28 Aralık 2024
Dünyada bu kadar ilginç yer, farklı kültür varken Kanada’ya gitmek de nereden çıktı diyeceksiniz muhtemelen. Efendim, 2019’da Ann Arbor’da ziyaret ettiğimde kızım “Bu küçük kasabada görülecek her şeyi gördün; istersen seneye Toronto’da buluşalım, bana da çok yakın nasıl olsa, yer içer gezeriz ana kız, hem de sen arkadaşlarını görürsün” deyince gelir gelmez Kanada vizesine başvurdum. Uzun bir süreçten sonra 5 yıllık vizeyi kaptım Mart 2020’de kapmasına ama malum pandemi felaketi başladı. Araya başka seyahatler de girince Kanada’ya bir türlü sıra gelmedi. Mart 2025’te vize biteceği için artık gideyim dedim.
Seyahatten önceki hafta beklenmedik tatsız sürprizler çıkınca hiçbir hazırlık, okuma vs. yapmadan kendimi THY Toronto uçağında buldum. Allahtan son on yıldır yılın yarısını Toronto’da geçiren sevgili arkadaşım bir sürü program yapmıştı bile. Tek bir boş yer olmayan uçakta sıkış tıkış 10 saatlik yolculuktan sonra Neslihan’ın bir kondoda kiraladığı 1+1 daireye vasıl olduk. Küçücük ama çok kullanışlı ve göl manzaralı dairede ilk gözüme çarpan camların açılmadığı oldu -sadece 1 minik vasistas var o açılıyor. Yeni kondolar hep böyle imiş, güvenlik nedeniyle desem o da değil çünkü balkon var. Daha sonra karşı binalardaki camlar dikkatimi çekti, çok kirliydiler. Meğer yılda 1-2 kez sildiriliyormuş camlar, zaten açılmayan cam nasıl silinsin?
Toronto’daki ilk güne tramvayla “downtown”a giderek başladık. Eski ve yeni belediye binalarının olduğu ve kocaman Toronto yazan Nathan Phillips Meydanı’nı gezdik, fotoğraflar çektik ve hop on hop off otobüslerden biriyle şehir turu yapmak üzere Dandas Meydanı’na geldik.
Adeta NewYork’taki Times Square ama tabii epeyce daha küçüğü. Bindik otobüse; hem de açıkta ve en öndeyiz. Hava inanılmaz güzel, 25 derece. İklim değişikliğinin bazen böyle hoş tarafları da oluyor işte. Bir yandan etrafa bakıyor bir yandan rehberi dinliyoruz. ‘’Yong caddesi şehri boydan boya doğu ve batı olmak üzere ikiye bölüyor”muş ve “dünyanın en uzun caddesi”ymiş. Tabii döner dönmez kontrol ettim bu iddia doğru mu diye. Maalesef değilmiş Wikipedia’da yazdığına göre (1). Yorkville’den geçerken, rehber eylül ayında bu şık caddelerin, sinema dünyasının birbirinden ünlü oyuncu, yönetmen, yapımcılarıyla dolduğunu söyledi ve neden diye sordu. O kadarını biliyoruz tabii, ne de olsa Toronto Uluslararası Film Festivali dünyanın önemli festivallerinden. Aslında festival zamanı gelmek vardı ama kısmet. Yaklaşık 2 saat sürdü turumuz. Kocaman cam gökdelenler, az da olsa araya sıkışmış eski binalar, sarıdan kırmızıya her tondan yaprakları olan ağaçlarla dolu güzelim parklar, geniş, uzun ve tenha caddeler ve yollarda bol miktarda inşaat! Arkadaşım yıllardır bir metro hattının bitirilemediğini, işlerin çok ağır ilerlediğini söyledi! Her yere bir Ekrem Başgan lazım galiba. Günü Distillery District denilen, aynı bizim Bomonti gibi restore edilmiş eski içki imalathanelerinin olduğu bölgede, şahane bir Meksika lokantasında tamamladık.
