14 Mart 2021
Covid-19 Salgınının Dünya ve Türkiye ekonomisindeki etkilerini anlatan son iki yazımızdan ortaya çıkan sonuç bu Salgın ile birlikte dünya ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundan bu yana görülen en büyük ekonomik daralmaya yol açtığıydı.
Salgın sadece sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik ağının ne derece zayıf olduğunu ortaya çıkartmakla kalmadı. İşsizlik ve yoksulluğun devasa bir biçimde artmasının yanı sıra, küresel dolar milyarderlerinin servetleri de Salgınla birlikte arttı. Bu da kapitalist dünyanın nasıl bir eşitsizlikler dünyası olduğunu gözler önüne serdi.
Eşitsizlikler gelir ve servet dağılımı eşitsizlikleri ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda farklı etnisiteler, kimlikler, inançlar ve erkek-kadın arasında da derin eşitsizlikler yaşanıyor.
Salgın toplumu bu eşitsizliklere uygun bir biçimde, yani orantısız olarak etkiliyor. Örnek olarak Covid-19 aşısına erişimde yaşanan eşitsizlikler dikkate alındığında toplumun ezilenleri, yoksulları, emekçileri, ötekileştirilenleri bu felaketten çok daha fazla etkileniyorlar. Ekonomide “K” tipi bir toparlanma beklentisi ise olası bir toparlanmanın da eşitsiz olacağını gösteriyor.
Ancak bu Salgın unuttuğumuz bazı önemli gerçekleri tekrar gün yüzüne çıkartarak, dünyayı değiştirme konusunda bizlere yeni fırsatlar da sunuyor. Her şeyden önce son 40 yıla damgasını vuran “toplum yoktur, birey vardır” biçimindeki neo-liberal söylemin içinin ne kadar boş bir söylem olduğu görüldü. Çünkü Salgın, orantısız bir biçimde olsa da, tüm toplumu etkiliyor. Bu da, ortak toplumsal çıkarlarımızla birbirimize bağlı olduğumuzu, ancak yeni bir toplum yaratmamız gerektiğini de anlatıyor.
İkinci olarak, bu Salgın burjuva demokrasilerinin de kriz içinde olduğunu gösterdi zira birçok ülkede devletler hızla otoriter, pro-faşist devletlere dönüştüler, halkın sağlıkla ilgili en temel taleplerini dahi karşılamadılar. Bu birçok ülkede halkın kendi arasında sosyal dayanışma ağları kurmaya yönelmesiyle sonuçlandı. Bu da bize aşağıdan, yerelden ve doğrudan olmak üzere yeni bir demokrasi kurmanın gerekli olduğunu gösteriyor.
Üçüncü olarak, ortaya çıkan ekonomik zorlukların, sıkıntıların, yoksulluk ve açlığın asıl nedeninin, ekonomilerin büyüyememesinden, daralmasından ya da içine düştüğü krizlerinden ziyade bölüşüm eşitsizliği ve sosyal koruma-güvenlik ağlarının tahrip edilmişliği olduğunu gösterdi. Bu da artık farklı bir ekonomi anlayışına sahip olmamız ve bunu örgütlememiz gerektiğini bize salık veriyor.
Böylece hayat, “kişi başı GSYH büyümesi” olarak da tanımlanan ekonomik büyümeyi ekonomik başarının ve toplumun iyi olma halinin tek göstergesi olarak bize dayatan burjuva iktisat ideolojisini artık reddetmemiz, bunun yerine farklı bir iktisat anlayışı ve farklı toplumsal refah ölçme araçları koymamız gerektiğini söylüyor.
Bunun hem düşünce yapısında ve biçiminde, hem ekonomi anlayışı ve yönetiminde, hem de siyaset yapma biçiminde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerektirdiği çok açık.
