08 Kasım 2020

Garip bir basın/yazın olayının uzantıları

İyi ki çoğu zaman ülkede değilmişim de bu tartışmaların farkına varmamışım. Benim için Türkçe edebiyat, Türkçe şiir demek o kadar doğal ki!

Mesut Varlık, 1 Kasım 2020 günü K24'de önemli bir yazı yayımladı: Tartışılmayacak bir tartışma: Türkçe edebiyat. Son aylarda bazı kesimlerde heyecan yaratan "Türk edebiyatı mı denir, yoksa Türkçe edebiyat mı?" tartışmasını ele almış, konunun geçmişini güzelce incelemiş, doyurucu sonuçlara varmış. Okuyun.

Ben bu konunun bir geçmişi olduğunun farkına, kısa bir süre önce bana bulaştıkları zaman vardım. Konuyu hiç bilmiyordum. Kendini konunun uzmanı diye tanıttığı anlaşılan bir yazarımızın savına göre, Türkçe yazan bazı Kürt yurttaşlarımızın yazdıklarını, Türk sayılmalarına yol açabileceği kaygısıyla, Türk edebiyatı değil Türkçe edebiyat diye sunmaları üzerine başlamış bu tartışma. Oysa öyle değilmiş, Mesut Varlık'ın yazısından öğrendik işin aslını. Tartışmayı bir Kıbrıslı Türk yazar başlatmış: Mehmet Yaşın. Onun başlattığı tartışma, aslında yazınsal, daha da genişletirsek çerçeveyi, kültürel bir tartışma. Eh! Burası Türkiye! Hızla etnik boyutlu siyasal didişmeye dönüşmüş tartışma. Bugün de öylece sürüyor anakronik zihinlerde.

Mesut Varlık, Mehmet Yaşın'ın konuyla ilgili olarak ona gönderdiği mektubu da gene K24'de 2 Kasım günü yayımladı. Önemli bir metin. Okuyun. Mehmet Yasin konuya yılların getirdiği olgunluk ve geniş kültürel birikimi içinden bilgece bakıyor: "O zamanlar Mesut Bey, ben 20. yüzyılda yaşıyordum. Şimdi 21. yüzyıldayım. Türkiye'de 19. yüzyıl başlarında yaşayan ana muhalefet 'ulusal' edebiyat çevresi ile 14. yüzyıl ortalarında yaşayan iktidardaki 'dini' edebiyat çevresinin gündemlerinden kurtulamayan Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi, ümmet şiiri mi millet şiiri mi… gibi dünyada miadı çoktan dolmuş tartışmalara taraf olmam için yüzlerce yıllık bir zaman tünelinden geriye doğru bir uzay yolculuğuna çıkmam gerekecek ki bu saatten sonra bunu yapabileceğimi hiç sanmıyorum." Ne güzel söylemiş değil mi? Gel de anlat bizim kalın kafalıları. Bir Kürt ve Kürtçe korkusu çöreklenmiş bilinç altlarına. Neymiş efendim! Anayasa'da "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" yazıyormuş. 1961 Anayasasında da vardı. Ben bu ifadenin Anayasa'da yer almasının ulusal birliğimize yarardan çok zarar verdiği kanısındayım, çünkü etnik vurgulu. 1924 Anayasası'ndaki ifadenin (1937 yazımıyla) etnik vurgusu çok daha belirsizdi: "Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese 'Türk' denir". Etnik vurguyu güçlendirdik de ne oldu? Herkes daha Türk mü oldu? Kürt sorunu mu halloldu? Çağdaş bir anayasada böyle bir hükme gerek yoktur. "T. C. vatandaşlığı yasayla düzenlenir." der geçilir, sonra da vatandaşlar arasında ayırımcılık yapılamayacağı vurgulanır. Bizim kafalar değişik çalışıyor elbette. Kalkıyor birileri, çağdaş ilerici değerlerle, hele solculukla hiç bağdaşmayan etnikçi bir yaklaşımı, siyaset alanı yetmiyormuş gibi edebiyat alanına yansıtıyor. Edebiyata hizmet midir bu? Olacak iş değil, ama Türkiye'de oluyor, böyle tuhaf tartışmalar onyıllarca sürebiliyor işte!

