02 Mayıs 2024
"Baştan Başa Endonezya" idi turumuzun adı ama 17 bin adadan oluşan, bir uçtan bir uca mesafesi yaklaşık Bağdat Londra arasını bulan devasa bir ülkeyi 11 günde gezmek mümkün değildi tabii. Sonuç olarak Cava ve Bali adalarını kısmen gezebildik.
THY'nin doğrudan Cakarta uçuşu ful. Herkes Endonezya'ya merak sarmış anlaşılan. Uçak koltukları benim gibi küçümen bir kadın için ile bile dar ve sıkışık. İkram; eh işte. Eski THY'yi ara ki bulasın. Personel ise gayet kibar ve yardımcı. 11.5 saatlik bir yolculuktan sonra sağ salim Cakarta'ya vardık. Havaalanında para bozdurduk çünkü burada resmi kur ile piyasa kuru arasında bir fark yok. Doğrudan yerel bir lokantaya gittik. Yolda ilk dikkatimizi çeken motosikletlerin bolluğu oldu. Zaten Vietnam'dan sonra kişi başı en fazla motosiklet olan yermiş burası. Lokanta hazır bizi bekliyordu. Masalarda balık, tavuk, et, karides, sebze ve noodle vardı. Bundan sonraki yerel lokantalarda da hep aynı şeyle karşılaştık; tüm yiyecek çeşitleri bir arada. Yerel bira oldukça güzel ve yaygın. Şarap ise oteller dışında pek bulunmuyor. Bir zamanlar Türkiye'de de olduğu gibi bira alkolden sayılmıyor mu acaba diye düşündük ama öğrenemedik.
Cakarta'da sadece yarım günümüz var, onun için sabah erkenden otobüse doluşup önce Sunda Kelapa yani Eski Limana gittik. Burası Cakarta'nın kurulduğu yermiş. Yolda çok güzel beyaz çiçekleri olan, tanımadığımız bir ağaçtan bolca vardı. Adı Bintara imiş ve özellikle tohumları farelerin gelmesini engellermiş. Eski liman artık sadece Endonezya'ya özgü bir yelkenli yük gemisi olan ve adalar arası yük taşıyan Pinisilere hizmet ediyor. Limandan Taman Fatahillah ya da orijinal adıyla Batavia meydanına gittik. Endonezya İkinci Dünya Savaşı'na kadar Hollanda sömürgesi imiş. Bu meydan da Hollandalılar tarafından yapılmış. Kolonyal binalarla çevrili, çok canlı ve güzel bir meydan.
Yürüyenler, süslü püslü bisikletlere binenler, güzelim Cafe Batavia'da keyif çatanlar, İngilizce konuşmak için turistlere yanaşanlar… Endonezyalılar gördüğümüz kadarıyla çok arkadaş canlısı insanlar, yabancıları da seviyorlar. Resim çekmeye izin vermekle kalmıyor, kendileri de sizinle fotoğraf çektirmek istiyorlar. Meydanda üç tane de müze var ama vakit kısıtlı olduğundan gezme fırsatımız olmadı. Batavia meydanını geride bırakıp, Çin mahallesindeki pazarın içinden geçerek Wihara Dharma Bhakti tapınağına gittik. Bu gezide tapınakların ağırlığı çok, çünkü Endonezya'da galiba tapınaktan bol bir şey yok! Pazar tam bir şenlik; kocaman balık kafaları, bütün domuzcuklar, devasa bamya ve bezelyeler, hiç bilmediğimiz meyveler…
Sevgili rehberimizin ikramları sayesinde bütün meyvelerle tanıştık: kırmızı ve hafif tüylü kabuğuyla rambutan, muşmula görünümündeki duku, dışı feci kötü kokulu durian ve incir şeklinde, yılan derisi gibi kabuğu olan salak . Ben en çok rambutanı sevdim. Bir de buradaki muzlardan sonra cennet vatanda muz yemek zor, o kadar lezzetliydi. Tapınak tipik bir Budist tapınağı, aslında Cakarta'nın en eski tapınağı imiş, 1650'de yapılmış ama bir isyan sırasında yakılmış ve yeniden yapılmış. Kapının dışında onlarca yoksul insan yere oturmuş, ziyaretçilerin yardımını bekliyordu. Cakarta'da son durağımız Merdeka Meydanı oldu. Merdeka bağımsızlık, özgürlük anlamına geliyormuş ama heyhat bu meydan da Hollandalı sömürgecilerden kalma. Devasa bir meydan-Paris'teki Concord meydanının 12 katından da büyükmüş. Orijinal adı Koningsplein yani Kraliyet Meydanı. Ortasında 132 m. yüksekliğinde tepesi altın kaplama bir sütun var; Milli Anıt. 1961 yılında Kurucu Başkan Sukarno'nun talimatıyla yapımına başlanmış, 1975'te açılmış. 1998-2002'deki isyanlardan sonra tüm meydanın etrafına demir parmaklık yapılmış, sadece dışarıdan bakabildik.