İkinci gün sıra adalarda. Toronto malum Ontario Gölü kenarında ve tam karşısında tam 15 tane minik ada var. 1858’de bir büyük fırtına, Ontario Gölü'ne uzanan yarımadayı küçük adacıklara çevirmiş. Adaların arasındaki tekne gezisi, kuğuların da eşlik etmesiyle daha da keyifli hale geldi. Adalarda yerleşim var ama trafik yok. Evler şehre göre çok daha uygun fiyatlıymış ama her daim 500 kişi olurmuş satın alma kuyruğunda, muhtemelen ömür vefa etmiyor almaya. İrili ufaklı marinalardan geçiyoruz, tekneler genellikle minik ve yelkenli. Gölden Toronto gerçekten çok güzel görünüyor. Tam ortada şehrin alameti farikası CN Tower.
Bu telekomünikasyon kulesi, 553 metrelik yüksekliği ile yapıldığı 1976 yılından 2009’a kadar dünyanın en yüksek binası imiş ama sonra Dubai’deki Burj Khalifa birinciliğini elinden almış. Hem manzaranın keyfini çıkarıyoruz hem de bolca fotoğraf çekiyoruz tabii. Dönüşte limanda buz gibi bira eşliğinde abur cubur keyfi yapıyoruz. Bugünkü son durak tarihi St. Lawrence Market. 19. yüzyıl başlarında yapılmış, büyük Toronto yangınında yanınca 1850’lerde yenilenmiş devasa bir üretici pazarı – aslında pek çok ürün ithal; tabii buz gibi Kanada’da pek de fazla bir şey yetişmiyor muhtemelen. Ama gerçekten şahane bir pazar; sebzenin meyvenin en tazesi, peynirin şarküterinin her çeşidi, hamur işleri, balıklar, etler, yiyecek adına ne istersen var. Üstelik yemek yemek de mümkün ama biz yeni yediğimiz için biraz alışveriş yapıyoruz sadece. Ertesi gün Niagara yolcusuyuz; trende yiyeceğimiz sandviçlere şahane malzemeler alıyoruz.
Sabahın köründe trene biniyoruz, yaklaşık iki saatlik bir yolumuz var. Tren son derece konforlu; güzel manzaralara karşı sandviçlerimizi kemirerek zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Bir daha buralara gelemeyiz diyerek paraya kıydık ve en manzaralı otelin en manzaralı odasına yerleştik. Niagara’nın içinde gibiyiz. Hemen, şelalenin dibine kadar giden teknelere binmek üzere yola çıktık. Tekneye binerken yağmurluk veriyorlar ama benim yağmurluğum üzerimde zaten. Yola çıkıyoruz, önce şelalenin ABD tarafı – bayağı dibine kadar yaklaşıyoruz. Tabii akan suyun gücünden sıkı bir rüzgar var ve sular da bayağı ıslatıyor. Arkadaşım ve bir sürü başka insan alt kata iniyor. Ben azimle kalıyorum. Şelalenin at nalı tabir edilen Kanada tarafına gelince gerçekten adeta bir Nuh tufanı yaşıyoruz. Nasıl bir güçle dökülüyor, gerçekten inanılmaz. Fotoğraflar asla bu ihtişamı yansıtmıyor. Aklıma çocukluğumun kovboy filmleri geliyor, hep şelalenin arkasından kaçardı birileri. Neyse dönüşe geçiyoruz. İçimiz dışımız sırılsıklam. Allahtan hava güzel ve güneşli. Üstümüzdekileri fora edip kafeye oturuyoruz ve biraz kurumaya çalışıyoruz. Gerçekten görmeye değer bir yer Niagara. Gece de renkten renge aydınlatılıyor. Manzaranın güzelliği kesinlikle kıydığımız paraya değdi.
Sabah kahvaltı sonrası Über ile yakınlardaki Niagara on the Lake -göl kıyısındaki Niagara- kasabasına gidiyoruz. Şoförümüz Hintli yaşlıca bir adam- seyahat boyunca şoförlerin hemen hepsi Hintli ya da Türk veya Kürt idi zaten. Çok uzun yıllar Amerika’da yaşamış sonra Kanada’ya yerleşmişler ailecek ama Amerika’yı çok sevdiği için bu sınır kasabasına yerleşmiş. Sık sık gidiyormuş gezmeye. Kasaba çok sevimli; 2 katlı bahçeli evler, bahçelerde şahane ağaçlar ve çılgın Halloween süsleri, küçük sevimli dükkanlar ve hatta faytonlar ile geçmişe bir yolculuk gibi. Niagara gölü kenarında yürürken sonunda uzaklardan bir kale gördüm ve Ontario Kurtları’nın kalesi olduğuna karar verdim. Siz de öyle kabul edin lütfen. Kaptan Swing ve Gamlı Baykuş’a bir selam çaktık hemen tabii.
