Bugün köşemi sevgili dostum Fehmile Danış'a bırakıyorum. Fehmile de yüz binlerce Kürt gibi bu savaşta evini kaybedenlerden. O "baba evini" kaybetti. "Baba evini" kaybedenleri duyup hissedebilesiniz diye...
***
Hepiniz bilirsiniz. Çocukken kendimizi en rahat hissettiğimiz; dünyanın bütün o karmaşasından kurtularak, anne-babamızın o sevgi dolu sıcak kucağına sığındığımız; oradayken kötülüklerin bize ulaşamayacağına inandığımız, ilk gençlik yıllarında tüm hayallerimizi en saf halimizle kurduğumuz; evlenip de çoluk çocuğa karıştığımızda (yani sorumluluk sahibi birer ebeveyn olup olgunlaştıktan sonra) dahi, artık çocuklarımızla birlikte kendi çocukluğumuzun keşfine ve izlerine doğru yolculuklar yaptığımız, bayramlarda bahçesindeki ağaçlar altında,cümbür cemaat kardeşler ve yeğenlerle kaynaşıp kahkahalar attığımız, yeri geldiğinde ağladığımız, yani her şey ve her yerden sonra –yine yeniden- dönüp durduğumuz bir “baba evi” vardır ya…
İşte, 1 Mart 2107 Çarşamba günü, benim ve 7 kardeşimin bu “baba evi”mizi yıkıp, yerle bir ettiler. Yeniden doğuşun ve yaşamın simgesi olan mart ayında ”baba evimiz” acı-tatlı tüm anılarımızla birlikte toprağa gömüldü, bir iş makinası tarafından acımasızca… Hem de güya “kamu yararı”gereği.
Kaç zamandır, sokağa çıkma yasaklarındaki her tür yıkıma dayanan ama o yıkık-dökük haline rağmen tek başına kalsa bile, bahçemizden geriye kalan tek bir çam ağacının da kendisine eşlik edercesine vefalı duruşu ile ayakta kalan “baba evim” yerle bir edildi, bu bahar mevsiminde…
Kaç zamandır, ”az hasarlı” olarak tespit edilmesine rağmen, yine de yıkılacağına kesin gözüyle baktığımız ama insanız ya işte, “bir umut, bunun olmayacağına” kendimizi inandıran bizler; bu göz göre göre gelen sona karşın hiçbir şey yapamadık.
Bilinsin ki yerle bir edilen sadece “baba evimiz” değil… Yıkılıp yerle bir edilen kardeşlerimle birlikte bu evde geçen “çocukluğumuz”, ”ilk gençliğimiz”, ”hayallerimiz”dir. Bir daha ayağa kalkamayacak ve hiçbir zaman eski mutlu günlerdeki gibi olamayacak şekilde hem de…
Kimilerine göre bu yıkılan sadece bir ev. Yani değeri parayla ölçülebilen ve telafisi mümkün olabilen bir şey. Ama söylemek isterim ki yıkılan sadece bir ev değil, kesinlikle çok daha fazlası… Yıkılan aslında gençliğim, geçmişim, yaz geceleri damında izlediğim yıldızlı gökyüzünde hayalini kurduğum geleceğim… Evimden uzakta üniversite okuduğum yıllarda duyduğum özlemle tatilleri iple çekerek; kardeşlerime, anneme-babama, anne yemeğine duyduğum hasretim… Toz toprak altında bırakılan sadece sıradan bir ev değil bahçesindeki ağaçlarıyla birlikte sesi soluğu kesilen… Yıkılan, annemin ve babamın yıllarca çocuklarının gelecekleri için, çektikleri çilelerle -ahlarının bir bütünü… Yerle bir edilen, onların binbir emek ve zahmetle,kıyıda köşede biriktirdikleri...