Bir sonraki hedef Bogor Botanik Bahçesi. 60 km uzaklıkta ama inanılmaz trafik yüzünden yaklaşık 3 saat sürdü. Meğer bu yıl 11 Mart Bali'lilerin Nyepi bayramı imiş. Bali'de 24 saat boyunca havaalanı dahil her yer kapanırmış, herkes evinde oturup oruç tutar, dua edermiş. Etmeyenler ve turistler de bu 24 saatlik Sessizlik Gününe uymak zorunda imiş. Esas olarak bir Hindu geleneği ve Bali'de kutlanmasına karşın tüm ülkede resmi tatil. Eh pazartesi gününe de rastlayınca, uzun hafta sonunu değerlendirmek isteyen herkes arabasına doluşup gezmeye çıkmış, olan da bize olmuş tabii. Gerçi gezi boyunca gittiğimiz her yerde trafik bu kadar olmasa da çok kötüydü çünkü yollar inanılmaz dar.
Bogor Botanik Bahçesi 87 hektar üzerine kurulu, 14 bin çeşit ağaç ve bitkiye, 50 civarında değişik kuşa ev sahipliği yapan muhteşem bir yer. Tabii ki araçla geziliyor. Dev ağaçlar adeta göğü deliyor. İlk olarak 15. yüzyılda, yerli Sunda krallığı zamanında, nadir ağaçların tohumlarını korumak için kurulmuş. 1744'te Hollanda Doğu Hindistan Şirketi bakımsız hale gelen bu bahçenin yamacına bir küçük saray inşa etmiş. 1811'de İngilizler Cava'yı işgal edince -bu İngilizlerin hükümranlığına girmeyen kaç ülke var dünyada acaba- meşhur Vali Raffles bu saraya yerleşmiş ve bahçeyi İngiliz tarzına çevirmiş (karısının mezarı da burada). Mihayet 1816'da İngiliz Hollanda anlaşması uyarınca Java Hollandalılara geçince ünlü bir Alman botanikçinin yardımıyla bugünkü bahçenin temelleri atılmış. Şahane bir nilüfer havuzu var; kocaman açmış binlerce nilüfer müthişti. Yabani orkidelerin önemli bir yer tuttuğu büyük orkide serasını da gezdik ama daha pek çiçek açmamışlardı. Endonezya'nın 6 başkanlık sarayından biri de burada. Onların başkanları da saraylara düşkün zahir…
Günümüz bir alışveriş merkezinde sona erdi. Bizim ekip alışverişe boş verip foodcourtta bir lokantaya çöktü, birazdan yan masaya da bizim turdan 4-5 kişi oturdu. Yemek yedik, hesabı istedik, makul bir hesap geldi, ödedik kalktık. Meğer yanımızdaki masanın hesabını da bize çakmış lokanta! Allah'tan tur arkadaşlarımızdı masadakiler, söylediler, tekrar lokantaya döndük. Hesaplar kitaplar, olay çözüldü. Otobüste herkes "Yarın sizin masanın yanına oturacağız" diye takıldı tabii. Cennet vatandaki enflasyon fiyat algılarımızı yerle bir etti malum, e burada da ilk gün; olacak o kadar… Yemekten sonra, Bandung'da otelimize yerleştik; 2 gece buradayız. Sabah yine hızlı bir kahvaltıdan sonra yola çıkacağız. Endonezya'da bize pek uymayan tek öğün kahvaltı. Basbayağı yemek yiyorlar; etten balığa, sebzeden tatlıya! Allah'tan her otelde yumurta yapıyorlardı da kurtardık biraz. Dönüşte kolestroller tavan yaptı o başka.
