T24’teki bundan önceki yazımı 29 Temmuz’da, yaklaşık üç ay önce yazmışım. Yaz tatili ve akademik yazı işleri nedeniyle uzunca bir ara vermek zorunda kalmıştım. Tam yeniden yazmaya hazırlanıyordum ki tepemize Ankara Katliamı indi. Katliam sonrası bütünlüklü bir yazı yazabilmek için kafamı toparlayabilmek de iki haftayı bulmuş.
29 Temmuz’daki yazıda “Erdoğan son barutunu ona seçim kazandıracağını düşündüğü bir savaş / iç-savaş çıkarmak için ateşlemiştir” ve “Erdoğan ve AKP’yi barutla değil, barışçıl HDP fikriyatı ve eylemi ile yenebiliriz” diye yazmıştım.
7 Haziran seçimleri öncesi HDP’nin Diyarbakır mitinginde, sonra Kobane’ye yardım götüren HDP bileşeni ESP’li devrimci gençlerin Suruç’taki toplantısında olduğu gibi, yine temel çağrısı barış olan, ağırlıkla solcu, demokrat, Kürt, Alevi yurttaşların katılım gösterdiği, katılımcıların büyük çoğunluğunun HDP’ye yakın olduğunun bilindiği bir miting hedef alındı. İki canlı bomba marifetiyle büyük bir kırım yaşatıldı ve hala içimiz yanıyor.
Sadece kayıp / yas değil, “travma-sonrası” hiç değil!
Bu katliamı dert eden herkes en azından sezinliyor ki yaşadığımız sadece bir katliam ve orada kaybettiklerimizle, orada yaralananlarla sınırlı değil.
Sevdiğimiz birileri öldüğünde üzülürüz; sancılı da olsa bir yas süreci yaşarız. Kaybettiğimiz kişinin yokluğuna yavaş yavaş alışırız; onun fiziksel yokluğunda, zihnimizdeki varlığıyla yeni bir ilişkilenmeye girip acımızı dindirmeye çalışırız. Bu süreçte kırılganlığımızı ve ölümlülüğümüzü fark edip daha da olgunlaşma imkânımız olabilir.
Ani ve trajik ölümlerde bu yas süreci daha da karmaşık ve zor bir hal alır, çok daha uzun sürebilir. Ankara Katliamı, diğer tanık olduğumuz katliamlar gibi gayet ağır travmatik bir kayıptır. Dolayısıyla yas süreci de “normal” koşullarda çok daha karmaşık, zor ve uzundur.
Keşke sadece bu kadar zor olsaydı. Maalesef bunu kat be kat aşan bir zorlukla karşı karşıyayız. Şöyle:
2001’de New York’ta İkiz Kuleler’e El Kaide saldırıp 2000+ insanı katlettiğinde uzun yıllardır New York’ta yaşıyordum. O katliam sonrası, New York’un ve genel olarak ABD’nin ruh halini yakından gözlemleme imkânım olmuştu. Büyük bir şok ve sarsıntı yaşayan ABD toplumunun tamamı bu olayı katliam olarak görmüş ve ölenler için üzülmüştü. Yaraları sarmak için toplumsal dayanışma ağları güçlendirilmişti. Büyük bir felaket karşısında asgari insani değerlerde ortaklaşabilen bir toplumda yaşadığınızı hissedebiliyordunuz (ABD’nin Afganistan ve Irak gibi başka diyarlarda kendi yarattığı felaketler konusunda benzer bir toplumsal ortaklaşmaya sahip olmadığını biliyoruz, ama bu konumuzla ilgili değil şu anda).
Ankara Katliamı için böyle bir durum söz konusu değil. Ankara’nın göbeğinde, barış mitingine gelmiş 102 masum insanın gayet alçakça bir plan dâhilinde öldürülmüş olması karşısında Türkiye ortak bir üzüntü yaşayamadı. Çoğunluk olmasa da toplumun hiç de azımsanmayacak bir kesimi umursamaz bir tavır takınırken, başka geniş bir kesim ise açıkça ve küstahça “düşmanlarının” azaltılmış olmasına sevindiğini değişik yollarla ifade etti.