Böyle bir köklü değişim ve dönüşümü bizlerin bugünkü durumundan birinci dereceden sorumlu olanlardan, müesses nizamın kendinden, egemenlerin siyasal iktidarlarından beklemekse saflık olur. Böyle bir beklenti içindeyseniz, kapitalist sistemi, kapitalizmin iktisadi işleyiş biçimini, kapitalist devletin rolünü, mevcut sosyal sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin belirleyiciliğini hiç anlamamışsınız demektir.
Bu bağlamda örneğin, son günlerde siyaset gündemine damgasına vuran ekonomide reform yapılacağı beklentisinin bir hayal olduğunun altını çizmek zorundayız. Muktedirin yapacağı ister hukuk, isterse ekonomi alanındaki 'reform' olsa olsa; zamana oynamak, göz boyamak, ama asıl olarak mevcut zenginleşme düzenini olabildiğince sürdürmeye yarayacak olan (daha ziyade de ekonomi bürokrasisinde bazı değişiklikler) gibi makyajlar olabilir.
Yani ekonomide de her şeyin hızla aşağıya doğru gittiği bir anda mevcut iktidar bloğu eliyle köklü (hele de emek ve toplumdan yana) değişiklikler içeren reformların yapılabilmesi mümkün değil. Bunların reform olarak adlandırılması ise sadece bir algı yönetimi olabilir.
Bu nedenle, uzun uzadıya açıklanan reform paketi değerlendirmesine girmeksizin, sadece sayıları 850 bin civarında olduğu ileri sürülen küçük esnaftan gelir vergisi alınmaması ile ilgili açıklamaya değinmekle yetineceğiz.
Şubat 2021 itibariyle Basit Usulde vergilendirilen esnaf- mükellef sayısı tam olarak 816.185. Bunların ödediği gelir vergisi zaten çok düşük, öyle ki 2020 yılında toplamda sadece 228 milyon vergi ödemeyi taahhüt ettiler. Bu haliyle toplanan vergi toplam vergi gelirlerinin sadece on binde 3'ünü ancak oluşturuyor.(1)
Bunun nedeni bunlara uygulanan yüksek tutardaki istisna. Öyle ki bu istisna 2020 için 13 bin lira ve 2021 yılında için 14 bin lira. Yani bu kesime bir tür asgari kazanç indirimi uygulanıyor. Reform paketinde yer alan düzenleme ile bu kesimler Gelir Vergisi Kanunu'ndaki 'esnaf muaflığına' tabi tutularak vergi dışı bırakılacak. Yapılması düşünülen özetle bu.
Kısaca söylemek gerekirse, ciddi bir vergi kaybına yol açmayacak bir vergi gelirinin alınmasından vazgeçiliyor. Ancak bu durum esnafa bir müjde, bir jest gibi sunuluyor. Oysa esnafın özellikle de Covid-19'dan bu yana bundan çok daha fazla iyileştirici düzenlemelerine ihtiyacı olduğu çok açık.
Örneğin, vergi ve sigorta borçlarını yeniden yapılandıran yasa uyarınca 1 Mart'ta ödenmesi gereken ilk taksitler büyük ölçüde (Salgının ve krizin sürmesi nedeniyle) ödenmemiş olmasına rağmen, yapılan resmi açıklamada bu borçların ertelenmesine, ya da işçiler için çok önemli olan kısa çalışma ödeneğinin uzatılmasına ilişkin her hangi bir bilgi yer almadı.
Oysa başta işçi sınıfı olmak üzere, bu ülkenin emekçileri, halkları açısından bu kötü gidişatı öncelikle durduracak ve yerine gerçek ihtiyaçların karşılanmasını sağlayabilecek nitelikte radikal düzenlemelere ihtiyaç var. Ancak böyle düzenlemeler yapıldığında gerçek reformlardan söz edilebilir.
Başta temel haklar ve özgürlükler, eşit yurttaşlık olmak üzere, demokratik hak ve özgürlükleri daha da geliştiren, koruma altına alan köklü reformlar yapılmalı ve bunlar çoğulcu ve katılımcı demokratik bir anayasanın güvencesi altına alınmalı.
