13 Mart 2016

Yarabıçak: Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları üzerine...

Ömer Faruk’un ihtilalci ve cesur kitabı...

Bir kitabın eleştirisinin yazılması ya çok beğenilmesinden ve önemli bulunmasından olur; bu daha çok eleştirmenlerin işidir. Ya da sevilmesinden, içindekilerin, okuyanın, türüne göre zihin veya ruh dünyasına yaptığı katkılar, benzeşik düşünceler, imgeler yaratabilme potansiyelinin hızla algılanabilmesinin verdiği hoşnutluktan olur çoğu kez. İçimden geçenler yazılmış, dedirten bir hoşnutluk bu.

Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı bir yere bitişme kaygısı taşımadığı için her iki perspektiften de ayrı bir yere konumlanıyor. Son otuz yılda, üzerine çook kelam edilmiş bireysellik sorunsalının, üç beş cümleden sonra bildik liberal sosuyla bulanmasına dönüşen vıcıklaşmasından iğrenir olduğumuz için türeyen duyarlığımızın prizmasından da bakınca, en etkili ve yetkin bir edebi çalışmadır diyebilirim.

İhlalci ve cesur. Yani taş atıp saklanmıyor, aksine, omuz vuruyor ve geri adım atmıyor. Düşünsel, entelektüel namusu ile sazını çalıp sözünü söyleyen bir abdal gibi yoluna revan olmayı öneriyor. Onun için çok güzel bir kitap Yarabıçak. Şükrü Argın’ın sıkı önsözü, Alp Tamer  Ulukılıç’ın, bana Beatles’ın 1966 yılında çıkan ve tüm zamanların en iyi albümü listesinin üçüncü sırasında bulunan  Revolver albüm kapağını hatırlatan çizimi, ilerleyen sayfalarda  okuru nelerin beklediğinin işaretleri gibi. Başlangıçtaki o hoş sürpriz ve ardından gelen, edebi avangard diyebileceğim, deneysel bir metin. Çok katmanlı bir deneme olarak değerlendirmeler de yapılmış. Tam da öyle.

Daha “Vira Bismillah” deyip ilk bölümün ilk cümlesinden başlıyor okurla iletişim kurmaya. Bu okur-yazar iletişimi kotarılması zor iştir. Çünkü Yarabıçak’ın esas okurları ne ateşli çemberlerden geçtiler, neler görüp neler yaşadılar?

Yarabıçak, Ömer Faruk, 2014, İthaki Yayınları12 Eylül miladıyla başlayan muhafazakâr-neo liberal hegemonyanın sultası, devletlu reel politik uygulamalardan sonra kaçınılmaz çöküşlerin ardından ütopyalardan kaçış, ama o kaçıştan sonra ikame arayışlarının o derin boşluğu dolduramamasının yarattığı iç sıkıntıların katlanılmaz boyutlara ulaşması, ilk kez tadılan yabancılaşmaya savunmasız ve hazırlıksız yakalanış, endüstriyel tüketim toplumunda  mutsuzluğu arttıran günlük hayatın bildik tarzlarda yaşanılmasının şizoid ve nevrotik hâlleri, alkolizmin sınırlarına varış, kozmik arayışların tılsımının çabuk sönmesi… Ve nihayet kendini yeniden icat etme iradesinin kuytulardan zuhur etmesi. Yarabıçak’taki çok katmanlılık bu zaviyeden böyle görünüyor.

Roman ve öykü tadını değişik bölümlerde birbirinden kopmadan verebiliyor. Bir nevi yazınsal modülasyon ama füzyon değil. Aniden İsmet Özel’in dizeleriyle ya da Oruç Aruoba’nın şiirleriyle karşılaşılabiliyor. Çok da yerinde ve kitapta anlatılan ve okura aktarılan meramın bütünlüğünü pekiştiren, metni zenginleştiren dizeler bunlar. Ama şu metni biraz zenginleştireyim mantığıyla eklenmiş, dekor süslemesi değil o şiirler.

Biçem-üslup yepyeni, denenmemiş, alışık olduklarımızın dışında.