İyi ki çoğu zaman ülkede değilmişim de bu tartışmaların farkına varmamışım. Benim için Türkçe edebiyat, Türkçe şiir demek o kadar doğal ki! Merak ettim, ben böyle bir deyimi ilk ne zaman kullanmışım diye baktım. Gözüme çarpan ilk tarih 1979 oldu. Daha geriye gitmedim. 1979 yılında Hilmi Yavuz şiiri üzerine yazdığım Süslemeci Şiir başlıklı denemede "Türkçe şiir" deyimini kullanmışım. Eyvah! Yoksa ilk günahı ben mi işlemiştim? Bilmiyorum, ama Hilmi Yavuz o yazımı günah olarak görmese bile hiç beğenmemiş anlaşılan. Onun üstün şairlik değerini anlayamadığıma çok kızmış. Yıllarca orada burada aleyhime lâflar, giderek çirkin bir yazı yazmış. Hayatımda görmediğim, tanımadığım bu zat-ı muhteremle de hesabı kesmek için bir yazı kaleme aldım. İlerde görürsünüz. Türk edebiyat dünyası biraz da bu işte ! (Bilerek Türkçe edebiyat demedim.) Al birini vur ötekine!

Konudan ayrılmadık, ama ana caddesine dönersek, Mehmet Yaşın'ın kullandığı "çoğul yazınsal aidiyet" kavramını pek beğendim. T24'de 7 Ekim günü çıkan Edebiyatta Sınıflandırma ve İfade Özgürlüğü yazımda, adını koyamadan işlediğim bir konu da buydu. O yazımda birçok örnek vermeye çalışmıştım. Örnekleri çoğaltabiliriz de: Nobelli Fransız yazar Frederic Mistral Fransızca değil Provansalca yazmıştır. Fransa anlamında Fransız edebiyatının bir parçasıdır, ama Fransızca edebiyata dahil değildir. Nahit Sırrı Örik'in Fransızca romanı, Türkçe değil Fransızca edebiyatın parçasıdır, ama Türk edebiyatını T.C. Vatandaşlarının ya da Türklerin üretimi olarak tanımlarsak, Türk edebiyatına dahil edilebilir. Değerli yazarımız Tahir Abacı'nın anımsattığı birkaç örnek: Mehmet Ay'ın dokuz ciltlik Türkçe Şiirler Antolojisi (2005) vardır. 2109 yılında Üsküp'de Yahya Kemal Beyatlı anısına Türkçe Şiir Şöleni düzenlenmiştir. Türkçe Şiir Kitapları Bibliyografyası basılmıştır (2013). Yerine göre ikisini de kullanmak varken, Türkçe ile Türk, Kürtçe ile Kürt sözcükleri arasında seçim yapma zorlaması zırvadır, akıllı adam işi değildir. Sonuç olarak yapılması gereken, hangi kavramı kullanıyorsan, o kavramı önce tanımlar, o tanımlamaya göre de sınıflandırma yaparsın. Bir yazarın ya da yapıtın birçok sınıfa sokulabilmesi o yazar ya da yapıtın zayıflığı değil zenginliğidir. Elbette, konuya böyle bakabilmek için siyasal değil yazınsal açıyı benimsemek ve dar kafalı olmamak gerekir. "Benim dediğim doğrudur. Benim dediğime gelmezseniz siz fena yaparım." havasına girmemek gerekir. Böyle bir tutum sıradan faşizanlık örneğidir.

Ben aslında bu Türkçe / Türk tartışmasına girmek istemedim. Benim meselem ifade özgürlüğüme yapılan müdahaleydi. Konuyla ilgili ilk iki yazımda asıl bu izlek (tema) üzerinde yoğunlaşmaya çalıştım. Olayı anımsatayım ve daha önceki yazılarıma yansıtmadığım ayrıntıları vereyim. Çünkü yanlış sözlerin ortalıkta dolaştığını işitiyor, görüyorum. Katıldığım toplantılarda sorular geliyor.