İstihdam alanında çok büyük sorunlar mevcut. Öyle ki eğreti olmayan, güvenceli istihdam toplam istihdamın sadece yüzde 27,2'sini oluşturuyor. Üstelik bu oran sürekli bir düşüş içinde (2). Yani istihdamdaki güvencesizlik giderek artıyor. Bu nedenle de, işçi sınıfı için acil bir koruma önlemi anlamına gelebilecek bir Temel Gelir Güvencesi, bunu da fonlamada kullanılabilecek bir artan oranlı servet vergisi ve halkın üzerindeki vergi yükünü azaltacak olan köklü bir vergi reformu gerekiyor.
Ayrıca gerçek işsizliğin TÜİK tarafından dahi (adına atıl işgücü dese de) yüzde 30,2 olarak kabul edildiği bir anda (3), nitelikli istihdamı hak olarak gören bir yerden, yerelden yönetilecek, yeni yeşil yatırımlar aracılığıyla çalışmak isteyen herkese kamu tarafından garanti edilmiş istihdam programları sunulmalı. Kuşkusuz mevcut kamusal hizmetlerin daha da genişletilip, yaygınlaşmasını mümkün kılan kamulaştırma ya da toplumsallaştırma programlarını da hayata geçirmek gerekiyor.
Böyle programlarla, hem karbon emisyonlarını azaltarak doğayı korurken, hem de emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, ezilen kimliklerin ve engellilerin yaralarını sarmak ve onları güvenceye kavuşturmak, geleceğe umutla sarılmalarını sağlayabilmek mümkün.
Bu yüzden de siyasal iktidarların sözünü ettikleri sözde reformların arkasına sığınarak yüksek devirli bir ekonomik büyüme makinasını bir kez daha devreye sokmalarına karşı çıkmak, buna karşılık yoksulun yoksulluktan kurtarılacağı, soluduğumuz havanın temizlenebileceği ve her şeyden önemlisi uzun vadede yeryüzünün istikrara kavuşturulabileceği bir yeni ekonomiyi inşa etmemizin mümkün olduğunu tüm topluma göstermemiz gerekiyor.
Akıldışı bir ekonomik büyüme takıntısını reddetmeliyiz. Bunun için çok sayıda haklı nedenimiz var. Bu yazının sınırlı kapsamını dikkate alarak burada bunlardan sadece bir kaçının altını çizmekle yetinelim.
GSYH büyüdükçe, yani ekonomik büyüme hızlandıkça, işsizlik, yoksulluk gelir dağılımı adaletsizlikleri azalmıyor, daha da artıyor, istihdam (özellikle de nitelikli olan) azalıyor, sosyal gelişme göstergeleri kötüleşiyor, toplum daha da geriye gidiyor (ana akım iktisat kitaplarında yazılanların aksine).
Neredeyse tüm ana akım iktisat ideolojisinin gönüllü, gönülsüz tüm vaizlerinin, insanlığı maksimum refaha ulaştıracak olan en önemli şeyin ekonomik büyüme (daha fazla üretim, daha fazla tüketim), sanayileşme ve kişi başı gelir artışı olduğu yönündeki baskın söylemleri dikkate alındığında, ekonomik büyüme konusundaki savlarımızın çok uçuk olduğu ileri sürülebilir.
Üstelik böyle bir ekonomik büyüme anlayışı ve söyleminin politik anlamda bir işlevselliği de mevcut: Her türlü sorunun altına süpürüldüğü bir halı gibi tüm sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların üzerinin örtülmesine yarıyor. Toplumsal gerilimlerin ve bunalımların arttığı zamanlarda milliyetçi söylemler nasıl bir işlev görüyorsa, yüksek bir ekonomik büyüme söyle mi de benzer bir işlev görüyor, siyasal iktidarları ayakta tutmaya yarıyor.
Oysa artık GSYH büyümesi anlamında ekonomik büyümenin tek başına bir toplumun “iyi olma halinin” çok kötü bir ölçüm biçimi olduğu iyice ortaya çıktı. Çünkü bu kavram parasallaşmış piyasa işlemlerinin ölçeğini bize gösterebilirse de, insan hayatlarının kalitesini ya da doğanın gerçek durumunu göstermiyor.
Üstelik Dünya Sağlık Örgütü'nün direktörü M. Ryan'ın da dediği gibi:” Ekonomik büyümeyi, doğayı koruma ve sosyal sürdürülebilirlik gibi temel sorunların önüne koyup birincil önceliğimiz olarak gördüğümüzde, gelecekte Covid-19'dan çok daha tehlikeli salgın hastalıklarla karşılaşma riskimiz de artıyor”.(4)
Buna rağmen siyasal iktidarlar ekonomik reformların ya da ekonomi politikasının hedefi olarak bu kavrama sarılmayı sürdürüyorlar. Nitekim son 18 yıldır ülkede yaşanmakta olan bunca doğa tahribatına, su kaynaklarının, verimli tarım arazilerinin ve ormanların yok edildiği gerçeğine rağmen hala Kanal İstanbul Projesi ısrarla sürdürülüyor.
Böyle bir projenin gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak ve küçük bir azınlık seçkin tarafından paylaşılacak olan rant gelirlerindeki artışın, inşaat ve finans sektöründeki büyümenin ekonomiyi de büyüteceği açık. Diğer taraftan bu proje konusunda ısrarcı olanların dikkate almadıkları büyük çapta bir toplumsal ve ekolojik zarar ya da kayıp söz konusu olacak.
Bu ve benzeri projelerle ekonomiyi ne olursa olsun yüksek oranda büyütme çılgınlığının aşağıda kısaca özetlediğimiz sosyal gelişme göstergelerinde bir iyileşmesi sağlayabilmesi ise hiç mümkün değil. Tam tersine, günümüzde sosyal gelişme göstergelerindeki hızlı kötüleşme çılgınca bir ekonomik büyümenin kaçınılmaz maliyeti olarak karşımıza çıkıyor.
Küresel çapta olmak üzere her yıl Sosyal Gelişme Endeksi adı verilen bir endeks düzenleniyor. Bu endeksin en sonuncusu “2020 Yılı Sosyal Gelişme Endeksi” adı altında bu yakınlarda yayınlandı.
Bu endeks “Sosyal Gelişme Gerekliliği” adı verilen ve ABD'de yerleşik kâr amacı taşımayan bir kuruluş tarafından 2014 yılından bu yana hazırlanıyor. O zamandan bu yana da dünyanın hemen her yerinde kabul görüyor.
Endeksin düzenlenme amacının; 7 milyardan fazla insanın ve 163 ülkenin sosyal olarak gelişme durumunu (üstelik 10 yıl geriye dönük olarak) ölçmek, insanlara ve karar alıcılara ülkelerinin sosyal ve çevresel konularıyla ilgili olarak güvenilir bilgiler sunmak, böylece sosyal gelişmeyi (eşitlikçi, içermeci ve refahı artıran bir topluma doğru) hızlandırmaya yarayabilecek eylemlerinde, politikalarında bu verileri kullanmalarını sağlamak olduğu ileri sürülüyor.(5)
Bu endeksin çarpıcı yanı diğer ölçme biçimlerinden farklı olarak kişi başı gelir gibi geleneksel ekonomik performans ölçütlerinin dışına çıkması ve bir ülkenin sosyal ve çevresel performansını ölçmeyi amaçlaması. Endeks ayrıca Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedef Göstergesini de kapsıyor.
Tüm ülkelerin durumunu gösteren genel endeksin (Küresel Sosyal Gelişme Endeksi) dışında, her bir ülkeye ait puan cetveli de hazırlanıyor. Bu cetvel bir ülkenin kişi başı gelir açısından kıyaslanabilir durumdaki diğer 15 ülkeye göre göreli avantajlarını ve dezavantajlarını gösteriyor.
Bu bağlamda örneğin Türkiye'nin, Satın alma Gücü Paritesine (SGP) dayalı kişi başı geliri açısından kıyaslandığı 15 ülke şunlar: Umman, Romanya, Hırvatistan, Malezya, Rusya, Yunanistan, Letonya, Trinidad ve Tobago, Kazakistan, Panama, Macaristan, Polonya, Slovakya, Şili ve Arjantin.
Endeksteki çeşitli renklerdeki noktaların her birinin bir anlamı var. Örneğin mavi noktalı alanlar ülkenin göreli olarak iyi bir performansa sahip olduğu alanları, kırmızı noktalı alanlar zayıf ve sorunlu olduğu alanları, sarı noktalı alanlar ortalama değerlere sahip bulunduğu alanları ve gri noktalı alanlar değerlendirme için yeterince veri elde edilemeyen alanları gösteriyor.
Genel Endeks 2014 yılından 2020 yılına kadar iyileşme gösteriyor olsa da (endeksin değeri 100 üzerinden 60.63'ten 64.24'e çıktı ve 12 ana göstergenin 8'inde ilerleme kaydedildi), bireysel haklar, özgürlükler ve içermecilik göstergeleri 2011 yılından bu yana kötüleşiyor.
Endeksin temel uyarısı ise şöyle: “Bu trend böyle devam ederse 2081 yılına kadar sözü edilen 17 hedefe erişebilmek mümkün olmadığı gibi, eğer önlem alınmazsa Covid-19'un dünyayı en az 10 yıl geriye götürecektir”.
Bu yılki endekse göre en iyi performansa sahip ülke 100 puan üzerinden 92.72 puan ile Norveç. Bunu Danimarka, Finlandiya, Yeni Zelanda ve İsveç takip ediyor. Sosyal gelişme açısından en hızlı gelişme kaydeden ülkeler Gambia, Etiyopya ve Tunus olurken, dünyanın en büyük ekonomisine sahip bulunan ABD ve en hızlı büyüyen ülkelerinden olan Macaristan'da endeksin değeri düşüyor.
ABD yapabileceklerinin çok altında bir performans sergileyen bir ülke olarak tanımlanıyor. Endeks değeri: 85.71/100. Böylece 163 ülke arasında 28. Sırada yer alıyor. Oysa SGP'ye göre kişi başı geliri 62.683 dolar ile 163 ülke arasında ilk 8. Sırada yer alıyor. Bu ülkedeki toplumsal olarak iyi olma halindeki gerileme sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimdeki yetersizlikten, azınlıklara karşı yürütülen ayrımcı ve şiddet içeren politikalardan ve çok büyük boyuttaki karbon emisyonlarından kaynaklanıyor. Macaristan'da ise medya üzerindeki sansür ve insan haklarına dönük saldırılarla birlikte kötüleşen hava kirliliği sosyal gelişmeyi köreltiyor.
Türkiye'de endeksin değeri 100 puan üzerinden 68.27. Böylece ülke sosyal gelişme açısından toplam 163 ülke arasında 92. Sırada kendine yer bulabiliyor. Kişi başı gelir açısından göreli olarak daha iyi durumda, zira Satınalma Gücü Paritesine göre kişi başı geliri 28,167 dolar. Bu açıdan 163 ülke arasında 46. Sırada yer alıyor.
Yani daha hızlı bir ekonomik büyümeye sahip olması Türkiye'nin sosyal gelişme göstergelerini iyileştirmeye yetmiyor. Bu da “Salgın'da büyüyen iki ülkeden biri olduk” sözünün altının sosyal olarak dolu olmadığını gösteriyor.
Tablodan görüleceği gibi Türkiye her üç ana gösterge (Temel İnsan İhtiyaçlarının Karşılanması, Toplumsal Olarak İyi Olma Durumu, İmkânlar ve Haklar) açısından kırmızılı nokta ile işaretlenmiş. İlk gösterge açısından 163 ülke arasında 67. Sırada, diğerleri açısından ise ancak 105. Sırada yer alabiliyor. Yani ülke sosyal gelişme açısından oldukça sorunlu. Göstergeler bilhassa 2013 yılından bu yana kötüleşiyor.
Ülkenin, özellikle de 'İmkânlar ve Haklar' başlığı altında yer alan 'Kişi Hakları'nda 157. Sırada, 'Politik Haklar'da 154. Sırada, 'İfade Özgürlüğü'nde 160. Sırada ve 'Adalete Erişim'de son sırada (163) yer alabilmesi son derece rahatsız edici.
Bugünlerde uluslararası basında yer alan bir haber de bu tabloyu destekliyor. Buna göre; V-Dem Enstitüsü adlı İsveçli bir kuruluş 2020 yılı boyunca özellikle Covid-19 salgını ve önlemlerinin 144 ülkedeki demokratik gelişmeyi nasıl etkilediğini de araştırdı. Araştırmanın sonuçlarına göre, 2010'dan 2020'ye doğru olan değişimde Türkiye demokraside en çok gerileyen üçüncü ülke oldu. İlk iki sırada ise Polonya ve Macaristan yer alıyor. Keza 179 ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeksinde Türkiye; Kongo ile Ruanda'nın arasında ancak 149. Sırada kendisine yer bulabildi. (6)
Bu veriler tek başına kişi başı gelir artışı anlamında ekonomik büyümenin ülke insanını ekonomik ve sosyal refaha ve özgürlüklere kavuşturmadığını, doğayı korumaya yetmediğini ortaya koyuyor.
Yani sosyal gelişmenin ve ilerlemenin sağlanması ve ilerletilmesinde ekonomik büyüme de, kişi başı gelirdeki hızlı artış da yeterli olmuyor. Sosyal adaletin sağlanması, bireysel hak ve özgürlüklerin ve eşit yurttaşlık hakkının güvence altına alınması, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı politika ve söylemlerden uzak durulması, adaletli bölüşüm ilişkilerinin oluşturulması (ülkedeki bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletin sağlanması dâhil olmak üzere) ve temel mal ve hizmetlerin herkese kamusal yoldan ücretsiz sağlanması (nitelikli sağlık ve eğitim hizmetleri gibi) böyle bir gelişimde çok daha etkili oluyor.
Kuşkusuz bu bağlamda, bireysel özgürlükleri belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik, ekonomik yapılar ve kapasiteler de çok önemli. Yani birey ve sosyal düzenlemeler birbirinden kopuk değil, birbirini tamamlayan şeyler. Bu nedenle de eşanlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze aldığımız kadar sosyal ve ekonomik çevrenin de bireysel özgürleşmeyi etkilediği gerçeğini kabul etmek durumundayız. Bu yüzden ancak bireysel özgürlükler toplumsal bir taahhüt olarak kabul edildiğinde yoksunluğumuzla ve yoksulluğumuzla baş edebiliriz. (7)
O halde ülkeyi bir bütün olarak içine düştüğü bu durumdan kurtarabilmenin yolu içi boş reformlarla oyalanmaktan değil, doğayı koruyan, bireyin özgürleştirilmesini, emeğin, kadının, ezilen kimliklerin ve engellilerin güçlenmesini işin merkezine alan köklü, ilerici bir toplumsal dönüşümden, buna uygun iktisadi ve sosyal gelişme ve kalkınma stratejisi izlemekten ve nihayetinde buna uygun bir toplum ve dünya kurmaktan geçiyor.
Dipnotlar
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor
© Tüm hakları saklıdır.