Ertesi güne biraz geç başladık. Öğle yemeğinde Cüneyt’in -yine liseden çok sevdiğimiz bir arkadaşımız- davetiyle Çin mahallesi civarında bir Portekiz lokantasına gittik -Toronto’nun galiba en hoş taraflarından biri dünyanın neredeyse bütün mutfaklarını deneme imkânı olması. Yemek sonrası dolaştık etrafı. Çinliler en önemli azınlıklardan ve her yerde olduğu gibi toplu olarak kendi mahallelerinde oturuyorlar. Manavları, bakkalları, kendilerine has dükkanları ile tipik bir Çin mahallesi ama şehrin göbeğinde olduğu için mutenalaşmaya ve mülkiyet yapısı değişmeye başlamış. Genel olarak şehirde en çok göze çarpan azınlık ise Güney Asyalılar-Hintliler, Pakistanlilar, Sihler. Zaten oran olarak da Güney Asyalılar, Avrupa kökenlilerden hemen sonra geliyormuş. Avrupalılar arasında ise İrlandalı oldukça fazla imiş; 1800’lerin ortalarındaki Büyük Kıtlık neticesinde göç etmişler ve şehrin kurucularından olmuşlar.
Günün son programı AGO -Toronto’nun modern sanat müzesi. Binası muhteşem; mimarı ünlü Paul Gehry imiş. Müze koleksiyonu daha çok Kanadalı sanatçıların eserlerinden oluşuyor. Çok etkileyici diyemeyeceğim açıkçası. İnuit sanatçıların eserleri ilgimi çekti en çok. Kendi halklarının ya da Kanada deyişiyle İlk Halk-First Nation sorunlarını işlemişler hep; alkolizm, barınma, intihar vb. Bu sanatçılardan Kent Monkman “otokton yerli halkla ilgili tarihi resimler yapmanın zamanı geldi; bu olaylar hâlâ yaşanıyor. Kolonyalizm hayatta ve güçlü” diyor bir resim alt yazısında. Kolonyalizm eriştiği her yerde doğanın ve insanların posasını çıkardıktan sonra “ay biz biraz ayıp ettik galiba” diyerek ayıp ettiklerine müzelerde yer veriyor; sokakları hatta şehirleri orijinal adlarıyla anıyor. Toronto adı da Mohawk dilinde ‘suda yetişen ağaçların olduğu yer’ anlamına gelen Tkaronto isminden geliyormuş. İngilizler 1787 de bugünkü Toronto’nun büyük bir kısmını bir miktar para, biraz silah, 24 adet pirinç çaydanlık, 120 ayna, 24 tane dantelli şapka, 96 galon rom vb. karşılığı almışlar! Bu arada yerliler topraklarını kiraladıklarını sanıyorlarmış gariplerim. Gerçi sonradan uyanmışlar da taa 2010 da epeyce bir miktar para ödenmiş ‘İlk Halk’a (2). Nüfusları 2021 itibarıyla yüzde 1 bile değil kendi topraklarında. Diyorum ya beyaz adamın yatacak yeri yok.
Dönüşte otobüs beklerken Queer Market açılış afişini görüyoruz ve ertesi günün programı belli oluyor. Kahvaltı sonrası Gay mahallesine doğru yola koyuluyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi çok renkli bir yer. Gökkuşağı renklerinde yaya geçitleri, cıvıl cıvıl boyalı binalar; ama sokaklarda da ilginç insanlar diyemeyeceğim çünkü şehrin hemen her yeri gibi burası da gayet tenha. Neyse ki Queer Market’in kurulduğu Barbara Hall Park epeyce kalabalık -buraya göre tabii. Standlar arasında dolaşıyoruz, izin alıp fotoğraf da çekiyoruz. Kesif bir koku var, millet esrar tüttürüyor rahatça çünkü esrar satışı serbest Kanada’da. Adım başı bir canabis-esrar dükkânı var hem de her semtte, neredeyse teşvik ediliyor diyeceğim. Sigara ise cızzz tabii ki. Kokudan ve dumandan biz de neredeyse içmiş kadar olduk ki Drag Show başladı.
