22 Temmuz 2015

Suruç acısı: Sivil topluma ve siyasetçilere son çağrı

devlet, hukuk ve emniyet güçleri olmadan yolsuzlukların üzerine gitmek mümkün olmadığına göre önce devlet düzenini tesis etmek gerekiyor

Yüreğimizi burkan Suruç katliamı hem topluma hem de sivil topluma acil ve yaşamsal bir çağrı yapıyor. Bugün, “bir sonraki seçimde nasıl daha başarılı olurum”u düşünmenin günü değil. “Dünün hesabını nasıl sorarım”ın da değil. Bir başka seçimin daha olmasını, gelecekte hukuk içinde hesap sorulabilmesini, bunları sağlayacak ortamı ve “asgari düzeyde kanun devletini nasıl kurtarırız”ı düşünmenin günü. Mevcut şartlar gösteriyor ki bunu ancak (HDP ve MHP’nin de onayladıkları düzenlemelerde şartlı destek verebilecekleri) bir AKP-CHP koalisyonu başarabilir.

İlk bakışta Suruç düzeltilemeyen yanlış iç ve dış siyasetin bir  sonucu. Güvenlik ve istihbarat zafiyetlerinin bir neticesi. Temelde ise asgari düzeyde denetlenebilen ve tarafsız davranabilen bir devlet düzeninin, iktidar rotasyonu ve alternatifi üretebilen bir siyasal sistemin, toplumsal diyaloğun son yıllarda iyice ortadan kalkmış olmasından kaynaklanıyor. İktidarın ve yönetimin aşırı merkezileşmesinin ve kişiselleşmesinin bir ürünü.

Bu durumu en kısa zamanda değiştiremezsek Suruç daha da büyük felaketlerin habercisi.  Bu yüzden asgari düzeyde devleti, hukuku ve toplumsal barışı acilen yeniden tesis edecek bir koalisyon hükümetine siyasal itikadı ne olursa olsun başta sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler olmak üzere herkes açık destek vermeli.

7 Haziran seçimlerinden önce Türkiye’de demokrasi ortadan kalkmanın eşiğine geldi. Bunun en önemli nedenleri, kuvvetler ayrılığının aşırı zedelenmesi, (zaten hep sorunlu olmuş olan hukuk devletinin ötesinde) kanun devletinin ortadan kalkmaya başlaması ve bürokrasi ile iktidar partisi arasındaki yaşamsal sınırların aşırı zorlanmış olması idi. Bunun sonucunda denetlenemeyen, yanlışları düzeltilemeyen, hesap vermeyen ve vermeyi de alenen reddeden bir yönetim ortaya çıktı.

Türkiye’de hukuk ve güvenlik hep sorun oldu, toplumdan ve bireyden çok devleti korumaya şartlandı. Yargı hiçbir zaman tam bağımsız ve tarafsız, yani maalesef adil olamadı. Emniyet güçleri hiçbir zaman devletten ve iktidardan önce insanları ve yaşamı korumaya odaklanmadı. Ama geçmişte adaletsizlikleri bir partinin veya zümrenin çıkarlarını savunmaktan çok bir devlet ideolojisini korumaya yönelikti. Bu nedenle örneğin siyasal İslamcılara ve muhafazakarlara, solculara, emekçilere, Kürtlere ve başka “sakıncalılara” sistematik haksızlıklar yapıldı acılar yaşatıldı.

AKP hükümetleri statükoya karşı olan ve değişim isteyen geniş toplumsal kesimlerinin desteğiyle bu devlet ideolojisini zayıflatmakta başarılı oldu. Ama şu ana dek yerine ne daha demokratik ve çoğulcu bir ideoloji koyabildi ne de ideolojiler üstü bir düzen getirebildi. Hukuk ve kanun düzeni, geçmişteki örneklerinden de fazla, özel çıkarların, kişiselleşmiş bir iktidarın ve bir partinin hizmetine girdi.

Geçmişte sivil ve askeri hükümetler en azından görüntüde, eylemlerini (özünde hukuki olmayan ve bazen meşruiyeti kuşkulu) mevcut kanunlara dayandırmaya özen gösterirlerdi. Ordu bile darbe ve diğer müdahalelerini TSK iç hizmet kanunu, sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanunları gibi yasalara dayandırırdı. Kanun ve hukukun özüne olmasa da varlığına ve lafzına saygı duyulurdu.

Son yıllarda ise devletin en üst düzeylerinden, kanunun kendisinin fiilen ve alenen reddine tanık olduk. Gücüm var yapıyorum, bunu da açıkça ve samimi olarak söylüyorum, gücün varsa gel beni engelle denildiğine şahit olduk. İktidarın aşırı kişiselleşmesine ve zümreleşmesine tanık olduk.

Bunun sonucu, TRT’den YSK’ya, RTÜK’e, MİT’e ve valiliklere kadar bütün devlet kurumlarının ve özerk kurumların denetlenebilirliğinin ve tarafsızlığının fiilde ve söylemde aşırı derecede zayıflaması oldu. Yargı parçalandı. Dolayısıyla bugün karşımızdaki problem demokrasi-güvenlik ikilemi değil. Her ikisini de mümkün kılan temel devlet, hukuk ve kanun düzeninin asgari düzeyde yeniden garantiye alınması meselesi. Aşırı bozulmuş olan toplumsal barışın, karşılıklı saygı ve güvenin restorasyonu.

