiç hoşlanmıyorum.

AKP gibi, sosyal devlet anlayışını küçümseyen, bunu 24 Ocak 1980 mimarı Özal’ın ruhuna fâtiha okutacak derekeye getiren, özelleştirme politikasını “emlakçı/müteahhit” açgözlülüğüne indirgeyen bir siyasi partiyle ne işim olabilir ki?

12 Eylül darbesi ertesinde, 24 Ocak mimarı Özal’ın ANAP’ı iktidar olduğunda, yasama-yürütme-yargı üçgenindeki dirençleri aşabilmek için “kanun hükmünde kararname” bombardımanı başlatmıştı. AKP’nin “torba yasa”ları yanında meğer sütte ak kaşık kalırmış Özal’ın buluşları. AKP’nin hukuk ve adalet arasına soktuğu makası hoşlanmamanın da çok ötesinde, iğrendirici buluyorum.

AKP’nin liderinden, bilhassa bu liderin üslûbundan ne kadar hoşlanmadığımı, bu soy üslûp sahipleriyle aynı havayı solumaktan bile ne derece sıkıldığımı, siz t24 okurları, zaten biliyorsunuz.

Ama ben gene de, “Her ne pahasına olursa olsun AKP gitmeli,” demiyorum, “kimse kusura bakmasın” diyemiyorum.

Evet, Asyatik ülkelerde, uzun süre tek başına çoğunluğu sağlamayı başaran siyasi hareketleri hep tehlikeli buldum. Bir süre sonra, kendilerini mülkün sahibi, vasisi, hort-zortçusu zannediyor böyleleri. Hepsi ama, hepsi. Ne Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni ayırırım buradan, ne İngiliz dominyonunu bertaraf edebilen Hindistan direnişinden doğan Pakistan’ı, Bengladeş’ı ve tabii Hindistan’ı. Ki Cinnah’ın Pakistan’ı bir sosyalisti, Zulfikar Ali Butto’yu seçimle işbaşına getirebilmiş olmasına rağmen.

Gene de sorun bu değil benim için.

AKP’nin bir belediyecilik anlayışı var. Bence facia, o ayrı, ama var. Katılımcılık kandırmacasıyla İstanbul Metropolitan Planlama’yı (İMP) oluşturan ve yüzlerce iyi niyetli uzmanın sayısız zamanını çalan AKP belediyeciliğini ben anlatırım da, keşke benden önce İMP eski Başkanı Prof. Hüseyin Kaptan anlatsa.

Tarihi kalıntıya “çanak çömlek” diyen bir belediyecilik anlayışı bu. Yerüstünü bitirdiğinde, yeraltını yapılaşmaya açmayı zekâ sayan bir belediyecilik anlayışı… Baklavacı arkadaşından kültür ve spor tesisi müteahhidi yaratma şahikasına ulaşan bir belediyecilik anlayışı.

“Plan mı pilav mı” diyen DSİ orjinli Demirel’i kıskandıracak bir plansız projesiz yapılaşma hezeyanı ile rant transferini gidebileceği en üst noktaya tırmandıran bir belediyecilik anlayışı. “Kervan yolda düzülür” diye bir Asya atasözü vardır ya, bunun en berbat sonuçlarını AKP inşaat/müteaahhitlik projemsilerinde görebilirsiniz.

Ama bu partinin, bence facia da olsa, bir belediyecilik anlayışı var.

Peki bizim belediyecilik anlayışımız ve kentler için projelerimiz ne?

Bir sonraki yazıda, yaklaşık yetmiş-seksen kişinin arasında geçen bir sohbetten bahsedeceğim, sene 1994’tü.

Bizim yerel yönetim politikalarımız gerçekleştirilebilir projelere dönüşmediği sürece, bir ayağımız hep havada kalacak. Bu da yerel yönetim ile merkezi yönetim politikaları arasındaki farklılıkta, doğrularla aramızdaki mesafeyi hep açık tutacak. Makro politikayla mikro politika arasındaki hayati farkı, yaşanabilir yerleşkeler meselesini ikincilleştirerek anlayabilmemiz mümkün değil.

Önümüzdeki yazı için tadımlık vereyim:

1: Park forumlarının belirleyeceği bir kotayı Belediye Meclisi üyesi yapacağını açıklamayan bir partiye ben oy vermem.

2: Haysiyetli bir ittifak politikası üretmeyen, sözgelimi, Belediye Başkanı adayının yanı sıra müttefikinin Belediye Başkan Vekili’ni de açıklamayan bir partiye ben oy vermem.

3: Yerel yönetim politikasını katılımcılık esasına dayandırmayan ve bunun uygulanabilir formülünü üretmeden “slogan” palavralarıyla hareket eden bir partiye ben oy vermem.

4: AKP’ye yirmi birinci yılında bu feci belediyecilik politikasını sürdürme şansını tanıyacak partiye de ben oy vermem.

Haftaya devam ederiz.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladı

Neye inanırsa onu söyler ve bedeli neyse gülümseyerek öder

Yurttaş kimin umurunda, varsa yoksa referandum

AKP, ustalıklı olduğu kadar çaresiz bir rota tespit etti: Bu yerel seçim bir güven oylamasıdır!

SS: Susurluk’tan sonra

Bugün, yevmiyeli hukuk döneminde yaşanan ise, Susurluk’u aratan bir facia. 7 Şubat 2012’de başlatılan yevmiyeli hukuk, belli ki bir süre daha devam edecek.