Eğlenceliydi bayağı; üç gösteri izleyip ayrıldık.
Sıra bizim Nişantaşı’na tekabül eden Yorkville’de. Son derece şık caddeler, birbirinden hoş dükkanlar ve tabii şık giyimli insanlar. Chanel, Prada, Le Boutin ne ararsanız var. Markaların arasında da lüks oteller, güzel lokantalar, kafeler. Zaten bizim akşam yemeği de burada Yamato adlı bir Japon restoranında. Çok bayılmam aslında Japon mutfağına ama bu gerçekten güzeldi. Hem yemekler hem her masa daha doğrusu ocakbaşında ahçıların şahane gösterisi, hem de -biraz kırıklığım olduğu için- sıcak sake pek hoşuma gitti.
Montreal’e gitmeden önceki birkaç günü sakin geçirdik. Evin hemen yakınındaki güzelim Lake Shore Parkı’nda uzun yürüyüşler yapıldı; sincaplar, kuğular izlendi ve Royal Ontario Museum-ROM’a gidildi. ROM ya da Ontario Kraliyet Müzesi 1914 yılında açılmış. Mimari olarak klasik bir Avrupa Müze binası ama yetersiz kalınca Louvre’un piramitlerini andıran, camdan yapılmış Kristal adlı bölüm ilave edilmiş.
Pek de hoş olmuş doğrusu. Müze enteresan; tabii ki tüm gelişmiş batının müzeleri gibi Bizans, Yunan, Mısır, Çin’den araklanmış eserlerin yanı sıra yarı mamul dinozorlardan yarasalara, fosillerden kuşlara pek çok çeşidi barındıran bir müze. Tabii kendi kolonyal tarihlerinden özeleştiriyi de kapsayan yerli halkla ilgili bir bölüm de var. Benim en çok ilgimi onlar çekti yine, en azından buraya ait. Antik çağ koleksiyonu ise özellikle bizim gibi ülkelerden gelenler için oldukça zayıf.
Ve artık ver elini Montreal. Yine sabahın köründe trene biniyoruz. Bu kez yolumuz uzun, tren de Niagara treni kadar lüks değil. Koltukların yarısı düz yarısı ters nedense. Neyse ki biz gittiğimiz yönde oturuyoruz. Genel olarak güzel ve insansız bir doğada yol alıyoruz. Ne de olsa yüzölçümü olarak dünyanın en büyük ikinci ülkesi; nüfus yoğunluğu da oldukça düşük tabii. Montreal’de bizi Selma ve Suat karşılıyor. Selma benim ilkokul öncesinden arkadaşım, kardeşim gibi. Üstelik kolejde ve Boğaziçi’nde de beraberdik. Eşi de yine Boğaziçi’nden arkadaşımız. Uzun yıllardır burada yaşıyorlar. Sarılıp hasret giderme faslından sonra hemen gezmeye başlıyoruz. Ne de olsa hepi topu üç günümüz var. İlk durak şehrin adını aldığı Mont Royal tepesi. Sarıdan kırmızıya rengarenk bir koruda, birbirinden güzel saray yavrusu evlere bakarak tepeye tırmanıyor ve şehri kuşbakışı görüyoruz. Manzara harika.
Montreal bir adaymış ve köprülerle ana karaya ve başka adalara da bağlıymış. Sonra arabayla uzun bir şehir turu yapıyoruz. İlk izlenimim ‘bu şehir tatlı’ oluyor. Öyle her tarafta camdan kuleler yok; sadece şehir merkezinde. Diğer taraflar kendine özgü bir yatay mimari. Burada da parklar çok ve binalar da yüksek olmadığı için ağaçlar çok daha hâkim şehre. Bir de sanki sokaklar daha kalabalık. Akşam yemeğinde Reuben’s adlı restoranda Montreal’in meşhur füme etleri tadılıyor. Lokanta tıklım tıklım. İki çok meşhur yer varmış bu konuda, ikinciyi de ertesi akşam tattık ve bence daha güzeldi ya da bizim damak tadımıza daha uygun. Aklınızda bulunsun, yolunuz düşerse ilk tercih Schwartz olsun yani…
Ertesi sabah eski şehre yürüdük. Güzel sokaklar, taş binalar, pek çok kafe ve hediyelik eşya dükkânı… Toronto’da sokak ve cadde isimleri hep King ya da Queen idi, burada da Saint nedense. Yürürken şehrin en eski meydanı Place d’Armes a geliyoruz. Şehrin kurucusu Paul de Chomeday adına bir kocaman heykel var. Esas heykelin dört bir köşesindeki heykelciklerden biri de binlerce yıldır burada yaşamış olan yerlilerden birinin muhtemelen temsili heykeli. Dertli dertli düşünmekte. Nasıl düşünmesin, binlerce yıllık av arazileri Fransızların kürk ticareti nedeniyle ellerinden gitmiş. Beyaz adam modernleştikçe müzelerde falan yaptıklarından özür diliyor sözüm ona ama bunları bilfiil yapanların heykellerinden de vaz geçemiyor!