Düşünebiliyor musun? Bir adam size telefon ettirip, neden "Türk edebiyat" demişsiniz, hesap sormaya kalkışıyor, "beni aramazsa aleyhine yazarım" mesajı yolluyor. Böyle bir tehdide kızmayacak ve pabuç kıracak bir insan olabilir mi? Sonra da kalkıp yanlış şeyler söylüyor aynı adam. Neymiş? Ben e-mail'imin başkalarına bildirilmesini istemiyormuşum. Bütün T24 yazılarımın altında kayıtlıdır benim e-mailim. Hadi zahmete girip bakmadın, bana telefon eden kişi istese, kamuca bilinen e - mail adresimi vermem mi diyeceğim? Neymiş? Telefon numaramı da gizliyormuşum. Gene: aracı kişiye telefon numaramı ben verdim, o zat-ı muhterem beni arasın diye. Aramadı. Herhalde niyeti benimle diyalog kurmak değil, Türkçe / Türk konusunda fırsat bu fırsat yeni bir yazı yazmaktı, bilemem, ama o yazıda bana sapkınlık suçlaması yapmayacaktı. Böyle bir suçlamayı kimse içine sindiremez. Bu ilginç yurttaşımızın adı Özdemir İnce. Hayatımda bir kere gördüm. Şairliğini yakından izleyemedim. Köşe yazarlığını hiç izlemedim. Ancak önemli bazı yabancı şairlerin şiirlerini Türkçeye aktarmasını övgüyle karşılamışımdır. Bununla birlikte, Türk edebiyatı kavramı üzerine söylediklerine katılmadığımı, bana karşı çirkin davranışını ve sözünü, Cumhuriyet gazetesi yönetiminin engellemesine aldırmadan karşılıksız bırakmadığımı görüyorsunuz.

İfade özgürlüğüme yapılan müdahaleye Cumhuriyet gazetesinde karşılık vermek istedim. Talebime bir süre yanıt alamadım. Sonra konuyla ilgili hazırladığım yazıyı T24'e gönderdim ve öyle yaptığımı Cumhuriyet yönetimine bildirdim. Bunun üzerine benden 24 saat süre istediler. Ben de yazımı T24'den çektim. Cumhuriyet gazetesi yönetimiyle uygar bir şekilde konuşarak bir hal çaresi bulabileceğimi umuyordum. Konuştuğum zat da öyle bir hava yaratmıştı. Ne ki ertesi gün, tepki metnimin gazetede (yani ana gazete artı kitap eki) yer alamayacağı, istersem kendi köşemde entelektüel tartışma yapabileceğim (yani Türkçe / Türk tartışması) bana bildirildi. Bana yönelik tehdit üçüncü kişi aracılığıyla yapıldığı için yanıt hakkı doğurmazmış. Kıssadan hisse, sizlere bir tavsiye! Kızdığın bir kişi varsa ona üçüncü kişi aracılığıyla münasip mesajlar gönderin. Görün bakalım, yanıt veriliyor mu, verilmiyor mu? Sapkınlık kavramının kullanılması konusundaysa Cumhuriyet gazetesi yönetimi tümüyle sessiz kaldı. Kendilerinden hâlâ bir açıklama bekliyorum. Özür dilemede zaman aşımı olmaz.

Ben de haliyle T24 yoluyla tepkimi gösterdim. Gazete yönetimi bunu kaldıramadıysa, neden? Onlar açıklasınlar. Ben de yanıt vereyim. Haydi biraz medeni cesaret! Yönetim "Biz ona T24'de yanıt verirsen seninle ilişkimizi keseriz" dedik iddiasını öne sürmüş birkaç yerde. Kayıtlarda böyle bir ifade yok. Olsaydı karşılığı da olurdu. Bana karşı sadece başka bir yayın organında yanıt vermemin etik olmayacağı ileri sürüldü. Ben de "sapkınlık" suçlamasının üstünün örtülmesinin etik olup olmadığını sordum. Hâlâ yanıt bekliyorum.