Kitabı bitirince gayri ihtiyari 80’lere gidiyor insan. 12 Eylül’le başlayan sanat ve kültürün itildiği izbe kuyudan çıkma çabaları içerisinde Ayrıntı Yayınları, İvan İllich’in Şenlikli Toplum kitabıyla hem şaşırtmış, hem de heyecanlandırmıştı. Ardından peş peşe gelen kitaplar, Murray Bookchin, Rudolf Bahro, Robert Havemann, Jean Genet, Michael Foucault, Ursula Le Guin, Jack Kerouac… gibi isimlerin irkiltici kitapları geldi.
Uzun sürmüş darbe sonrası entelektüel çoraklığın karabasanından yeni yeni çıkarken karanlığa alışan gözlere aniden tutulan  projektörler gibiydiler. Sendeledik. Gülümsedik. Önemliydi; Diyarbakır Cezaevi’nde olanlar, Metris hakikatleri, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Sovyetler’in çöküşü, gülümsemeyi bile unutturmuştu çünkü. Hele bir de Şairler Devrimi adıyla anılan Nikaragua’ daki Sandinista devriminin sonrasında yaşananlar, melankoliyi diplere vurdurmuştu. Böyle bir ruh hâli o kadar yaygındı ki, iyimser olmak için hiçbir etken işlemiyordu.
Bu kaotik dönemde Ayrıntı, dünyadaki ekoloji ve feminizm alanındaki tartışmalardan ve gelişmelerden haberdar olmamızı sağlayan kaliteli kitaplarıyla da iyi katkılar yaptı. Bu çok cesurca, hatta şövalyelere özgü bir gözüpekliktir. Sol Türkiye’de ekoloji ve feminizme hep mesafeli durmuştu. Anlamak için olsa bile çaba bile gösterilmiyordu. Gramsci bile ilk etapta bir kuşku paranoyasıyla karşılanmıştı. Marks-Engels-Lenin-Stalin-Mao ile iyice daraltılan çerçeveye kendini hapsetmiş anlayış, Gramsci’yi sivil toplum teorisyeni diye yaftalamakta beis görmedi. Kozasına sığınıp oradan başını bile kaldırmadan Laclau, Poulantzas, Deleuze, Miliband, Derrida, Foucault, Murray Bookchin, Rudolf Bahro ve Frankfurt Okulu’nun alayını çerçeve dışında tutmakta diretiyordu. Böylelikle “ahlaki tutarlılık” sergilenmiş oluyordu.

O kıtlık ve içedönüklük döneminde bu zenginliğin sunumu, Türkiye’nin olmayan entelektüel ortamına, varmış gibi, diğerkâmlıkla arz edildi.

O yıllardan unutamadığım ve Türkiye’deki muhalif ve parlamento dışı muhalif siyasal gelişmelere bakınca, zamanından önce çıkmış Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın adlı romanı bugün bile çok güncel, hatta asıl bugün daha çok güncel. Yarabıçak, şimdi düşününce, daha o yıllardan işaretini vermiş, o romanlar, araştırma-inceleme kitaplarıyla.

Yarabıçak, Ayrıntı’yı var eden o şövalye ruhunun imbiğinden süzülen bir çalışma. Zorlu bir çabanın ürünü, zira, çok küçük bir dikkatsizlikte ya da birkaç yanlış sözcük kullanımında magazinel ve bir tür hedonizm iltifatları!? ile karşılanması işten bile değildi. Zaten kitap boyunca işlenen, örülen tema, bir tür yapısökümcülük örneği. Metnin mimarisinde aksayan yan yok; aksine barok akla geliyor.

Cesaret, kurulu ve işlemekte olanla; iktidar ve alt iktidar nüveleriyle çarpışmayı göze almayı gerektirir.

