19 Şubat 2016
THKP‘yi kült, Ulaş Bardakçı’yı ikon konumunda görmek, göstermek ya da göstermeye çabalamak, buna inanmak, herşeyden evvel, Marksist dünya görüşüne aykırıdır. Amaçlar açısından da hiçbir yararı olmaz.
Buna mukabil, THKP ve THKP – C’ nin ne kadar önemli ve değerli olduğunu, bu tarihsel olguyu yaratanların da aynı ölçüde değerli olduklarını söylemek, ON’ların böylesi emsaline ne daha önce ne de daha sonra rastlanamamış olmasını irdelemek, NE YAPMALI? sorusunun ağızlara da, akıllara da pelesenk olduğu bugünlerde, ufuk açıcı, şevk ve cesaret verici olabilir.
Yeninin doğumu sancılı olur ve eskinin içinden doğar. 68 – THKPC – Gezi , toplumsal mücadelede bir silsilenin simgeleridir. Birbirlerini hem içerirler hem de bir kopuşu temsil ederler. Bu kopuş bir reddiye ya da inkar değil, yeninin ufuktaki ilk görüntüleri gibidirler.
Hemen sık bir yanlış algıyı düzeltmek lazım. DHKP-C ile THKP-C aynı değildir; telaffuz sırasında bir dil sürçmesi de değildir. THKP-C 1973 yılında fiili varlığı sona ermiş bir örgütlülüğün adıdır.
THKP, örgütün kurucu önderlerinden, militanlarından oluşan örgütün adıdır. THKP - C ise bu örgütün semptizanları, sevenleri, destekleyenleri, yardım edenlerini temsil eden daha geniş bir insan topluluğundan meydana gelmiştir. İyi anlaşılması için şu açıklama yerinde olur; THKP deninilince, kurucu kadro ifade edilmektedir. Münir Aktolga, Yusuf Küpeli, Mahir Çayan, Orhan Savaşçı, Ertuğrul Kürkçü, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir, Necmi Demir, Ziya Yılmaz, Ulaş Bardakçı, Sabahattin Kurt, Kazım Özüdoğru hemen sayılabilecek isimlerdir. Marksist – Leninist’tirler, enternasyonalist devrimci olduklarını söylemeye bile lüzum yoktur. O yıllar için bu tanımlamayı yapıyorum.
THKP-C ise, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Saffet Alp,Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Koray Doğan, Tamer Hazer, Ömer Laçiner, Nasuh Mitap, Oğuzhan Müftüoğlu, Mustafa Kaçaroğlu, İlhami Aras, Mahir Sayın, Tuğrul Paşaoğlu, Murat Belge, Yılmaz Güney, Şadi Samer, Hatice Alankuş, Gülten Savaşçı, İlkay Demir, Rüçhan Manas, Ayşe Emel Mesçi, Oğuz Etçi, Asker Mehmet Sönmez , Mine Urgan, Rasih Güran, Murat Sarıca, Kadriye Deniz Özen, Mustafa Baykara, Mustafa Alabora…ve başka aydın, akademisyen, sanatçı, tiyatrocu, öğretmen, işçi,mimar, mühendis gibi farklı sınıf ve meslek gruplarından gelen sosyalist ya da sosyalizme yakın duran, sayıları tahminlerin ötesinde niceliğiyle sürekli genişleyen ve etki alanı toplumun önemli bölümüne yayılan bir canlı organizmadır, adeta.
28 Şubat 1973 tarihli İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı tarafından hazırlanan THKP-C iddianamesinde 380 kişinin ismi geçmektedir.
Bu iki ayrı kategorik isim aynı zamanda bir karakter soyluluğu ve kurucularındaki olağanüstü insani sorumluk alma erdemini de gösterir. Çünkü bu yola baş koymuş, değil istikballerinden, canlarından dahi vazgeçmeye hazır olan bu insanlar aynı fedakarlığın herkesten beklenmemesi gerektiği , mücadelenin ileri aşamalarında kendilerini nelerin beklediğini çok iyi sezip, öngördükleri için , şimşeklere karşı paratoner olmak üzere bu ayrımın yapılmasına gerek duyulmuştur. Böylelikle, ilgi duyan bu hareketi seven, destekleyen insanlar devletin gadrine uğramasın. Bu karakter soyluluğunun ne kadar doğru karar aldığı 1971 – 73 yıllarında, sanayi burjuvazisinin de verdiği açık destekle estirilen kanlı terör kasırgası kanıtlamıştır.