Şimdi biz nasıl tutalım yasımızı? Nasıl inandıralım kendimizi “tamam çok beter bir şey oldu, tüm temel güven duygumuz sarsıldı, ama geçti işte, hayat yavaş yavaş normale dönecek, yaralarımızı sarabiliriz” diye?
Bilsek ki ne denli travmatik olursa olsun, geçti bitti ve bir daha olması kolay değil, önlemler alınacak, failler yakalandı / yakalanacak, adalet sağlanacak, o zaman zor ve karmaşık da olsa, uzun da sürse bir yas sürecinde ilerleyebileceğiz.
Bu katliamı öncesi ve sonrasında yaşadıklarımızla bir bağlama oturttuğumuzda “travma-sonrası” (post-traumatic) bir durumun olmadığını, kronikleşmiş, süren bir travmatik durum içinde yaşadığımızı anlıyoruz. Bu tür katliamları mümkün kılan politik ortam aynı şekilde devam ediyor.
Evet, “kolektif bir terör faaliyeti”
Diyarbakır, Suruç ve Ankara silsilesinde hedef / mağdurlar hep aynı: HDP ve genel olarak solcular, Kürtler, Aleviler, demokratlar. Aylardır yüzlerce HDP parti binasına ve seçim çalışmasına yönelik saldırılar, linç girişimleri, gözaltılar, baskılar, seçim broşürünü bile yasaklamalar, bunların hepsi bir “nefret nesnesi” olarak HDP’nin ne denli sivrilmiş olduğunu gösteriyor.
Hedefin tek ve sabit olduğu, bunun da HDP olduğu rahatça anlaşılıyor, ama HDP’den nefret edenler, dolayısıyla potansiyel failler tek değil. İçeride AKP, MHP, Ulusalcılar, Ergenekon artıkları, Ordu, Polis ve dışarıda IŞİD, bunların hepsi HDP nefretinde ortaklaşan bir kolektifi oluşturuyorlar. HDP’nin barışçı, eşitlikçi ve Türkiyeli çıkışı tüm bu odakların kimyasını epeyce bozuyor.
Bu yüzden aylardır, neredeyse bir yıldır, AKP, cumhurbaşkanından başlayarak tüm parti eliti, HDP’yi PKK ile eşitleyerek sürekli hedef gösteriyor. Bu zihniyete göre, HDP’yi destekleyenler yeterince “yerli ve milli” değiller ve HDP parti olarak bile kabul edilmiyor (bkz link). AKP, HDP’yi böyle damgalayınca, kendi yandaşları ve iktidarda olduğu için devlet görevlileri açısından HDP’yi bir serbest av konumuna sokmuş oluyor: HDP düşmandır, avlanması mübahtır, hatta sevaptır.
Bu düsturla, AKP liderliği aylardır HDP’yi düşmanlaştırıyor; Ak-Troller sosyal medya üzerinden, AKP’nin sokak timleri fiziken HDP ve HDP’li avına çıkıyor; HDP’ye yönelik yargı, polis ve asker baskısı arşa varıyor; MHP zaten bütün gıdasını anti-Kürt bir duruştan almaya çalışıyor; AKP’nin yeni (zımni) koalisyon ortaklarından çeşitli ulusalcı / Ergenekoncu ve mafyacı çevreler “kanlı” çözüm için AKP’yi destekliyordu.
Diyarbakır – Suruç – Ankara canlı bombacı silsilesi, bu sosyo-politik bağlamda gerçekleşti. Hepsinde hedef HDP, hepsinin tarzı IŞİD tarzı, hepsinin bombacı failleri IŞİD ekibinden, ama hiç birini IŞİD doğrudan üstlenmedi, web sitelerinde sevinç nidaları atmasına rağmen. Diyarbakır bombası, 7 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce, PKK’yi savaşa çekmek için yapılan bir çok provokasyon boşa çıktıktan sonra, HDP mitinginde Demirtaş’a çok yakın bir mesafede patlatılmıştı. Suruç bombası, savaşı yeniden tetiklemenin bir aracı olmuştu. Ankara bombası da, PKK’nin “tek yanlı çatışmasızlık” ilan edeceği tarihe “denk” geldi.
IŞİD meselesi tabii çok karmaşık: AKP ile ilişkileri konusunda bin bir şayia tüm dünyaya ulaşmış durumda. AKP, ABD’nin zorlamasıyla IŞİD’le savaşıyormuş gibi yapıp hiçbir şekilde savaşmıyor. Ama IŞİD’le savaşıyormuş gibi yapmayı bile PKK’ye yönelik yoğun bir taarruzu meşrulaştırmak için kullanıyor. Her bakımdan belli ki tüm dünya için son dönemlerin en barbar, en insanlık düşmanı örgütü olarak görülen IŞİD’i, AKP böyle görmüyor. Kendine göre, daha çok Sünni kardeşliğine ve Suriye’deki reel politik durumlara dayanan, mazeretleri ve hafifletici nedenleri var. En büyük, en baş “terörist” her durumda her zaman PKK olmak zorunda. Dünya baskısı nedeniyle IŞİD de “terörist” sayılacaksa bile ancak hafif-terörist olabilir.
Ama işte, son Ankara Katliamı dâhil, HDP’ye yönelik bütün büyük bombalamalarda keskin işaretler IŞİD’i gösteriyor. Yine de hiç kimse “IŞİD’miş işte” diye meseleyi noktalayamıyor. Evet, işin içinde bir şekilde IŞİD olduğu görülüyor, ama şunlar da görülüyor:
AKP liderliği, cumhurbaşkanından başbakanına, birçok ileri gelenine, AkTrollerine kadar tüm hatlarıyla, rezil bir “bunlar yine kendi kendilerini patlamışlardır,” “IŞİD’le PKK-PYD’nin ortak eylemi” gibi hakikat bükücülüklerini ilk günden itibaren yapıyor. [Erdoğan, en son “kokteyl terörizm” teorisiyle, tüm komplo rekorlarını alt üst etmiş oldu. Bkz. Link).
Başbakan, olay akşamı yaptığı basın toplantısının büyük bölümünü birçok yoldaşını katliamda kaybetmiş bulunan HDP Eşbaşkanı Demirtaş’ı suçlamaya ayırıp, ortak insani duygu zemininde bulunamayacağını açıkça ilan ediyor.
AKP hükümetinin içişleri bakanı olay akşamı, “güvenlik zafiyeti yoktur” diyebiliyor; aynı toplantıda yanında oturan adalet bakanı sırıtabiliyor.
Katliamdan birkaç gün sonra Konya’da yapılan Türkiye-İzlanda milli maçının başında bir dakikalık saygı duruşuna tribünlerdeki binlerce seyirci katlanamıyor ve katliamı değil de katliamda ölenler için yapılan saygı duruşunu protesto ediyor. Sosyo-psikolojik durum çok açık: Toplumun önemlice bir kısmı, “sakıncalı (solcu, Kürt, Alevi, demokrat…) kesimlerdenseniz, elinizde silah olmuş olmamış, hunharca ve alçakça katledilmişsiniz falan umurumda olmaz, ölünüze bile saygı duymam; saygı duymamayı geçtim, saygı duyabilecek olanların saygı duymasına bile katlanamam, bunu engellerim” demiş oluyor.
Tribünlerdeki bu duruşu, AKP’nin, AkTrollerin ve polisin tavrı tamamlıyor. Katliamcılardan çok katliamı protesto edenleri bastırmak ve yıldırmaya çalışmakla uğraşıyorlar.
Ve tabii bu tatsız tabloyu, ortaya saçılan kimi raporlar / belgeler iyice tamamlıyor: Meğerse polis uzun zamandır bu IŞİDçi bombacıları bilirmiş ve izlermiş (bkz. Link); bu süreçte o kadar çok siyasi ve idari “ihmal” yapılmış ki, devletin en azından kimi parçaları için “kasıt” sorgulaması yapmamak imkânsız hale gelmiş (bkz. Ezgi Başaran’ın bu “ihmal” sürecini çok iyi özetleyen yazısı).