Bandung Endonezya'nın en kalabalık üçüncü şehri ve Batı Cava'nın başkenti. Şehir doku olarak Cakarta'dan oldukça farklı. Yüksek bina yok, mimari oldukça güzel. Bu sabah şehrin 25 km kuzeyindeki Tangkuban Perahu yanardağına gidiyoruz. Trafik yine bir felaket ama etrafı gözlemlemek için de oldukça elverişli. Tepelere doğru tırmanırken çok güzel villalar olan mahallelerden geçiyoruz. Buralarda lüks bir villanın fiyatı 2 milyon rupi, yani 130 bin dolar civarındaymış. Gördüğümüz mahallelerde gecekondularla villalar iç içeydi- belki de yeni yeni mutenalaşan semtler buralar. Endonezya'da en zor meslek elektrik teknisyeni olmak herhalde. Yollardaki elektrik tellerinin yoğunluğunu ve karmaşasını kelimelerle anlatmak mümkün değil çünkü.
Tangkuban Perahu halen aktif bir yanardağ. Halk arasında uyuyan dev deniyormuş. En son 2019'da patlamış. Yerel dilde adının anlamı ters dönmüş tekne ve bir efsaneden kaynaklanıyor: Efendim bir zamanlar buralarda Dayang Sumbi adlı bir güzel prenses yaşarmış. Sangkuriang adında da bir oğlu varmış. Oğlu itaatsizlik edince onu sürgüne göndermiş ve üzüntüsü nedeniyle tanrılar kendisine sonsuz gençlik ve güzellik bahşetmiş -yaşasın böyle tanrılar! Yıllar sonra geri dönen Prens Sangkuriang her dem taze annesini tanımamış ve ona aşık olup evlenme teklif etmiş. Annesi ise bir doğum lekesinden oğlunu tanımış ve evlenmemek için bir gecede nehire bir baraj yapıp bir de büyük bir gemi inşa etmesini ancak bu şartla evleneceğini söylemiş. Prens doğa üstü güçlerin yardımıyla sabaha karşı görevi tamamlamak üzereyken annesi bunu görüp şehrin tüm doğu yakasını kırmızı ipeklerle donatmış. Güneş doğdu zanneden Sangkuriang bir tekmede barajı yıkıp tekneyi de ters çevirmiş. Sonuç feci bir sel ve Tangkuban Perahu volkanı… Anlatması benden, inanması da sizden artık…
Çok etkileyici ve biraz ürkütücü bir yer tabii. Devasa bir krater üstelik hâlâ aktif; bayağı da dumanlar çıkıyor içinden. Birden hafif bir yağmur başladı ve biz de Kadıköy çarşısından 90 liraya aldığımız rengarenk yağmurluklarımızı giydik bir heves. Tabii daha sonra bunları giyecek bol fırsatımız olacağını henüz bilmiyorduk. Yanardağın çevresinde birçok dükkan ve seyyar satıcı var ama kahve içecek tek bir yer yok! Belki de ramazan olduğundandır -ne de olsa dünyanın en büyük Müslüman nüfusa sahip ülkesi. Dönüş yolunda Nagrak kaplıca kompleksine uğradık; yine şahane bir bitki örtüsü içinde sıcacık havuzlar. Masaj yaptırmak da mümkün. Ben tabii ki yüzmeyi tercih ettim ama havuzdan çıkınca gümüş yüzüklerimin kapkara olması biraz üzücüydü doğrusu. Meğer kükürt gümüşü karartırmış.
Akşam yemeği öncesi son durak alışveriş olacaktı ama biraz benim tutturmam ve rehberimizin de uygun görmesiyle AVM'nin yerini ünlü Asya Afrika Konferansı Müzesi ve Bandung'un cadde-i kebiri olan Braga caddesini turlama aldı. Bandung'a kadar gelip bu müzeyi görmemek olmazdı çünkü burası çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığına kavuşan ve iki kutuplu dünyaya karşı çıkarak bağımsız kalmayı tercih eden ülkelerin konferansına ev sahipliği yapmış olan bina. Bandung Konferansına 29 ülke katılmış; Güney ve Kuzey Kore, İsrail, Güney Afrika ve Milliyetçi Çin davet edilmezken, 1952'de NATO'ya girerek tarafını belli eden Türkiye konferansa davet edilmiş ve tabii ki batı kampından olduğunu deklare etmiş. Dünya siyasi tarihinde özellikle Bağlantısızlar Hareketinde önemli bir yeri olan bu konferansa ev sahipliği yapan binayı ancak dışarıdan görebildik çünkü kapalıydı. Cadde boyunca katılan tüm ülkeler için taştan birer küre hala duruyor ve üzerlerinde de bayrak var.
Akşam yemeğini otelde daha doğrusu bizim mütevazı otelin bitişiğindeki 5 yıldızlı versiyonunda yemeğe karar verdik. Turumuz makul fiyatlı bir tur olduğu için otellerimiz 3 veya 4 yıldızlıydı ama hep 5 yıldızlı aynı adlı otellerin bitişiğinde idi ve bu lüks otellerin bütün imkanlarından faydalanmak mümkündü. Akşam teras lokantaya çıktık, kimseler yoktu. Resepsiyonist hanım buyur etti, şarap servisi olduğunu ancak Ramazan nedeniyle şarap kadehinde değil renkli su bardaklarında ikram ettiklerini söyledi. Menüdeki birçok seçeneğin de olmadığını görünce bu kez giriş katındaki lokantaya yöneldik ve tüm gezinin en lezzetli yemeğini yeme şansına eriştik. Üstelik şarap da kadehlerde servis edildi. Teras katından giriş katına inince uygulamanın değişmesine şaşırdık biraz.
Endonezya'daki üçüncü günümüz sabah 7.30'da kalkan ve 7 saat sonra Yogyakarta şehrinde son bulacak bir tren yolculuğu ile başlıyor. Şahane bir tren, inanılmaz rahat koltuklar, kocaman camlar, mahalli giysileri içindeki güleryüzlü personel… Mümkünse memlekete uçak yerine bununla dönelim dedik; o derece. Tren kalkarken gar personeli perona dizildi, ellerini göğüste kavuşturarak treni yolcu etti. Ne hoş bir adet. Gözümüzde büyüyen 7 saat, trenin rahatlığı ve manzaranın güzelliği ile 7 dakika gibi geçti. Yol boyunca toprak görmedik; her yer yemyeşil. Pek çok köyden geçtik; mısır, muz, bamya, salatalık, papaya en çok da çeltik ekili idi. Ekili olmayan yerler de cangıl zaten. İnanılmaz bir doğa gerçekten. Trenden iner inmez otobüsümüze atlayıp, Endonezya'nın en büyük, Güneydoğu Asya'nın Angkor Wat'tan sonra ikinci Büyük Hindu tapınağı Prambanan'a doğru yola çıkıyoruz. Prambanan Trimurti'ye adanmış yani üç önemli tanrıya: yaratıcı Brahma, koruyucu Vişnu ve yok edici Şiva. Birçok yüksek mabet ile ortadaki 47 m. yüksekliğindeki ana mabetten oluşan, tipik hindu mimarisinde etkileyici bir tapınak. Unesco Dünya Mirası listesinde. Binaların içine girilebiliyor. Bahçe de muhteşem tabii. Çıkış yoluna doğru giderken gayet modern giyimli ama başı kapalı, masmavi gözlü genç bir kızın dikkatle bize baktığını fark ettim, bir de üstelik "ne bakıyon" dedim komiklik olsun diye. Kız Türkçe "Siz Türkiye'den mi geldiniz" demez mi! Adı Nisa, arkeoloji öğrencisi imiş ve tahmin ettiğiniz gibi Türkçeyi bizim dizilerden öğrenmiş, bayağı iyi konuşuyor. Ben ise geldiğimizden beri sadece Trima Kasi (teşekkür ederim) ve cevaben Sama Sama demeyi öğrendim.
Endonezya'nın kültür ve öğrenci şehri Yogyakarta'ya dönerken birden geldiğimizden beri hiç polis sireni duymadığımızı, hatta hiç polis arabası ve polis memuru görmediğimizi fark ettim. Ayrıca neredeyse klakson sesine de rastlamadık. Ne hoş bir durum…
Bugün Yogyakarta Sultanı'nın sarayına gidiyoruz. Çok şaşırtıcı ama Yogyakarta özel statüde bir eyalet ve sultanlıkla yönetiliyor. Belki çok kısaca ülkenin yönetsel özelliklerinden bahsetmek gerekecek. Endonezya 1945'te bağımsız bir ülke olmuş. Halen başkanlık sistemi ile yönetilen bir cumhuriyet. Çok çeşitli etnik ve dini grupları barındırıyor bünyesinde. 38 vilayete bölünmüş, her vilayetin seçimle gelen bir valisi ve yerel meclisi var. 38 vilayetin 9 tanesi özel statüde, bunların biri de Yogyakarta. Özel statüdeki vilayetlerden biri de Aceh'miş ve şeriatla yönetiliyormuş! Yogyakarta'ya dönersek... 18. yüzyıldan beri devam eden bir hanedan ve halen 10. Hamengkubuwono tarafından yönetiliyor. Sultan aynı zamanda vali, yani burada seçim falan yok! Bir sultan-vali için oldukça mütevazı bir sarayı var doğrusu. Kadınlar kapalı değil. Üstelik Sultanlığın tarihinde ilk kez tahtın varisi bir kadın; Prenses Mangkubumi. Babasından sonra hem sultan hem de vali olacak.
Bu enteresan sarayı ve sakinlerini bırakıp Merapi yanardağına gitmek üzere yola çıkıyoruz. 30 km kadar bir yolumuz var. Merapi Endonezya'nın en aktif yanardağı, yılın büyük kısmında tepesinden dumanlar yükselirmiş. Defalarca patlamış ve felaketlere sebep olmuş. Son büyük patlama 2010'da olmuş, 353 kişi ölmüş 300 bin kişi evlerini boşaltmak zorunda kalmış, küller kilometrelerce uzağa yayılmış. Son küçük patlama da biz gitmeden yaklaşık bir ay önce oldu. Heyecanlı ve biraz da tedirginiz doğrusu.
Otobüsümüz Hargo Binangun'da durdu, burada ciplere bineceğiz ama önce ortalıkta serbest gezen bol miktardaki maymunları beslemek için fıstık alıyoruz. İnanılmaz tatlılar, özellikle de yavrusunu kucaklamış olanlar.
Üçer kişi ciplere biniyoruz. Muhtemelen İkinci Dünya Savaşı'ndan falan kalan cipler bunlar. Marşa basar basmaz feci bir egzos kokusu kaplıyor ortalığı ama eğlenceli. Merapi aktif olduğu için ancak uzaktan seyrediliyor; müthiş güzel bir dağ.
2010'da lavlar altında kalmış ve müze haline gelmiş bir yerleşimi ziyaret ediyoruz. Çok ürkütücü gerçekten. Ciplere atlayıp dönüşe geçiyoruz. Bu kez tam bir turistik safari. Sulara, çukurlara bata çıka otobüsümüze varıyoruz. Bu arada yemek işini ne yapıyorsunuz derseniz hemen hemen öğle yemeğini unuttuk gezi boyunca. Ama rehberimiz sağ olsun bize devamlı egzotik meyve ikramları yapıyor, bizler de yanımızda getirdiğimiz kuruyemiş, bisküvi gibi abur cuburları paylaşıyoruz hep birlikte.
Hem günün yorgunluğunu atmak hem de güzel bir kahve içmek için Meri'nin Kopi Luwak çiftliğine gidiyoruz. Kopi Luwak dünyanın en pahalı kahvesi imiş, çünkü çok özel bir prosesi var! Hollandalılar kahve plantasyonlarında çalıştırdıkları Endonezyalıların kahve çekirdeği almalarına izin vermezlermiş. Tüm lanet sömürgeciler gibi kötüler tabii. Ama insanlar da kahve seviyor, ne yapacaklar? Fark etmisler ki oralarda yaşayan Luwak (palmiye misk kedisi) adli hayvan kahve meyvesini çok seviyor, yiyip çekirdeklerini de def-i hacet ediyor. Toplamışlar bu çekirdekleri, tertemiz yıkamışlar, öğütmüşler ve tadının çok daha güzel, içiminin de daha yumuşak olduğunu görmüşler. Tabii bir süre sonra sömürgeciler de uyanmış ve Kopi Luwak kahvesi dünyaca ünlü olmuş. İçimi gerçekten güzel. Eh Meri'nin ikramı ve tatlı dili için paraya kıyıp ufak birer paket aldık tabii.
Yogyakarta'daki üçüncü ve son günümüz. Bugün ünlü Borobudur tapınağında sıra. Yaklaşık 40 km bir yolumuz var. Borobudur dünyanın tek parça halindeki en büyük Budist tapınağı imiş. Kesin bilinmemekle birlikte MS 750 yılında yapımına başlandığı ve 75 yıl sürdüğü düşünülüyormuş. 14. yüzyıldan itibaren terk edilmiş. Nedeni konusunda rivayet muhtelif. İki büyük yanardağ patlaması olmuş ve tapınak küller altında kalmış. Javalılar Müslümanlığa geçince tapınağa giden kalmamış vb. Muhtemelen hepsi bir arada. Bu tapınak da ünlü sömürge valisi Sir Thomas Raffles tarafından araştırılarak bulunmuş. Bazen iyi şeyler de yapıyor galiba bu kolonyalistler. Defalarca restorasyondan geçmiş. Nihayet 1975 de Unesco el atmış ve Endonezya hükümeti ile ortak bir çalışmaya girişmişler; tabii bir servet harcanmış- wikipediaya göre bugünkü parayla 47 milyon dolar! Restorasyon bitince Borobudur Dünya Mirası listesine girmiş.
