Yazma fırsatım olmadığı süreçte içime en dokunan söyleşilerden birini IMPNews'da okudum. İki dönem milletvekilliği yapan ardından Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini yürütürken 30 Ekim 2016'de tutuklanan Gültan Kışanak, "Çok acı ama bir kez daha Diyarbakır Cezaevi'nde 12 Eylül sürecinde yaşadığım sesimi duyuramama hali ile karşı karşıyayım" diyordu. 12 Eylül 1980 darbesi sürecinde aynı cezaevinde ağır işkencelere de uğrayan Kışanak, "Sorun sadece benim kişi olarak bunu yaşamamda değil, memleketin 12 Eylül darbe koşullarına, atmosferine dönmüş olması, cezaevlerinin siyasi tutuklularla dolu olması, hukuksuzluğun artık kanıksanması, belli bir kesimin ‘şeytanlaştırılması’ insanların bu rezalet karşısında sus pus olmasıdır" tespitlerinde bulunuyordu.
Bu yazıyı yazarken bir süre önce bitirdiğim koordinatörlüğünü Kışanak'ın yaptığı "Kürt Siyaseti'nin mor rengi" kitabı masamın üzerinde. Kitap kendisinin gazetecilikten gelme becerisiyle cezaevi şartlarında mektupla tutuklu Kürt kadın siyasetçilere de ulaşarak ortaya çıkardığı bir çalışma.
Kitap 22 kadının anlatılarından hareketle Kürt kadın hareketinin hangi süreçlerden geçtiği anlatılıyor. Her bir bölüm ayrı çarpıcı bir mücadeleyi gösteriyor. Ben yine Kışanak'tan bir bölümü paylaşmak istiyorum. Olay Diyarbakır Cezaevi'nde geçiyor:
Liseden sonra üniversite eğitimi için Diyarbakır’a gittim. Eğitim fakültesi ikinci sınıf öğrencisi iken 1980'de gözaltına alınarak tutuklandım. Hilvan Belediye Meclis Üyeleri Duriye kaya ve Emine Hacıyusufoğlu ile Diyarbakır 5 no’lu cezaevinin en çetin döneminde (1980-1982) acıları, direnişi, dayanışmayı birlikte yaşadık. Belediye Meclis üyesi nedir pek farkında değildik. Bizim için onlar Duriye ve Emine analardı. Altmış-yetmiş kişilik koğuşun neredeyse tamamı 16-25 yaş arası geç kadınlardan oluşuyordu.
Duriye ve Emine anaları mümkün olduğu kadar dayaktan, işkenceden korumaya çalışıyorduk. Ama pek mümkün olmuyordu. Hatta bizim zorumuza gittiğini bildikleri için özellikle onlara hakaret ettikleri, işkence yaptıkları da oluyordu. Bir ara "Burası askeri cezaevi sizler de askeri kurallara uymak zorundasınız askerlerin her hafta saçları kesilir" diyerek zorla işkenceyle saçlarımızı kesmeye çalıştılar.
Başlangıçta 3-4 hafta onlara karışmadılar. Ama her iki ana da bizi askerlerin elinden alabilmek için çırpınırken bazen bizden daha fazla dayak yedikleri oluyordu. Aslında saç kesmek dayak için bahaneydi. Birgün blok çavuşu Duriye ve Emine anaların da saçlarının kesilmesi için emir verdi. işte o gün kıyamet koptu. Günlerce bütün koğuş anaların etrafında kenetlendik dayağımızı yedik ama anaların saçlarının kesilmesine izin vermedik. Bu kez "tamam saçlarınızı kesmeyeceğiz ama asker yemek duası okurken kep çıkartıyor sizde başınıza açacaksınız" diye tutturdular. Duriye ve Emine ana başörtülüydüler. Duriye ana Kürtçe ağıtlar yakarak dövünüyor, kıyametleri koparıyordu. Koğuşta bu uygulamaya karşı günlerce direniş sürdü. Sonuçta işkenceciler pes etti."
Bugün günlerden cumartesi. Benim için Cumartesi "anneleri"nin günü. Devletin 700. haftadan itibaren Galatasaray Meydanı'na çıkışı yasaklamasının 7. haftası. Anneler, evlatlarının peşinden giden onları arayan, aramaktan vazgeçmeyecek olanların sessiz çığlığı bugün yine İHD önünde devam edecek. Yıllardır barış içinde sürdürdükleri eylemleri için yeniden Galatasaray Meydanı'na dönmek istiyorlar. Bence er ya da geç dönecekler. Bu ülke annelerin saçının tek teline zarar gelmesin diye göğsünü siper edenlerin ülkesidir. Kadınıyla, erkeğiyle...