Çoğumuz o politik indirgemeci anlayışın kötürümleştirici etkisine maruz kaldık. Nazım-Brecht-Mahsuni-Stalin neyimize yetmiyor yargısı, insan aklının yaratıcılığına, üreticiliğine, dünyanın çeşitli yerlerinde, bizlerin de yaşadığı arayışlara çoktan başlamış ve kilometrelerce yol alınmış olduğunu hazmetmekte hep fren yaptırdı. 12 Eylül ile başlayan ve bugün Atatürk Kültür Merkezi’ni kapalı tutan, Can Yücel’in mezarını tahrip eden  zihniyetin iktidarı, hükümetler değişse de kaya gibi derinlerde duruyor.  Bu, güya iki karşıt cenahın görünmez bağlaşıklığının yol açtığı tahribat, zaman kaybı sosyolojik bir çalışmanın konusudur.

Karşı olunan yapıyı  değiştirmek isterken, benzerini kurarak mücadeleye kalkışmak, derin statükoculuğun ta kendisidir. O eleştirilen kurumları  -devlet dâhil- ve ilişkileri kendi içinde ama farklı bir düzlemde yeniden üretmekten başka ne işe yarar, yaradı? Adı ne kadar radikal çağrışımlar yaparsa yapsın, mücadele anlayışı isterse silahlı olsun; totaliteryanizmi de üretir, devlet aparatlarını kendi bünyesinde ihdas etmeyi de.

Çar-Okhrana-Stalin-Beria-Çeka  / KGB geleneği, bugün Putin’in de içinden çıktığı yapı değil mi? Putin her şeyin müsebbibi olarak daha geçtiğimiz günlerde Lenin’i gösterirken düştüğü durumu ikrar etmiş olmuyor mu?

Yarabıçak, daha da derinlikli tartışabileceğimiz ama şimdilik burada kesilmesinin yerinde olacağı düşüncesiyle, kendi bünyemize bıçakla yara açma erdemini gösteriyor, bunun da zarif bir edebi estetikle, çoğul okumanın getirdiği geniş kültür ile üretilmiş olduğunun altını çizmek gerek. Yoksa çoktaaan unutulmuş, ama benim hiç unutmadığım, Sandinista gerilla önderlerinden Omar Cabezas’ın, 25 yıl evvel yayımlanmış  “Dağdan Kopan Ateş” isimli şahane kitabının en muzır ve eğlenceli bölümü Yarabıçak’ta nasıl yer bulabilirdi?

John Lee Hooker, Blues müziğinin hem en modern, hem de en özcü sanatçısıydı. Unutulmaz bir arşiv bıraktı. Bu arşivde “Hobo Blues” isimli şarkısının yeri ayrıdır. Hobo, alt kültür jargonunda işsiz güçsüz, aylak anlamına geliyor. Yani serseri, evet!? Gezgin, göçebe; bir yerde sabit yaşamayan, üstü açık tren vagonlarında sürekli seyahat eden, sabit bir işi olmayan, şarap ve ekmek parasını çıkarmak için çalışan insanlara verilen kategorik bir adlandırma. Yarabıçak, tema olarak bu gezgin ruhu farklı optiklerden anlatırken, blues ve John Lee Hooker / Hobo Blues ile daha çıplak bir yüzleşmeyle karşı karşıya getiriyor okurunu. Yarabıçak’a çok uygun düşüyor, Hobo Blues.

Yorucu ve ağır bir hesaplaşma sonrasında, artık ilmeçerlerini söküp atmış, ferahlıkla kaleme alınmış açık uçlu ve dürüst bir kitap. Ömer Faruk, kendisinin kaçınacağı, icabet etmekten yer yer  ve ince ince imtina edeceği önerilerde bulunmuyor; çağrısını yaparken zaten artık o yolda epey mesafe kat etmiş olmanın getirdiği berrak bir akıl ve kendine özgü bir romantizmle sesleniyor. Sahiciliği, samimiyeti burada. Mizahı da atlamıyor.

Şarap, rakı derken kitabın kesinlikle bir bohem nihilizmi vazetmediğini, aksine radikal bir mücadeleye dikkat çektiğini  belirtmekte yarar var.

Kritiğini yazdığınız kitap zengin bir metin ise, benzeri yöntemle mukabelede bulunmak zaruri oluyor. Deneme deyince, son otuz yılda Murat Belge, Enis Batur ve Gündüz Vassaf akla gelir. Hak etmişlerdir de bu konumu. Ama önce Montaigne’nin Denemeler’i elden ele dolaşmaya başladı. Deneme ile tanışma macerası Montaigne ile başladı, diyebiliriz.

