17 Ekim 2024

Çözüm süreci mi, Anayasa mı, erken seçim mi, neyin tartışması bunlar?               

Cumhuriyetimizin onyıllardır süren zora dayalı asilimilasyon uygulamaları konusunda empati içinde olamazsak, jeopolitiğin buz gibi sularında donakalmamız işten bile değil...

Hemen söyleyeyim: Bu tartışmaların tümü iktidardakiler tarafından başlatıldı. Amaçları, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak, hesap vermek zorunda kalmamak. Bu amaçla İsrail’in yayılmacılığı dahil tüm sorunları fırsata çevirmeye, muhalefeti olabildiğince pasifize ederek dışlayıp başrolü kendilerine hasretmeye çalışıyorlar.

İktidarın kaybetmek konusundaki gizli telaşı yeni değil: 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına hükümet kurma gücünü yitirmesiyle başladı ve 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde CHP’nin öne geçmesiyle derinleşip paniğe dönüştü. Dolayısıyla, seçimleri ilk kez kaybettikleri 7 Haziran 2015’ten sonra neler yaptılarsa, bu kez de benzer şeyler yapacaklardır. Başladılar bile.

7 Haziran 2015’te anahtar HDP’ydi. Bilinen nedenlerle adını bir kez daha değiştirip DEM olduysa da, işlev yine aynı. Anahtar demek, iktidar kapısı ancak onunla açılabilecek demek. Bu konum, harekete hem böylesine bir güç kazandırıyor, hem de başına gelmedik eza cefa ve entrikanın kalmamasına yol açıyor. Cumhuriyetimizin tarihsel tragedyası bu. HDP’nin eşbaşkanları hâlâ ve haksız yere hapisteyse, bunun nedeni “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek gösterdikleri kararlılıktır.

Evet, anahtarın DEM olması, her iki ittifakın da bir sonraki seçimler için DEM’in desteğine ihtiyacı var anlamına geliyor. 31 Mart 2024 seçimlerinde de durum böyleydi ve CHP’nin birinci parti konumuna yükselmesinde DEM’in hatırı sayılır bir rol oynadığı biliniyor. İktidar bloğu bu kez “DEM’lenme” dediği tavırda herkesten önce yer kapmak için, entrikacı görünmek pahasına anahtara el uzattı. Bahçeli mecburiyetten “barış” bile dedi.

İktidarın DEM politikası fıkradaki kötü komşuyu çağrıştırıyor: Mahallede düğün hazırlıkları başlayınca ne dermiş kötü komşu? “Çağırsalar da gitmesem, çağırmasalar da küssem.” Belli ki iktidar DEM’e “Âlâ”y-ı vâlâ ile el uzatırken bu formüle göre hareket ediyor. Onlar değil miydi daha dün “DEM’lenmek” diyerek CHP’yi suçlu göstermeye çalışan?

CHP deyip başlıktaki soruya dönelim: Çözüm süreci mi, Anayasa mı, erken seçim mi, neyin tartışması bunlar?

Sonuncudan, yani erken seçimden başlayalım. Önümüzdeki başkanlık seçimi olağan tarihinde yapılırsa yürürlükteki Anayasa’ya göre RTE’nin yeniden aday olması mümkün değil. Aday olabilmesi erken seçim yapılmasına bağlı. Dolayısıyla iktidar bloğu kaçınılmaz olarak seçimi erkene almak isteyecek. CHP işte bu konuda iktidardan gelebilecek bir hamleye karşı özne olarak inisiyatifi kendi elinde tutmak için “erken” sıfatına sınır koymayı başardı: İktidarın filanca tarihten sonra ilan edeceği bir erken seçimi kabul etmeyeceklerini şimdiden ilan etti. Başarılı hamle.

CHP, anayasa meselesinin gündeme alınması için iktidar cenahından gelen ve gelebilecek her tür çabaya kararlılıkla karşı durmak konusunda da başarılı. Mevcut Anayasa’yı uygulamayan bir iktidarla yenisini yapmayı düşünmek bile hukukun en temel ilkelerine saygısızlık anlamına gelecektir. Bu Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti için yapılmış olan “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” tanımı, verili koşullar içinde savunulması gereken bir numaralı tutamaktır. İktidar bu tanıma ve aynı çerçevedeki diğer yasal hükümlere saygısı olmadığını birçok kez gösterdi, tek kelimeyle hukuk dışına düştü. Zaten şu koşullarda, gerçek bir kurucu meclis oluşturulmadan yeni bir anayasa yapmaya girişmek için Demokrasi İttifakı ve Türkiye açısından herhangi bir yaşamsal aciliyet de bulunmuyor. Anayasa değiştirilecekse o değişikliği ancak Demokrasi İttifakı gerçekleştirebilir.

Benzer bir biçimde, gerçek bir çözüm sürecinin de ancak demokrasi güçleri tarafından yürütülebileceği herhalde artık anlaşılmıştır. Belki başlangıç sorusu şu olabilir: 2013-15 çözüm sürecinde ne oldu?

Bu konudaki eski tartışmalar, kimin ne deyip ne yaptığı vb., son günlerde bir kez daha ortalığa dökülmüş durumda. Öyle ki gösterilen ilgi bu sorunun bütün toplum için yaşamsal bir önem taşıdığını bir kez daha kanıtlamış oldu.