Yazım T24'den çıktıktan sonra benim Cumhuriyet Kitap ekindeki yazılarıma son verildiği bana değil, Kitap ekinin yönetici Turgay Fişekçi'ye bildirilmiş. Fişekçi de bana böyle bir bildirimi aktarmayı reddederek görevinden ayrılmış. Fişekçi bu gelişmeyi istifasından sonra bana ve diğer Kitap eki yazarlarına bildirdi. Turgay Fişekçi onurlu, ilkeli davrandı. Seçkin bir şair ve yazar olmasının yanısıra adam gibi adammış Fişekçi. Herkes gördü. Ardından bir çok değerli imza da Kitap ekinden ayrıldılar. Elbette, ayrılmadan önce Kitap ekinin Fişekçi yönetiminde sürmesi için kurumsal kaygıyla çaba gösterdiler, ama boşuna. Duvar varmış karşılarında. Ben, yönetim değişmedikçe Cumhuriyet gazetesine dönmeyeceğimi bildirdim, ama Kitap ekinin ehil ellerde kalmasının kurumsal önemini de vurguladım. Fişekçi döner miydi, bilemiyorum, ancak gazetenin onu yeniden kazanmak için hiç bir açılım yapmamasını esef verici buldum. Turgay Fişekçi Cumhuriyet gazetesine nerdeyse yirmi yıl hizmet etmiş, emek vermiş müstesna bir yazar. Nasıl olabiliyor da gazete ondan kolayca vazgeçebiliyor? Bu soruya en doğru yanıtı, kimse gazetenin üst yöneticisi o verebilir. Alev Çoşkun diyorlar. Ben tanımıyorum. Basından bildiğim kadarıyla eski politikacıdır. Solcuymuş. Allah Allah! Solcu bir patron, Fişekçi başta olmak üzere gazetesinin yerleşik yazarlarıyla diyalog kurmayı nasıl reddeder? Solcu bir patron, çalışanlarından Kafka'nın şato efendileri gibi uzak durup onların görüşme talebini nasıl kabul etmez? Bu mudur solculuk? Anlamadım. Açıklasın. Merak ettim. Cumhuriyet gazetesi içindeki ilişkilerin uzmanı değilim. Ancak genel olarak şunu vurgulamak isterim: Solculuk aynı zamanda ahlâktır. Solculuğun yanındakilere üstten bakmayla bağdaşmadığını, solculuğun efendilik ve kibarlık olduğunu, solculuğun yanındakilerle diyalog olduğunu rahmetli Bülent Ecevit ve rahmetli İsmail Cem'den öğrendim.

Benim asıl şaşırdığım, gazetenin oturaklı yazarlarından biri dışında hiçbirinin yerinden kıpırdamaması oldu. Güya hepsi solcu, çağdaş değerlerin savunucusu! Bu mudur sizin mesleki dayanışma anlayışınızın? Aman kimse rahatsız etmesin sizi, oturun sıcak köşelerinizde...

Sonra konu, bir baktık, en üst düzey gazetecilerimizden Ertuğrul Özkök'ün ilgisini çekmiş. O çapta bir gazetecinin konuyu kamu oyuna duyurması mağdur duruma sokulan yazarlar bakımından iyi oldu. Yaşanan garip olay ortaya çıktı. Ancak değerli gazeteci ikinci bir yazı daha yazdı. Biraz dengeleme denemesi, biraz da Cumhuriyet yazı işleri müdürüyle mesleki empati girişimi. Evet, kim bilir? Kararlar o yazı işleri müdürüne kalsaydı belki sorun halledilmiş olurdu. Telefon görüşmemizdeki havasından, soruna çözüm arayacağı izlenimi almıştım. Ancak, daha sonra, yazı işleri müdürünün patrona biat eden sadık emir kulu tutumunu yeğlediğini değerlendiriyorum.

Söz konusu ikinci yazıda özellikle iki noktaya itirazım var. İkinci yazıda iddia edildiğine göre, Oğuz Demiralp aşırı öfkeli tepki göstermiş. Adamı, bir üçüncü kişi aracılığıyla tehdit ediyorlar, "sapkın" diye hakaret ediyorlar, yanıt hakkını tanımıyorlar. Adam öfkelenmesin de ne yapsın. Gene de T24'de çok efendice yanıtlar yayınladı. Daha nasıl öfke kontrolu yapsın! Kaldı ki, ahlaki, haklı bir tepkiydi onunki!

Cumhuriyet'e başka bir yayın organında yanıt verilmesi de doğru değilmiş, gene ikinci yazıya göre. Bir kez daha açıklayalım: Oğuz'un o gazetede yanıt vermesine izin vermediler. T24'de yanıt vermesine de "etik değildir" diye engel olmaya çalıştılar. Nerede yanıt verseydi adamcağız? Biraz gır gır yapalım: Taksim meydanına gidip orada pankart mı assaydı? Belki aklına gelseydi, Özkök'ü arayıp, "Cumhuriyet gazetesine yanıt vermek için senin köşeni kullanabilir miyim?" diye sorardı. Öfkeden (!) aklına gelmemiştir (!). Özkök, ikinci bir yazı yazacağını söyleseydi ona teşekkürlerimizle somut bilgi, belge aktarılırdı, sözlerinin eksi(k) olmamasını sağlamak üzere. Ne yapalım, böyle olmuş! Bardağın dolu tarafına bakalım: olayın kamuoyuna genişce yansıtılması iyi olmuş.