Yıkılan şey, sadece bir ev değil… O ev, annemle babamın, büyük umut ve sevinçlerle harcını kardıkları, 8 çocuğa sıcak bir yuva sağlayabilmenin sevinciyle tuğlalarını çoluk çocuk bizzat taşıdıkları; yıllar yılı kirada kalan ve artık kendilerine ait bir ev özlemiyle yanıp tutuşan ailemizin mutluluk rüyasıydı…
İşte bu nedenledir ki, sadece bir ev olmayan,ailem için çok daha fazlası olan “baba evimin”; son 1 haftadır nedenini bir türlü anlamadığım kabuslar eşliğinde yıkıldığını görerek, nefessiz bir şekilde uyanmam…
Ben, o evde yaşadım pek çok sevinci ve acıyı… Geleceğime dair hayalleri orda kurdum. Okula her sabah şafak vaktinde giderken yürüdüğüm, mahallemizin o en uzun sokağında kendi kendimi dinlerdim hep... Hayallerimi,umutlarımı o evde diri tutardım,umutsuzluklarımla beraber kimi zaman… O evde çalıştım, geleceğime olumlu bir yön verebilmek için…Evlendikten sonra o evden ve ailemden, kardeşlerimden ayrılacağım için üzülerek, en çok özleyeceğim şeylerden birinin de “yazın damda uyurken seyrettiğim ve kendime gökyüzündeki bir yıldızı seçerek,onu bahçemizdeki ağaçların rüzgarda ninni söyler gibi salınışları eşliğinde izlemek” olacağını düşünürdüm. Ama zaman bana oradaki pek çok şeyi özleyeceğimi öğretti…
Kardeşlerimle beraber, hayal kırıklıklarımız, kardeş kavgalarımız, kardeşler arasındaki birbirimize arka çıkmalarımız, arkadaş sohbetlerimiz, komşu ziyaretlerimiz, kaşık seslerinin birbirine karıştığı kalabalık yer sofralarımız, kısacası o an için belki de değerini bilemediğimiz pek çok anımız, bu evde geçti.
Bu baba evindeki bahçemizin ve bahçemizdeki ağaçların da bizim için, ama en çok da annem için değeri çok büyüktü. ”Baba evimi “ yıkarak, sadece geçmişin puslu nefesini değil; bahçesinde her çeşit meyve ağacının olduğu, bir odasının penceresinden elinizi uzattığınızda koparabileceğiniz uzaklıkta bir armut ağacının, diğer bir odasından ise her tarafa gölgesini salan ceviz ağacının, asma çardağının, renk renk çiçeklerin, evin ikinci katındaki balkonuna kadar tırmanmış ve görsel bir şölen yaşatan begonvilin,yerlere kadar eğilmiş nar ağacının, içinizi ferahlatan kokusuyla limon ağacının, görünüşüyle hayranlık uyandıran zeytin ağacının da, soluğunu kestiler…
“Baba evimi” yıkarak annemin neredeyse tüm çocuklarını içinde sallayarak uyutup büyüttüğü demirden beşiği, yaz geceleri salladığı evini, her sabah tandıra ekmek yapmaya giderken sokakta gördüğü komşularıyla hal –hatır sorduğu sokağını, yıllarca gurbet ellerde binbir zorlukla ve 8 çocuğuyla kıt kanaat geçindikleri maaşlarından arttırabildikleri birikimlerle yaptıkları yuvasını, tutkuyla bağlı olduğu toprağıyla uğraşıp çapalarken nasır tutan elleriyle harcadığı emeğini, bahçesinde çektiğimiz fotoğraflara doğal ve rengarenk bir fon oluşturan güllerini, en küçük oğluyla beraber kahkahalar eşliğinde gölgesinin altında oturduğu ve narlarını koparıp yiyerek, adeta küçük oğluyla çocuklaşarak çocukluk günlerine döndüğü bahçesindeki mutlu zamanlarını, yıktılar… Babamın da uzun yıllar çalıştıktan sonra, emeklilik günlerini huzurla geçireceği planlar yaptığı evini, kısacası annemle babamın tüm hayallerini yıktılar… Ahir ömürlerinde, onları ne teselli eder şimdi? Bir örnek yapılacak binalar ya da, dört duvar arasına sıkışıp kalacakları daireler mi?Hiç sanmıyorum….
Bazı bazı kardeşlerimin paylaştığı “baba evi”mizin uzaktan çekilmiş olan fotoğraflarına baktığımda çocukluk ve ilk gençlik sığınağım olan bu evimizin o içler acısı halini gördüğümde kalbimin hızlı hızlı çarparak tarifsiz bir acının yüreğimi mesken tutmasına ve gözyaşlarımın akmasına engel olamazdım…
Birkaç kere de bulunduğu yere, uzaktan bakarak, gelecek olan kaçınılmaz ve üzücü sonu düşünmeden edememiştim.