Kutuplaşmanın ve güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda bunu elbette mümkün olan en geniş tabanlı bir koalisyon hükümeti başarabilir. Herhangi bir partinin kendi başına kurduğu bir hükümet doğru şeyler yapsa da güven duyulmayacağı için restorasyonda başarılı olamayacaktır.

Türkiye 70’lerde ve 90’larda terörden ve toplumsal kutuplaşmadan çok çekti. Ama siyasal aktörler uzun vadeli ortak çıkarlar için asgari düzeyde işbirliği yapamadıkları için sivil ve demokratik çözümler üretemedi. Demokratik hukuk düzeni inşa edilemedi çöktü. Bugün de aynı yol izlenirse tarih tekerrür edecek belki de -iç ve dış şartlar göz önüne alınırsa- çok daha kötü olacak.

Seçmen, adil ve özgür şartlarda yapılmayan 7 Haziran seçimlerinde büyük bir sağduyu göstererek bunun mesajını verdi. Hiçbir partiye çoğunluğu vermeyerek uzlaşın ve koalisyon kurun dedi.

Ancak gerek sivil toplumun gerekse de siyasal partilerin şu ana dek bu mesaj doğrultusunda hareket ettiklerini söylemek mümkün değil. Türkiye’dekine benzer bir durumda bulunan herhangi bir demokraside cumhurbaşkanının resmi seçim sonuçlarının açıklanması sonrası hemen hükümet kurma sürecini başlatması hiç vakit kaybedilmemesi gerekirdi. Ama cumhurbaşkanı Erdoğan bunu hiçbir meşru gerekçe açıklamadan neredeyse üç hafta geciktirdi. Buna rağmen  sivil toplum ayağa kalkmadı, medya bu soruyu sormadı. AKP dahil siyasal partiler cumhurbaşkanına yeterince baskı yapmadı. Muhalefet kişisel ihtirasları ve kısa vadeli güvensizlikleri bir kenara koyarak demokratik restorayon adına el ele veremedi. 2002 yılında koalisyon hükümetinin çökmesinde kilit rol oynamış olan Devlet Bahçeli affedilmez bir aymazlıkla daha baştan geniş bir koalisyona ve uzlaşmacı bir ortama kapıları kapadı. Elbette anlaşmak zorunda olmadığı ama barış ve demokrasi adına aynı masada oturarak sivilleşmesine ve Türkiyelileşmesine yardımcı olabileceği HDP’yi yok saymayı tercih etti.

Bu şartlar altında AKP ve CHP arasında asgari müşterekler üzerinden kurulacak bir restorayon hükümeti  şu anda en mantıklı fırsat olarak gözüküyor. Bu hükümet acilen dış politikanın daha sağlıklı, mutedil ve çok taraflı bir rotaya oturmasına, ekonomik adalete ve güvenin korunmasına ve devlet ve kanun düzeninin restorasyonuna  odaklanmalı.

Bu yönde yapılacak ve onayladıkları yasal düzenlemelere ve atamalara HDP ve MHP de yapıcı bir muhalefetle destek vermeli. Oyunun düzeni yeniden adil bir şekilde kurulduktan sonra aralarındaki demokratik rekabete tekrar dönebilirler. Ama o zamana dek uzlaşma ve sağduyu ön planda olmalı.

Demokratik restorasyon gerçekleşinceye dek çözüm sürecinde de öncelikle seçim barajının düşürülmesi gibi oyunun kurallarına yönelik değişimler yapılmalı. Ama bir yandan da çözüm süreci meclis temelli olarak devam etmeli. Kürtlerin bekleyecek sabrının kalmadığı bir gerçek. Öte yandan demokratik hukuk devletinin ve güvenliğin olmadığı bir ortamda yapılacak bir  “barışın” güvenilir ve kalıcı olamayacağı da.

Biraz temiz kalabilmiş toplum kesimlerini haklı olarak isyan ettiren ve alenen üstü kapatılan yolsuzlukları soruşturmak ve cezalandırmak da asgari düzeyde bağımsız ve tarafsız bir yargıyı ve hükümet adına değil devlet adına ve toplum için çalışan güvenlik güçlerini gerektiriyor. Devletin ve çevresindeki çıkar gruplarının en tepelerine kadar tüm sorumlular mutlaka hesap vermeli ve verecek. Ama devlet, hukuk ve emniyet güçleri olmadan yolsuzlukların üzerine gitmek mümkün olmadığına göre önce devlet düzenini ve hukuk devletini kurtarmak ve hem toplumda hem de devlet içindeki iyi niyetli insanlarda güven tesis etmek gerekiyor. Bunu yapacak bir koalisyon hükümeti öncelikli hedef olmak zorunda ve aklı selim sahibi herkes buna destek vermeli.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Halkın egemenliğini hatırlayıp hatırlattığı gün 31 Mart

Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi?

Pazar günü neyi seçeceğiz?

Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir