12 Eylül 2024

Bir olay, birkaç sınav

12 Eylül yönetiminin mezalimiyle yollarını döşemiş olduğu Kürt özgürlük hareketi, ‘ülkede bir altkimlik olarak Kürtlükten vazgeçemeyiz, Türklük ancak belirli koşullarda üstkimlik olarak düşünülebilir’ diye bir tavır geliştirir ve bu tavır bir yüzleşme ve yenilenme müzakeresine vesile kılınır...

12 Eylül 1980'de Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve MGK üyeleri ülkede yönetime el koydu    

Bugün yine 12 Eylül. Bir türlü yüzleşme konusu yapılamayan derin militarizmimizin yıldönümlerinden biri. Kırk dört yıllık sürecin ve bugünün, tek belirleyicisi değilse de, belirleyicilerinden biri, 12 Eylül. Her güç odağı dönüp dolaşıp aynı militarizmin bir başka çeşitlemesi olmaya yöneliyor, bugün iktidarda olanlar ve iktidara aday olanlar dahil.

Askerlik kurumunu toplumun temelinde merkezîleştirmiş başka bir ülke daha bulunabilir mi, bilmiyorum. Murat Belge Militarist Modernleşme adlı çalışmasında Japonya ile Almanya’yı da saymıştı. Tarihe bakılacaksa herhalde Roma’yı da ekleyebiliriz ama, Harp okullarının mezuniyet törenindeki kılıçlı yemin törenini ve yarattığı etkileri düşündükçe, bizim bu konuda bugün ulaştığımız incelik düzeyi kolay erişilebilir türden değil gibi geliyor bana.

Olay herkesin önüne birkaç yönden birden kararsızlık, yani sınav getirdiğinden olmalı, çok konuşuldu, yine de işaret edilmeden kalan ya da işaret edildiyse de benim rastlamadığım birkaç nokta var. Daha da olacağından başka.

Diploma töreninde ilk diplomayı veren Cumhurbaşkanı’nın yüzünde o an beliren şaşkınlıkla karışık hayranlık mesela. Bu yıl üç kadın öğrencinin birinci olduğunu tören öncesinde öğrenmişti kendisi mutlaka. Kadın-erkek eşitliğine inanmayan biri için hazmı zor bir başarı.

Diplomayı vermesi sırasında yüzünde gördüğümüz ifadede ise bence, tanık olduğu başarı ile “İkra” adının kültürel tınısının beklenmedik bir biçimde bir araya gelmesi sonucu oluşan kamaşma vardı: Bir cinsiyet eşitliği göstergesi, karşısına beklemediği bir “kılıkta” çıkmış ve sanki onu zorunlu olarak katlandığı eşitlik durumundan kurtaracak gibi olmuştu.

"Üç kadın birinci” durumunun sürpriz etkisi Cumhurbaşkanı’yla sınırlı değildi elbette. Ama etki orada kalmayıp teğmenlerin tören sonrası ettikleri kılıçlı yeminle birkaç kat artınca kafalar karıştı. Ne de olsa biz, askerîsinden siviline, modern öncesinden postmodernine, teşebbüsünden başarılısına kadar darbenin her türü konusunda deneyim sahibi, dolayısıyla bu alanda antenleri sonuna kadar açık bir toplumuz. Askeriye hapşırsa... gibi bir durum.

Kafalar karıştı ve pek çok yorumcu, yeni mezun teğmenleri herhangi bir ceza olasılığına karşı savunarak, onlardan “bu çocuklar” diye söz etmek dahil, olayı alışılmış öğrenci gösterisi kategorisinde tutmak yönünde dil döktü, teamülleri anlattı, söylem çözümlemesi yaptı.

Yorumcularda, teğmenlerin edimini Atatürkçülüğün bir başarısı saymanın pek çok işaretine rastladık.

Sonraki hafta boyunca bazı bakanlar dahil herkes bu minvallerde yorum üstüne yorum döşenmeyi sürdürürken Cb. sustu ve ancak sekizinci gün, belli ki o âna kadar beklemiş olduğu İmam Hatipliler Kurultayı’nda (o gençlere değil, bu gençlere hitaben!) konuştu. Konuşmak ne kelime, esti savurdu.