Ve uzaktan veya fotoğraftan baba evime her baktığımda; sanki o kırık dökük haliyle inceden inceye -yüreğimle duyduğum- bir sesle; herkesten yardım istediği gibi, tuhaf bir hisse kapılmıştım. Öyle ya insan çocukluğunu geçirdiği yerlere, daha da fazla anlam biçer ve çocuklukta yaşadığı her şeye devasa bir önem verir ya hep… İnsan ne kadar büyüse ve ne kadar uzaklaşsa da çocukluğunun geçtiği yerden, oraya bir kez döndüğünde veya orda geçen anılarıyla beraber hatırladığında dahi; sanki kolunu kanadını kıran bir şey vardır ya orada,tam olarak anlam veremediği… Ama iliklerine kadar hissettiği…Yüreğine belli belirsiz bir sızı saplanıp kalır ya, engel olamadığı… İşte böylesine bir histi benim hissettiğim, fotoğraflarına bakınca “baba evimizin...” Ama maalesef, izlemek ve üzülmek dışında bir şey yapamamıştım…
İşte bu nedenle bu yazım çaresizliğin gölgesinin, geçmişe duyulan özlemle cebelleşen iç çekişlerin, gölgesinde yattığım bahçemizdeki ağaçların ruhuna duyduğum vefanın, kısacası çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma geç kalmış bir vedanın, kelimelere dökülmesidir…
Yazmak insanın içindeki acıları alır, umutsuzluğu azaltır derler…Azalır ve dağılırmış dertler yazdıkça… Ama her nedense böyle olmadı bu sefer,yazdıkça hatırlıyorum geçmişi… Sökün ediyor aklıma, parça parça anılar… Yazdıkça derinleşiyor acılar… Daha bir gün yüzüne çıkıyor umutsuzluklar,yaşanmamışlıklar…Eski günlere özlem ve o eski günlerin geri gelmeyeceğine dair düşüncelere kapılıyorum daha da çok, bu yazıyı yazdıkça… Bu kez, hep yapmaya çalıştığım gibi, umut aşılayamıyorum kendime bu yazıyla…
Bu yazı bir veda bile edilemeden ayrılınmış, elden bir şey gelmeden tüm anılarla birlikte yerle bir edilmiş olan “baba evimde” geçen çocukluğuma/ilk gençlik yıllarıma, hasret dolu bir selamdır…
Çünkü her insan geçmişiyle kökleriyle insandır. Sorarım şimdi, sizlere… Yerle bir edilen,toza toprağa gömülen, o geçmişi düşünün bir an… Yarım yamalak bir ruhla hayata devam edecek olan bireyleriz şimdi, ailemle birlikte… 7 kardeşimle birlikte hepimizin çocukluğu,ilk gençlik yılları, o dönemki hayallerimiz, umutlarımız bilinmez bir boşlukta askıda gibi artık… Kimse duymaz mı ki; boş tarlalara yankısı vuran,belli belirsiz cılız seslerini anılarımızın ve şimdi bize çok uzak olan çocukluğumuzun… Bu kadar mı acımasız hayat? Evet, belki de şu an eskiden kurduğum hayallerimdeki yerdeyim. Ama geçmişi puslar ardındaki bir gelecek, rüzgarlı bir denizde savrulan bir kayık gibi değil midir? Nedendir bu yaşanan her şeyi bir çırpıda silerek, hiç yaşanmamışçasına anlamsızlaştırma çabası?
Hani insanlar, yaşadıkları ortamla birlikte gelişir ve her şeye anlam verir ya! Hani tüm bitkiler ve hayvanlarla bir bütün içinde, ruh ve anlam kazanır ya, her şey! Yaşama bağlı köklerimizle, aramızda köprü olan şey; çocukluk/gençlik anılarımız ve hayallerimizdir ya! İşte bu köprü yıkıldı 1 mart 2017 tarihinde, benim ve 7 kardeşim için… Bir daha asla geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde hem de …Ve geride bir de “baba evimin“ toprağına, eski günlerindeki “mutlu bir anne ve küçük oğlunun, şen kahkahalarıyla birlikte” donmuş bir fotoğraf karesi gibi sonsuza dek derin bir sızı olarak karışan -yalnız bir nar ağacının-toprakta gömülü olan köklerinde saklı duran- kimsesiz ahı- kaldı yarınlara…. Duyup, hissedebilene…