İstanbul Tarlabaşı’nda otobüsün egzos dumanıyla ısınmaya çalışan Suriyeli kızın resmi Suriyeli göçmenlerin bugün Türkiye’deki durumlarının çarpıcı bir göstergesiydi. Twitterdan paylaştığım bu resim sonrası gelen “o resmi bilerek vermiştir”, “yeter bu kadar misafirlik”, “evlerine dönsünler” gibi yorumlar, toplum olarak ne kadar “ırkçı” olduğumuzu bir kez daha gözler önüne seriyordu.
Tam da aynı gün Boğaziçi Üniversitesinde BÜKAK (Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü) ve Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nin organize ettiği “Türkiye Artık Göçmenler Ülkesi” konulu panelde Şenay Özmen, Chiara Rambaldi ve Zahide Daş ile Türkiye’ye gelen Suriyeli, Ezidi, Kobaneli, Iraklı, Afgan, Afrikalı göçmenlerin durumunu tartışıyorduk.
Uzun yıllardır Suriyeli göçmenler üzerine çalışan, Antep’te saha araştırmaları yapan ve şuan İstanbul’da kurulan Hamiş Suriye Kültür Evi aracılığıyla Suriyeli göçmenleri desteklemeye devam eden Şenay Özmen, Türkiye’de henüz geçen ay genelgesi çıkan Suriyeli göçmenler için çıkarılan “geçici koruma” statüsünü anlatıyordu.
Geçici koruma kanunu sadece Suriye’den gelen göçmenleri kapsıyor: Suriye vatandaşları ve Suriye’den gelen vatansız (vatandaşlık hakları alınmış Kürtler) ve mültecileri (Suriyedeki Filistinli mülteciler). Bir açıdan artık Suriye’den gelen 2 milyonu aşkın göçmen için bir kanun olması olumluyken öte yandan kanunda geçici koruma statüsünün ne zaman ve hangi koşullarda biteceğine dair bir açıklama olmaması ciddi bir eksiklik. Kanunda yer alan “Türkiye’nin milli güvenliğine tehdit oluşturmaması ….” gibi kavramlar da oldukça tartışmalı, milli güvenlik tehdidinin kapsamı nedir ve kim bir tehdit olduğuna karar verecek gibi belirsiz birçok nokta kanunda mevcut. Suriyeli göçmenlerin gelecek umudunu kıran önemli bir durum da bu geçici koruma statüsü bittiğinde Suriyelilerin kalıcı bir statüye sahip olup olamayacaklarının belli olmayışı.
Hükümetin Suriyeliler göçü başladığında buna çözüm arayışı yerine, ortaya attığı “misafirlik” söylemi tam tersine dönerek Suriyelilere yönelik düşmanlığı arttıran bir söyleme dönüşmüş durumda. Şenay Özmen özellikle Antep’te yaptığı saha araştırmasında en çok şu 3 cümleyi duyduğunu vurguluyor:
“Misafirse misafirliğini bilsin”
“Misafir dediğin bu kadar uzun süre kalmaz”
“Misafir yatak odasına kadar girmez”
Özmen, yaptığı görüşmelerde Anteplilerin sık sık misafir söylemine atıfta bulunularak şunları dile getirdiklerini belirtiyor: Suriyeliler misafirlerse istediğimiz gibi yaşasınlar, çocuklarını parklara getiriyorlar, biz onları parklarda görmek istemiyoruz, bizim verdiğimiz süre boyunca kalsınlar, onları şehirlerde görmek istemiyoruz, kamplara götürsünler… Kısacası, hükümet üyelerinin sık sık dile getirdiği “Türk halkının misafirperverliğinin” pek de işlemediğini söylemek mümkün. Bu “misafir” söylemi hak temelli bir mülteci anlayışının oluşmasını da engelliyor.
Mültecilerle dayanışan bir diğer örgüt Caritas’ın temsilcisi Chiara Rambaldi’nin İstanbul’daki Suriyeli, Iraklı, Afgan ve Afrikalı mültecilerin çalışma, dil, barınma, eğitime erişim, sağlık gibi yaşam koşullarına ilişkin çizdiği karanlık tablo, bu insanlara uygulanan fahiş kira bedelleri, uğradıkları cinsel tacizler, “misafirperverliğin” aslında nasıl istismara dönüştüğünün de göstergesi. Bu insanlar için gelecek demek belirsizlik ve umutsuzluk demek. 2014 yılında gelen göçmenlerin bile mülteci olarak başka ülkeye kabullerine ilişkin Birleşmiş Milletler’den aldıkları ilk randevu tarihi en az 5-6 yıl sonraya verilmiş durumda. Bu ilk randevudan sonra da yıllarca sürecek işlemler dizisi var. Bu yasal belirsizlik, göçmenleri gerçek bir umutsuzluğa sürüklüyor. Geçici olarak bekledikleri bu ülkede, arkada bıraktıkları çocukları büyüyor, evleniyor, ana babaları ölüyor, ve onlar ne dönebiliyor, ne de hayatlarını kurabilecekleri yeni ülkelerine gidebiliyorlar. Arafta kalıyorlar!
Son konuşmacı DTK Sağlık Meclisinden Zahide Daş ise Suruç’ta kalan Kobanelilerin yoğun ilaç tüketimini aktarıyor. Bu Van depreminden sonra depremzedelerde gözlemlediğim bir durumdu. Travma yaşayan toplumlarda insanlar sık sık bir yerlerinin ağrıdığını düşünürler. Öte yandan kamplarda yeni doğan birçok bebek olduğunu ve bu bebeklerin ilk dönem bakımları ve annelerin lohusa günlerini soğuk ve 10-15 kişilik çadırlarda geçirmemeleri için bir lohusa ve yeni doğan takip merkezine ihtiyaç olduğunu öğreniyoruz.
Bu genç, özveriyle çalışan kadınları dinleyince bir yandan bu toplum için umut ediyorsunuz, öte yandan da canını kurtarmak için ülkemize sığınan insanlara karşı davranış ve söylemlere bakınca ne kadar ayrımcı ve ırkçı bir toplum olduğumuzu tekrar görüp umutsuzluğa düşüyorsunuz. Toplumun bu hale gelmesinde nefret söylemleriyle siyasetçilerin payı çok büyük.
Ev sahibi gelen misafire çoktan tecavüz etti!
En düşük ücretlerle çalıştırdı, fahiş kiralarda oturttu, ikinci eş adı altında kadınlarını kızlarını alıp sattı, çocuklarının ırzına geçti!
Artık bu kaypak “misafirlik” söylemini bırakıp ülkemize savaştan, soykırımdan, katledilmekten kaçarak gelen göçmenlerin temel insan haklarına odaklanalım!