Tarih, galiba, Şubat 1963. Sömestr tatili. Murat Belge ile trene bindik, çuf çuf Kayseri'ye gidiyoruz. Ben Develi'deki aileme gidiyorum, Murat Kayseri hapishanesinde yatan babasını ziyaret edecek.
Kayseri'de trenden inip doğru Develi otobüsüne bindik. Ortalık kış kıyamet. Karakış.
Develi'de kar dam boyu, soğuk, ayaz… İki-üç gün kaldıktan sonra Kayseri'ye döndük, ablamlarda konakladık. Ertesi sabah Kayseri hapishanesine yollandık.
Yassıada'da yargılanıp hüküm giymiş Demokrat Parti ileri gelenleri o hapishanede yatıyor.
Çeşitli sürelerle hapse konmuşlar. Burhan Belge ömür boyu hapse mahkûm edilmiş. Ziyarete aile ve yakınlardan başkası kabul edilmiyor; beni kuzen diye tanıttılar, girdik.
Büyük bir kahvehaneye benzer koca bir salon. Dağınık masalar. Mahkûmların aileleri, akrabaları, öbek öbek toplanmışlar. Aileler, mahkûm sevdikleri üzülmesin diye çok iyilermiş gibi bir rol içindeler; mahkûmlar aileleri üzülmesin diye çok iyi ve rahat oldukları gibi bir roldeler. Her iki taraf da elbette gerçek durumun idrakinde, lakin oyun sürüyor.
Yürekler acısı bir manzara.
Bir masaya oturduk. Burhan Bey hapishanede Murat'a bir kundura yaptırmış, giymesini istedi. Takır-tukur bir şey. Bir de, Murat'ta bir karış sakal, "Oğlum, bir yüzünü göreyim," dedi, Murat kundurayı giydi, hapishane berberinde sakalını kazıttı geldi.
Burhan Bey, "Eee, anlatın bakalım," deyince Murat Develi'deki günleri söyledi.
Dam boyu kar, kümesten alınıp pişirilen ördek, tavuk, bulgur pilavı, ev yapımı şarap…
Bütün bunları, babamı, annemi, ağabeyimi, çocukları, soğuk ve kardan dışarı çıkılamadığını falan sayıp döktü. Burhan Bey, "O kapanmışlık, o mağduriyet insanları nasıl da yaklaştırır, yakınlaştırır," dedi. Aklımdan çıkmaz.
13 Mart'ta ABD'den, oğlum Ali Murad'ı ziyaretten döndüm. O ihtişamlı İstanbul havalimanında her şey sütliman. Uçaklardan yeni inmiş yüzlerce insan. Çoğu Avrupa'dan, Amerika'dan. Yolculuk yasaklanmadan Virüs'ten (V büyük harf) kaçıyorlar. Fakat o ne?
Havaalanında en ufak bir endişe belirtisi, önlemin kırıntısı yok. Ne yolcu kontrolü, ne sağlık görevlisi. Pasaportunu verdiğin polisin eli eldivenli değil, yüzünde maske yok. İki baş arasında elli santim mesafe. Şaşırıyorum. Şaşırıyoruz. Ama dur, öyle ya, burası Türkiye, Virüs buraya ulaşamaz, Türklere bulaşamaz.
Valizimi alıp çıktığımda durum değişiyor. Lumi ile Dilek karşılamaya gelmişler. İkisinin de yüzleri maskeli, valizime uzanan ellerinde eldiven. Sarılıp öpüşmeyi bir yana koyalım, arada hep 1-2 metre mesafe…
Hemen karantinaya alındım, gönüllü. Manzaraya bakıyorum.
Manzara dehşet! Talat Kırış'ın deyişiyle, "Bir hapşırıkla dağılan dünya sistemi…"
İnsana, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, olamaz, dedirten bir tablo.
Kapanan sınırlar, yasaklanan toplantılar, alanlara bağlanan uçaklar, bomboş trenler, otobüsler, metrolar. Havada endişenin, korkunun kokusu, sessizliği…
Tüm bunlar ister istemez, kendiliğinden bir ayılma sağlıyor. İnsanlar üstünde yaşadıkları dünyanın nasıl küçücük bir gezegen, tüm canlıların ortak mekanı bir 'ev' olduğunu fark etmeye, düşünmeye başlıyorlar. Ve o 'ev', dünya, karantinada artık. Bu durum, hissediliyor ki, Burhan Belge'nin altmış yıl önceki ifadesiyle, insanları birbirlerine yaklaştırıyor.
Şimdi bize düşen, "Buzlar Çözülmeden" çok farklı bir gelecek için esaslı bir çözüm üretilmesine akıl yormamız, omuz vermemiz. Sıra bunda.
Peki dünya buna hazır mı? İkinci yazıda buna bakalım.