Konuştuğu yer dikkat çekti, aradan geçen süre de önemsendi, ancak tepki süresinin uzunluğu konusunda 17-25 Aralık’la olan benzerliğe dikkat çeken oldu mu bilmiyorum. Bu açıdan, yani olağanüstü saydığı anlar konusunda, tabiat anamızı andırır bir sabrı var aslında Cb.nın. Uzun süre ses çıkarmaz.

Belli ki fena halde alınmıştı teğmenlerin ritüelinden. “Siz kime kılıç çekiyorsunuz” sözünde gizli bir “bana mı” sorusunun bulunduğunu Türkçe bilen herkes anlamıştır. Dolayısıyla hemen herkes “bu da nereden çıktı” anlamında yorumlar yaptı.

Gerçekten de, nereden çıkmıştı bu alınganlık? Acaba kendisini başkomutanlık sıfatına fazla mı kaptırmıştı, bilemeyiz tabii tam olarak. Benim zihnimdeki ilk çağrışım, teğmenler olayından hemen önce Cumhurbaşkanı’nın “ben Başkomutan olarak...” demiş olduğuydu.

Cumhurbaşkanlarının belirli koşullarda başkomutanlık sıfatlarının da olduğu bilinir ama, bu özelliği RTE kadar dile getiren ya da vurgulayan başka bir cb. olmuş muydu, bilemiyorum...

Öte yandan, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı siviller tarafından atıldığında ne kadar militarizm kokuyorsa, askerler tarafından atılması da o kadar olağan geliyor kulağa. Bu askerlerin komutanları olarak Atatürk’ü görmeleri herhalde her açıdan normaldir ve cumhuriyet devrimiyle uyumludur.

Teğmenlerin attığı “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı ise ülkemizde epeydir bir sorgulamayı çağırıyor. Kabul etmek kolay değilse de, eski ve zora dayalı bir Türkleştirme politikasıyla sonuçlanmış bir slogandır bu. İyimser bir yorumla diyebilirim ki yeniden, bu kez rızaya dayalı olarak yeni bir anlayışla önerilmesini ve üstkimlik/ altkimlik kavramlarının tartışılmasına bir çağrı olarak ele alınmasını düşleyebiliriz bu sloganın.

Olur ki, örneğin 12 Eylül yönetiminin mezalimiyle yollarını döşemiş olduğu Kürt özgürlük hareketi, ‘ülkede bir altkimlik olarak Kürtlükten vazgeçemeyiz, Türklük ancak belirli koşullarda üstkimlik olarak düşünülebilir’ diye bir tavır geliştirir ve bu tavır bir yüzleşme ve yenilenme müzakeresine vesile kılınır... Rüya bu ya sevgili Malcolm X.

Başa dönersek, teğmenler olayı, bir yandan “yağmur yağdı” diyene “vay sen bana burnu büyük dedin” diyen bir ruh halinin, diğer yandan da askeriyenin artık genlerine işlemiş olan siyaset yapma sanatındaki incelmenin vardığı yerin göstergesi.

Elbette her zaman sonradan ortaya çıkan bir çapanoğlu olasılığını da gözardı etmeden. Ne demiş atalar, Osmanlıda oyun bitmez.

Necmiye Alpay kimdir?

Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.

1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.

2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. 

Kitapları

Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)

- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)

Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)

Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)

- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)

Çevirileri

Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.

- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)

- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)

- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)

- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)

- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)

- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)

- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Savaşın neresindeyiz?

Savaşın önce gerçekleri öldürdüğü ne kadar doğru olursa olsun, sansürleri aşan hakikatler her zaman var oluyor. Ve işlerinden atılma pahasına hakikatlere yaklaşma cesaretini gösteren barışçılar, her zaman

Çokkültürlülüğün çıkışsızlığı

Çokkültürlülük elle tutulur bir gerçek, çokkültürcülük ise, içeriği değişebilen ve kültüralizmden demokrasinin çeşitli biçimlerine kadar çeşitlenen bir öneri, her barışçıl öneride mutlaka payı olacak bir fikirdir. Sönüp gitmesine herhangi bir biçimde göz yummamalıyız

Dünyayı dolaşanlar

Köşe yazarlarının gazeteci olanlarını eleştirirken, yazılarını insafsızca kısa sürelerde yetiştirmek zorunda olduklarını hatırlamak iyi olabilir. Daha da önemlisi, tam dozunda olmak kaydıyla, sözlüğe baktıran yazarların iyi yazar sayılması gerektiğini...

"
"