Ardından Özdemir İnce'nin bu kez Ertuğrul Özkök'e saçma sapan lâflarla saldırdığını okuduk. Özkök efendice yanıt verdi. İnce'nin yaklaşımlarının ve üslûbunun değerlendirilmesini size bırakıyorum.

Bu arada, Cumhuriyet gazetesinde Oğuz Demiralp'in 'T24 diye bir yerde' yanıt verdiği şeklinde bir ifade görülmüş. Madem T24 önemli değildi, neden orada yazmasını istememiştiniz? Aldırmayıp geçerdiniz. Önem veriyorsunuz ki T24'e bir sürü lâf etmişsiniz. Ne komik bir çelişki? Elbette, negatif bir önem vermedir sözünü ettiğimiz. Şakalı söylersek, Müdür bey, belli ki, Oğuz'un T24'de yazı yazdığının farkında değildi. Kafayı asıl o noktaya takmış olabilirler. İki yayın organı arasındaki sorunları ben bilemem. Okur gözüyle bir karşılaştırma yapmam gerekirse, T24'ün haberleri objektif, köşe yazıları daha özgürlükçü, yazarları çeşitli ve kaliteli. Hangisinin daha çok okunduğunu araştırmak da ilginç olabilir. Ben kendi çevremde özellikle gençlerin T24'ü yeğlediklerini görüyorum. K24 de gayet iyi gidiyor, doğrusu. T24 ile K24 gelişmelere ayak uyduran bir ikili olarak görünüyor.

Son bir söz: Bu tür anlaşmazlıklarda karşınızdakinin ne olduğunu üçüncü kişilere anlatmanız gerekebilir bazen. Ancak bizim anlaşmazlığımızda böyle bir şeye gerek kalmadı. Çünkü karşı tarafta "Kızlık zarı dikilir, ama Anayasal düzen tamir edilemez" diyebilenler ve bu cinsiyetçi söylemi kadınıyla erkeğiyle hoş görenler bulunuyor... Etnikçi söylemin, ifade özgürlüğünü engelleyici davranışların ve cinsiyetçi söylemin aynı köşelerden gelmesi bir rastlantı mıdır? O köşelerle benim işim olmazmış zaten! Ancak eklemeden geçmeyelim, yanlış anlaşılırız. Ben Cumhuriyet gazetesinin 60 yıllık okuruyum. Gazetenin tarihsel ve kurumsal kimliğine saygım kalıcıdır. Sorunum kişilerle olmuştur. Gazetenin yolu açılsın, açık olsun.

Yazarın Diğer Yazıları

Washington ve Ramallah

Özgür Özel’in Ramallah’a gitmesi “özel” bir anlam, önem taşıyacaktır. Ramallah’a, yerel seçimleri kazanmış, ülkesinin birinci partisi haline gelmiş bir siyasal hareketin lideri olarak gidecektir. CHP’nin sadece Filistin değil, Orta Doğu’ya ilişkin vizyonunu ortaya koyması, Ramallah’dan uluslarararası topluma Türkiye’nin yeni sesi olarak seslenebilmesi önemlidir

Ölüm ana

Yaşamamıza izin veren Ölüm Ana olduğunu düşünüyorlar. Ondan medet umuyorlar. Ölümün yaşamdan güçlü olduğunu görüyorlar. Yılda yirmi, otuz bin cinayetin işlendiği bir ülkede ölüme "insaf et, bizi yaşat" diyorlar. Hayat o kadar ucuz olunca ölüme yakıştırılan güç artıyor. Ölümde ana rahminin, kucağının sıcaklığı aranıyor

Meksika'daki kadın

İnanılır gibi değil ama gerçek! Meksika'nın dini Guadalupe Bakiresi dinidir. Başka bir deyişle, bizim açımızdan önemli olan, Meksika'nın kendine özgü bir hristiyanlık, nerdeyse yeni bir din benimsemesidir. Başat figürü de bir kadındır. İşte maço Meksika! Ey Kibele! Sen nelere kadirsin!