Eski şehirde şahane bir kahvaltı yaptıktan sonra arkadaşlarımızla buluşup Saint Denis Caddesine gittik- Kanadalı tasarımcıların showroomları, butikleri, hoş kafeler ve restoranları ile şık ve canlı bir cadde. Selma bizi çok sevdiği bir yere götürdü, Saint Louis Meydanı. Kare şeklinde küçük şahane bir park ve etrafında restore edilmiş eski ve çok estetik 2 katlı evler. Varlıklı bir bölge olduğu aşikar. Yıllar önce arkadaşlarım ilk geldiklerinde bu park keşlerin, evsizlerin mekanı imiş; evlerin de çoğu dökülüyormuş. O zaman da bayılmışlar ama küçük çocukları da olduğu için cesaret edememişler burada oturmaya. Sonra sanatçılar yerleşmeye başlamış tabii akabinde de hali vakti yerindeler -tipik bir mutenalaşma süreci yani. Bu arada Toronto’da da Montreal’de de ciddi miktarda evsiz var. Parklara kurdukları çadırlarda yaşıyorlar ama kışın buna izin verilmiyormuş soğuk nedeniyle. Onlar ise eşyalarını yanlarına almalarına izin verilmediği için barınaklara gitmek istemiyorlarmış. Zor hayatlar. Aslında bir sosyal devlette bu kadar evsiz bana garip geldi. ABD’de çoktur ama orası zaten vahşi kapitalizm. Burada neden var bilemedim. Belki de zannettiğimiz kadar sosyal değil devlet.
İkinci günümüze La Plateau’da başlıyoruz. Burası sanatçılar, akademisyenler, hali vakti yerinde öğrencilerin yaşadığı en ‘cool’ mahalle imiş. Leonard Cohen’in bir zamanlar yaşadığı ev de bu mahallede, gelip de görmemek olmaz tabii. Güzel bir kahvaltıdan sonra o sokak senin bu sokak benim dolaşıyoruz. Gerçekten çok güzel bir mahalle. Pek çok yerde muraller göze çarpıyor. Bir hediyelik eşya dükkanına giriyoruz. Minik birkaç hatıra alıp kasada öderken kasadaki kız nerelisiniz diye soruyor; İstanbul deyince tahmin etmiştim diyor . Nasıl sorusuna ise “Dizilerinizden dilinize aşinayım” diye cevap veriyor. Aman tanrım -burada da mı Türk dizileri-gerçekten inanılmaz. Sağolsun Google Maps, Cohen’in evini buluyoruz ama bir tabela bile yok binada. Belli ki halihazırdaki sakinleri evlerinin çok popüler olmasını istemiyor.
Akşam DieseOnze adlı bir caz klübüne gidiyoruz. Malum Montreal her yıl dünyanın en büyük caz festivaline ev sahipliği yapıyor. Haziran sonu temmuz başı olan bu festivalde sadece biletli konserler değil pek çok da sokak ve meydan konserleri yapılıyormuş ve inanılmaz güzel oluyormuş. Üstelik de bu faaliyetlerin çoğu bizim otelin de üzerinde olduğu Saint Catherine caddesi üzerinde ve civarında yapılıyormuş. Madem festival zamanı gelmedik bari bir caz klübüne gidelim dedik ve çok da iyi ettik. Menü Fransızca olduğu ve garsonun İngilizcesi de benim Fransızcadan beter olduğu için yanlış yemekleri seçsek de müzik harikaydı. Klasik müzikle cazı harmanlayan Matt Herkowitz Trio’yu büyük bir keyifle dinledik.