Gerçekte uzun erimde anlaşılmış olmalı ki süreç boyunca hayati olan nokta, kimin ne dediğinin ve ne yaptığının yanı sıra, hatta bir anlamda bundan daha çok, kimin bir şey demeyip tamamen sessiz kaldığıydı. Sürecin başarısızlığında tarafların hatalarının yanı sıra, hiçbir şey yapmayarak hata yapan kesimin de katkısı vardı.

Denebilir ki bugün yine sessizlik berkemal. Ana muhalefet partisinin ne dediği hâlâ meçhul. Ve bu sessizliğin önemi, ana muhalefetin ana muhalefet olmasından değil, o olmadan toplumsal tavrın tam bir açıklığa kavuşamayışından kaynaklanıyor.

[Bir son dakika notu: Özgür Özel bölgeye ve Demirtaş’a ziyaretlerde bulunacak diye bir haber “var”.]

Konu ciddiyetle konuşulacak olursa üzerinde durulacak ilk yaşamsal soruyu yinelemek gereğini duyuyorum: Çözüm Süreci’nde ne oldu?

Bu soru somut olarak, Çözüm Süreci sırasında Barış Meclisi tarafından düzenlenen bir çalışmanın verimi olan ve telif geliri Barış Vakfı’na ayırılan yirmi iki (22) yazarlı Barış Açısını Savunmak adlı kitabın alt başlığıdır. Kitap hem Kürt sorunuyla, hem de İspanya, Kuzey İrlanda, Güney Afrika, Filipinler gibi ülkelerdeki benzer sorunlarla ilgili deneyimlerin ayrıntılarını içermektedir. Barış Vakfı’nın ayrıca zaman zaman yayımladığı raporlara ve diğer yayınlara da vakfın internet sitesinden erişilebiliyor.

Devasa Kürt sorununun, birbiriyle ilintili birkaç boyutu olduğu biliniyor. Çatışma boyutu bunlardan yalnızca biri. Barış açısından bu boyutun muhatabı, her tür mantığa uygun olarak, silahlı örgüt ve herhalde –birkaç yıldır insan haklarını çiğnemek pahasına mutlak bir tecrit altında tutulan- Abdullah Öcalan’dır. Parlamenter boyutun liderlerinden de bir kısmı tahliye edilmiş olmakla birlikte, başta Selahattin Demirtaş olmak üzere yıllardır mahpus tutulan siyasetçiler var. Cumhuriyetimizin onyıllardır süren zora dayalı asilimilasyon uygulamaları konusunda empati içinde olamazsak, jeopolitiğin buz gibi sularında donakalmamız işten bile değil...

Süreci az çok yakından izleyen bir yurttaş olarak, CHP’nin tavrı konusunda aklımda yer eden iki bilgi var. Birincisi CHP’nin galiba 26 adet “Kürt raporu” hazırlamış olduğu, ikincisi ise o sırada genel başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Süreç’le ilgili olarak kendisine yöneltilen sorulara her seferinde omuzlarını kaldırarak “biz ne yapıldığını bilmiyoruz ki, bize bilgi verilmiyor” demekle yetindiğidir. Ana muhalefete bilgi verilmemesi elbette vahim bir durum. Ancak, böyle olması sizin kendi görüşünüzü, Kürt sorunu sizin gözünüzde nedir ne değildir ve ne gibi adımlar gerektirir, yapılanlar içinde hangilerini olumlu hangilerini olumsuz buluyorsunuz gibi noktaları kamuoyuna açıklamanızı ne engelleyebilir? Yine de hakkını yememek gerekir. Kılıçdaroğlu Barış Vakfı’ndan bir heyeti kabul etmiş ve diyeceklerimizi uzun uzun not alarak, dikkatle dinlemişti. Bir yanında Canan Kaftancıoğlu, diğer yanında bir parti yöneticisi. “Demokrasiye odaklanın” anlamında bir öneride bulunmakla yetinmişti. O soğuk yük kendisine mi aitti, partisine mi, bilmek zor.

Necmiye Alpay kimdir?

Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.

1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.

2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. 

Kitapları

Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)

- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)

Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)

Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)

- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)

Çevirileri

Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.

- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)

- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)

- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)

- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)

- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)

- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)

- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Güncel çağrışımlar, palimpsest projeler

Merkez’in Merkez’i olmak! Uçum, eşbaşkanlığı ya da Osmanlı’yı anmaksızın, büyük harfli “Merkez Ülke”den söz etmektedir. Ne bileyim, bir bilimkurgu senaryosu ya da bugünlerde arada bir kulağımıza çalınan CENTCOM gibi bir şey!

Emperyal eğilim, sosyal eğilim

Devrimler yenilenmedikçe sosyalliğini kaybedip emperyalizme yem oluyor. Hem dışarıdan içeriye, hem de –artık- içeriden dışarıya yönelen emperyal eğilimlere yem... olmaya, sosyalliğimizi bozuk para gibi harcamaya yazgılı mıyız?

IŞİD’in D’si, SMO’nun M’si    

Suriye’de Halep-Hama-Humus-Şam hattı boyunca güle oynaya ilerleyen 2017 doğumlu HTŞ’nin “mücadele”si de bir “tuhaf savaş” değil mi sizce de? 

"
"