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Ankara Katliamı’nda tek failin IŞİD olmadığını, IŞİD ile Türkiye devletinin kimi parçaları arasında gayet karanlık ve kuşku verici koalisyon ihtimallerinin akla geldiğini belirtmek gerek.
Bütün bunlar aynı zamanda şu anlama da geliyor: Siyasi iktidar, HDP’de cisimleştirdiği şeytan-ötekisini köşeye sıkıştırmak ve hırpalamak için her yolu deniyor. Öyle ki bu durumun sosyo-psikolojik düzeyde ne denli bir yarılmaya yol açtığını, bu durumun neredeyse soykırımcı bir hayalet gibi Türkiye’nin üzerinde dolaştığını ya idrak edemiyor ya da umursamıyor. Sadece kendisini kurtarmaya odaklanmış, ülke / toplum yanarmış yanmazmış bununla ilgilenebilecek takati ya da şuuru kalmamış gibi görünüyor.
“Yasta” olmak yetmiyor, “hem yasta hem de isyanda” olmak gerekiyor
Bu nedenle işte, normal bir yas sürecinde değiliz. “Normal” bir travmatik yas sürecinde bile değiliz. Çünkü mesele sadece IŞİD değil, kendi içimizden gelen çok daha derin ve yaygın bir güvenlik açığımız var. Biliyoruz ki yeni saldırılar olabilir ve tabii “güvenlik zafiyeti yoktur.” Haklı olarak bu toplumun güvenliğini sağlamakla yükümlü olanlara güvenemiyoruz.
Görece daha normal bir yas sürecine geçebilmemiz için, yeni kırımların olmasını engelleyebilecek bir siyasi iklimi yaratmamız gerekiyor. O yüzden katliam sonrası seçilen slogan çok doğru: Hem yastayız, hem isyandayız.
Bu toplumun güvenlik duygusunu delik deşik eden muktedirlere isyan edip, demokratik yollarla onları iktidarsızlaştırmadıkça ve barbarlıklara barbarlık demekte ve üzülmekte ortaklaşabilen bir toplumsal dokuyu kurmadıkça normal bir yas tutmak bize kısmet olmayacak.
Yetmez ama, 1 Kasım bunu yapmak için gerekli bir adımdır.
Dipnot 1: Katliam sonrası Cumhuriyet ve DİHA’ya birer mülakat vermiştim. İlgilenenler için linkler:
12 Ekim – Cumhuriyet – Selin Ongun - AK Troll'lerin durumu biz narsisizmi
20 Ekim DİHA – Evrim Kepenek – Türkiye’de soykırımcı bir hayalet dolaşıyor
Dipnot 2: Başbakan’ın bilinçdışı sızmalarını izlemekte büyük fayda var: “IŞİD’le 360 dereceyiz” (yani “aynı noktadayız”); “IŞİD nankör” (yani “ona yaptığımız iyiliklerin kıymetini bilmiyor”; “her zaman zalimlerin yanındayız” (yaniye gerek yok burada).
Dipnot 3: Ankara Katliamı’ndan bir hafta önce 30 psikolog ve psikiyatrın ilk imzacı olarak başlattığı ve tüm ruh sağlığı çalışanlarını desteklemeye çağırdığı, “SAHİDEN BİR TOPLUM OLABİLMEK İÇİN DEMOKRASİ VE BARIŞ İSTİYORUZ! ZORBALIĞA VE SAVAŞA HAYIR!” başlıklı bildiriye (tam metin) şimdiye kadar 1600 destek imzası geldi. Zorbalığa ve savaşa karşı, demokrasi ve barışın yanında olmak Ankara Katliamı’ndan sonra daha da anlamlı ve önemli. Kampanya sürüyor, imza atmak isteyen ruh sağlığı çalışanları tıklayabilirler.
[email protected]
@PakerMurat