Şahane ve devasa bir bahçeden ulaşılıyor tapınağa. Tapınak alanına girmeden ayakkabılar çıkarılıyor ve herkesin ayak numarasına göre bambu terlikler veriliyor. Terlik sizde kalıyor. Bugüne kadar hiçbir yerde böyle bir uygulama görmedim. Bayağı da güzel terlikler, koyduk bavulumuza, getirdik. Unesco bol para vermeye devam ediyor ya da biletler çok pahalı, bilemedim; bizim girişler tur fiyatına dahil çünkü. Tapınağı özel görevli rehberler gezdiriyor. Binaların, stupaların içine girilemiyor ama binlerce rölyeften Prens Sidarta'nın Budaya dönüşümünü izliyorsunuz. Gerçekten çok ilginç ve görülmeye değer bir yer. Budistler için ise hac yeri imiş. Borobudur'da uzunca bir zaman geçirip hem tapınağın hem de güzelim parkın tadını çıkarıp Kamil adlı İtalyan restoranına gidiyoruz. Açlıktan ölmek üzereyiz. Ama değdi aç kalmaya doğrusu. İnanılmaz lezzetli pizzaları birbiri ardına ısmarlıyoruz. Üstelik şarap da var. Bu güzel günü akşam alışverişi ile taçlandıralım derken ilk muson yağmuruna yakalanıyoruz. Yaşasın 90 TL'lik yağmurluklarımız!
Son üç günümüz Bali'de. Yogyakarta havaalanına giderken bu ada ülkede ilk kez deniz görüyoruz! Herhalde bolca yaşanan tsunamiler nedeniyle yerleşim yerleri içerilerde kurulmuş. Hostesler kıpkırmızı ve daracık bir etek ceket giymişler, hepsi birbirinden hoş. Endonezya'da kadın erkek üniformaların vücut hatlarını ortaya çıkaracak şekilde dar olması benimsenmiş galiba; zira trende de bir grup genç askeri öğrenci vardı, onların üniformaları da böyleydi.
Bali havaalanından otobüsümüze binip Beraban bölgesindeki Tanah Lot tapınağına gideceğiz. Hem tapınağı gezeceğiz hem de dillere destan günbatımını izleyeceğiz. Otobüsten inip iki tarafı turistik eşya satan dükkanlarla dolu sevimli dar bir yoldan tapınağa daha doğrusu tapınağın bulunduğu parka varıyoruz. İnanılmaz bir kalabalık, mahalli giysileri içinde Bali'liler, iğne atsan yere düşmez. Meğer Tapınağın kuruluş yıldönümü imiş ve törenlerle kutlanıyormuş. Gerçekten şanslıyız!
Tanah Lot Bali dilinde denizdeki kara demekmiş. Ünlü bir Hindu din adamı ve gezgin olan Dang Hyang Nirartha 16. yüzyılda buraya gelmiş, o gece Tanah Lot kayasının üzerinde yatmış ve ertesi gün balıkçılardan bu kayanın üzerine, deniz tanrıları için bir tapınak yapmalarını istemiş. Böylece Pura Tanah Lot inşa edilmiş. Sular yükseldiğinde tamamen denizin ortasında kalıyormuş. Tapınağı ancak dıştan görebiliyoruz çünkü içine sadece Hindular girebiliyor. Tapınak ve bahçesi gerçekten çok güzel; gün batımı ise tek kelimeyle doyumsuz. Bir yandan törenleri bir yandan günbatımını izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık ama birden muson bastırınca otobüse koşmaktan başka çare kalmadı.
Bali'de ikinci günümüz. Otobüsle Batuan tapınağına gidiyoruz. Zaten Bali'de tapınaktan bol bir şey yok. Allah sizi inandırsın bizim cami sayımızdan fazla. Otobüsten çevreyi gözlüyorum; Bali şu ana kadar gördüğümüz yerlerden farklı, tamamen yatay bir şehir. Rehberimizin söylediğine göre binalar en yüksek ağacın yüksekliğini geçemezmiş. Neyse ki buradaki ağaçlar da alçak. Binalar hindu mimarisine uygun, yollar yine daracık.