Son günümüz yine güzel bir kahvaltıyla başladı. Sonra Marche Atwater’a yani buranın üretici pazarına gittik. Yine her çeşit yiyecek, şarküteri, sebze meyve tezgahları arasında dolaşırken pırasaların büyüklüğüne inanamadım, bileğimden kalındı. Hafta sonu olduğu için çoluk çocuk aileler de bruncha gelmişti belli ki. Yeme içmeyi onlara bırakıp Banksy sergisine gittik. Dünyayı dolaşan sergi şansımıza Montreal’deymiş. Üç kata yayılmıştı ve bildiğim kadarıyla Banksy’nin en geniş kapsamlı sergisiydi. Çok hoştu gerçekten. Sizce Banksy tek kişi mi yoksa bir ekip mi?
Son olarak Montrealin yeraltı dünyasına daldık. Durun canım, sandığınız gibi değil. Kışın hava çok soğuk olduğu için yerin altında da bir dünya yaratmışlar. Yeryüzüne çıkmadan işten eve gitmeniz, alışveriş yapmanız, metroya binmeniz mümkün. Çok benzer bir örneğini de Singapur’da görmüştüm; tabii orada tam tersine, aşırı sıcak ve nem nedeniyle, insanlar köstebek gibi yeraltında dolaşıyordu.
Artık Torontoya dönüş zamanı. Trene biniyoruz; yerlerimiz aynı fakat heyhat bu sefer ters gidiyoruz. Anlaşılan bu tren bizim Karaköy tüneli gibi, dönüş yapmıyor, onun için koltukların yarısı düz yarısı ters. Beş saat ters gitmek de pek hoş olmuyor doğrusu.
Kanada’daki son günümü Toronto’nun Lesliville adlı bölgesinde, o sokak senin bu sokak benim dolaşarak geçiriyoruz. Burası hiç yüksek bina bulunmayan, bir kısmı yeni bir kısmı restore edilmiş iki katlı bahçeli evlerden oluşan hoş bir semt. Yine bol ve güzel ağaçlı, yine az insanlı. Bu oldukça klasik mahallede üçüncü jenerasyon bir kafede mola veriyoruz. Akşam yemeği bir Tay restoranında. Biraz erkence gidiyoruz -iyi ki- zira rezervasyonumuzu bulamıyorlar. Yarım saat bekledikten sonra oturabiliyoruz ancak. Sokaklar tenha ama lokantaların hepsi full. Yine çok güzel bir yemekle bu gezi defterini kapatıyoruz. Yarın ver elini ‘İstanbul mon amour.’
Hoşça kal Kanada, hoşça kalın çok sevgili arkadaşlarım, muhteşem ev sahipliğiniz için hepinize sonsuz teşekkürler. Siz de hoşça kalın Kaptan Swing, Gamlı Baykuş, Puik. Görüşemesek de çok andık sizi…
1. 1999’a kadar Guiness rekorlar kitabında da yer alan bu bilgi genel bir yanılgı imiş ve 86 km olan Yong caddesinin Ontario 11.otoyolu ile birleşmesiyle 1896 km olarak ölçülmesinden kaynaklanıyormuş. Wikipedia Yong Street
2. Wikipedia ,History of Toronto
Botanik bahçesi, Tangkuban Perahu ve Merapi yanardağları, Hindu tapınakları Prambanan ve Borobudur, Kopi Luwak kahvesi ve dahası ile adalar ülkesi Endonezya'ya yolculuk...
Kıbrıs'a daha önce hiç gitmedim; doğrusu merak da etmedim. Esas olarak kumar oynamaya gidilen bir yer olduğunu düşündüğümden hiç ilgimi çekmiyordu. Ne kadar yanılmışım…
Geçen sene nisandı sanırım, çok sevdiğim bir arkadaşım aradı; "Seneye kışa Patagonya'ya gidiyoruz hadi sen de gel" dedi. Yol çok uzun, süre kısa -12 gün- ama fiyat uygun. Üstelik pandemi nedeniyle 3 yıldır evlere kapanıp kalmışız ve gidenler küçük ve çok sevdiğim insanların olduğu bir grup. Fazla düşünmedim, ödedim kaparoyu. Zaman hızla aktı, seyahat zamanı gelip çattı...
© Tüm hakları saklıdır.