12 Eylül miladını baz alarak bu tespiti yapıyorum. Ajit – prop dile alışkın dimağların, deneme türüne alışması kolay olmadı. Biz’den Ben’ e, Bana göre’ye geçiş, itaat ve biat dil ve kültürünün  girdabındaki insanlar için epey zahmetli oldu.

Ama Yarabıçak farklı bir mecra bulmuş.
“Ama bizler… yeni, eşsiz, karşılaştırılmaz, kendi yasalarını kendileri koyan, kendi kendilerini yaratan insanlar olmak istiyoruz.”

Quarter Latin’de, “Kaldırımların Altında Kumsal Var” sloganları ile kaldırım taşlarını De Gaul’ün polisine fırlatan 68’li bir militanın ağzından çıkmış gibi değil mi? Değil; Nietzsche’ye ait.

68 benim için, simgesel anlamda John Lennon’ın Dakota binasının önünde vücuduna sıkılan beş kurşunla öldürülmesiyle, artık bitmiş oldu. Tabii bütün dünyayı etkileyen o  tarihsel  kültürel devrimin vedasının izlerinin silinmesi de uzun sürdü. O kuşağın çınarları dibinde yetişmiş çömezleri olarak bizler de o vedadan sonra bir atımlık kalan barutumuzu en doğru şekilde kullanalım derken, şaşırtan izahı güç bir Gezi  infilakı yaşandı. Bakıldığında orijinal Gezi çıkışındaki ana eksen tam da Nietzsche’nin bu özlü ifadesiyle örtüşüyordu. Bir yanda eskinin kendini yeniden icat etme arayışı, beri yanda yeninin doğuşu ve ilk emeklemesinin yarattığı şaşkınlık. Yarabıçak bu kuşağa mı diyelim, kategoriye mi diyelim, iki kesime de hitap ediyor, seslenebiliyor. Artık yaşları 70’ lere gelen 68’liler muaftır.

Yarabıçak bu yeni olgunun yönseme evre ya da eşiğinin geçilmesinde önemli bir entelektüel katkı aynı zamanda. Hegemonyanın nihayet hedefe konma zaruretinin idrak edildiği bugünlerde, Chantal Mouffe-Ernesto Laclau’nun tezlerini yutarken, radikal demokrasiyi tartışırken, kelepçelerimizi söküp atarken, Deleuze’u, Derrida’yı yeniden keşfederken, bu katkının değeri daha da önem kazanıyor.

Yirminci yüzyılda yaşananların deneyimi ve dersleriyle, 68’i daha da kavrayarak özümseyerek, Gezi ile de bu iş daha bitmemiş duyumsaması ile, zehirlene zehirlene artık nelerden uzak durmayı belleyerek... "Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar (Kenzaburo Oe) hakikati ile çarpışmanın güç iyileşen yaralarını sağaltmayı başarmaya ramak kalmışken... Hayal gücüne eski dirimselliğini kazandırarak yola revan olmaya başladığımız yeni yolculuğumuzda Yarabıçak, entelektüel bir neşter ile bünyedeki son safranın atılmasına da yardımcı oluyor.

Yarabıçak, altını çizmiş; Neşet Ertaş, Itri, Dede Efendi bu yeni yolculukta eşlik edecekler; ekleme lüzumunu hissediyorum ki, Tanburi Cemil Bey de eşsiz dehasıyla hazır bekliyor.

Kapitalist sanayi toplumu ve neo-liberalizm, dünyanın her köşesinde insanları ortak ızdıraplarda buluşturdu. Bir şeylerin arkasına saklanmanın, itaat ve boyun eğmenin ödülünün asla onurlu bir hayat olmayacağını, itaatin boyun eğmeye, boyun eğmenin diz çökmeye evrileceğini pervasız bir küstahlıkla gösterdi.
Yeni yolculuk şenlikli geçecek.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...