Bali'de ergenliğe ulaşan hem kız hem de erkekler için zorunlu olan bir tören varmış. Metatah adlı bu törenle 6 kötülükten korunmak için öndeki altı diş bir din adamı tarafından törpülenirmiş. Uzak durulması gereken bu 6 kötülük ise şöyle: açgözlülük, şehvet, hiddet ve zulüm, sarhoşluk ve çılgınlık, kıskançlık; bilinç bulanıklığı (konfüzyon) ve kötü düşünce. Rehberimizin anlattıklarını dinlerken Batuan tapınağına vardık bile. Batuan tapınağı 11. yüzyıldan kalma imiş ve o da trimurtiye yani Brahma, Vişnu ve Şiva'ya adanmış. Müthiş oymaları olan çok güzel ve büyük bir tapınak. Tapınağa girmeden önce kadınlar da erkekler de sarong giymek zorunda, yani yerel bir uzun etek. Sarong kapıda görevlilerce veriliyor ve bilet parasına dahil. Kadınlara çok yakıştı ama erkekler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim doğrusu.
Batuan köyü ahşap oymacılık atölyeleriyle de meşhurmuş. Gerçekten çok güzel heykeller ve ev eşyaları var. Öyle ki, turdan bazı arkadaşlarımız taşımayı göze alıp kocaman filler aldılar. Ben küçük hediyeler dışında, bakmakla yetindim. Atölyeden yine otobüslere atlayıp Alas Harum adlı bir eğlence parkına gittik. Yine inanılmaz güzellikte, pirinç teraslarının üzerine kurulmuş 8 hektarlık bir tropikal bahçe. Kat kat, kocaman havuzlar, aşırı yüksekten sonsuzluğa doğru uçan çeşitli salıncaklar, hava bisikletleri, kafeler, restoranlar ve Sukarnonun devasa bir heykeli! En rağbet gören bölüm 25 metre yüksekliğindeki salıncaktı. Bu salıncağa binerken isteyenler uçuş uçuş kuyruklu, rengarenk tuvaletlerden de kiralayabiliyorlar. Sallanırken profesyonel fotoğraf çekiliyor. Buyrun size muhteşem bir Instagram hikâyesi. Biz tabii yaşını başını almış insanlar olarak lokantada güzelce yemeğimizi yerken salıncakta sallananları izlemekle yetindik.
Eğlence parkı sonrası sıra geldi Ubud sokaklarında alışveriş yapmaya. Gerçekten güzel mağazalar vardı ve biz de ilk kez hakkını verdik.
Bali'de son günümüz serbest. Hemen kendimizi otelimizin 5 yıldızlı büyük ağbisinin plajına atıyoruz. Deniz pek iyi değil ama bu söylenmişti zaten. Turizm broşürlerinde gördüğümüz o turkuaz renkli şahane plajlar için motorla yakın adalara gitmek lazım ve maalesef bizim vaktimiz kısıtlı. Denizin rengi turkuaz da, dalgalar devasa. Ne yapalım, biz de otelin gerçekten çok büyük ve güzel havuzuyla yetiniyoruz. Tabii ünlü Bali masajını da ihmal etmiyoruz.
10 gün göz açıp kapayana kadar geçiverdi. Şimdi yeni rotalar planlamak lazım. Bu pahalılıkta sık sık geziye gitmek en azından benim gibi emekliler için çok kolay değil ama yine de kafamda kırk tilki dolaşmaya başladı bile. Ne diyelim; mümkün olduğunca kısa sürede yeni yolculuklara…
Kıbrıs'a daha önce hiç gitmedim; doğrusu merak da etmedim. Esas olarak kumar oynamaya gidilen bir yer olduğunu düşündüğümden hiç ilgimi çekmiyordu. Ne kadar yanılmışım…
Geçen sene nisandı sanırım, çok sevdiğim bir arkadaşım aradı; "Seneye kışa Patagonya'ya gidiyoruz hadi sen de gel" dedi. Yol çok uzun, süre kısa -12 gün- ama fiyat uygun. Üstelik pandemi nedeniyle 3 yıldır evlere kapanıp kalmışız ve gidenler küçük ve çok sevdiğim insanların olduğu bir grup. Fazla düşünmedim, ödedim kaparoyu. Zaman hızla aktı, seyahat zamanı gelip çattı...
© Tüm hakları saklıdır.