Bu mücadeleye giren ya da destek veren herkesten ölümü göze almasını o an gelince de tereddüt bile etmemesini; kurşunlanmayı, idam edilmeyi, işkenceyi, hapsedilmeyi kabullenmeyi beklemeye hakları olmadığını baştan gösterecek bir kalite ve asalettir.
Şimdi pek bilinmeyen ve şaşırtıcı gelebilecek bir vakaya yer vereceğim. Şiir tarihimizde İkinci Yeni, eskimemiş, hep ilgi görmüş, bir kaç kuşak tarafından sevilmiş, halen en fazla okunan, tartışılan bir akım olarak, aynı zamanda bir yenilenmenin, eski kalıplara meydan okuyuşun şiiridir.
Şiirimizde İkinci Yeni, a-politik ve bireyci bulunur, bazı keskinler de daha ileri gidip burjuva şairi, diye yaftalamaya kalkışmışlardır İkinci Yeni şairlerini. Ama Edip Cansever ve Turgut Uyar İkinci Yeni'nin ana sütunu iki isimdir ve THKP-C’ ye düzenli aylık para yardımı yapmışlardır. Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan şiirleriyle bu hareketin Nazım Hikmet, Ahmet Arif ile beraber en fazla sevip okuduğu şairler oldukları, sır değildir.
Çok iyi bilinmektedir ki o kuşak, şiir ve halk türkülerine çok düşkündür.
Murat Belge’nin organize ettiği para toplama işi sayesinde Belge’nin çevresinden olan bu şair, aydın sempatizan çevresinden o zamanın imkanlarına göre önemli miktarda paranın toplanıp örgüte aktarıldığını biliyoruz. Bugünün saygın aydın ve edebiyatçısı Cevat Çapan da cephede yer almış ve THKP-C davasından yargılanmıştır.
Sloganlı şiir yazmamışlardır, demeç okur gibi konuşmamışlardır; ama bilerek, isteyerek para yardımı yapmış ve bu hareketi desteklemişlerdir.
Lenin ve Martov arasındaki parti üyeliği tartışması hatırlansın. İkinci Yeni şairlerinin katkılarının değerinin maddi yardımlarından çok öte olduğu anlaşılır.
Burada bir yanlış anlaşılmayı önlemek için belirtmek gerekir; bu iki kategori bir kıdem veya önem derecesini içermez. Parti kurulmuş, insan üstü çalışmaların karşılığı hızla alınmış ve beklenin ötesinde büyümeye, yayılmaya, benimsenmeye başlayınca, parti ile cephe arasında artık neredeyse o kategorik çizgiler de ortadan kalkmıştır. Bunda devlet ve burjuvazinin ikisini de terör örgütü diye gösterip öyle muamele yapmaları kadar, işçilerin, emekçilerin nezdinde de artık THKP ve C harmanlanınca, sürecin başlarında THKP tedavülden kalktı, kendiliğinden bir gelişme ile THKP-C kullanılır oldu.Fakat burjuva basını THKP-C yerine hem somut hedef göstermek hem de bir çete imgesi yaratmak için Mahir Çayan ve arkadaşları tabirini daha çok kullanmıştı. Çünkü Mahir adı, sınıf düşmanlarını tedirgin etmeye yetiyordu. Hedef gösterilmesi boşuna değildi.
Bugünden baktığımızda hem parti, hem de cepheyi oluşturan insanların ortak meziyetlere sahip olduklarının, coğrafi olarak çok uzak yerlerde yaşıyor ve birbirleriyle pek karşılaşmamış olmalarına rağmen kişiliklerinin birçok özellikleriyle benzeştiğini hemen saptamak mümkün. İşçi – aydın; kentli – köylü, sınıf kimliği – etnik kimlik gibi tehlikeli yarılmalara yol açabilecek riskler, THKP-C üst kimliğinin bir çimento işlevi görmesi ve çok içtenlikle benimsenmesiyle, bünyeyi tahrip edememiştir.
O zor dönemde THKP-C özgül bir işlevi başarıyla hayata geçirmişti. Devrimci; varoluşu gereği iktidarı çözmeyi, yıkmayı hedefler, oraya odaklıdır, oraya vurur. Gramsci’den aldığımız, sınıfla organik bağı olan aydın ise, ki bu kategoriye Gramsci, ‘’organik aydın’’, adını veriyor; hegemonyayı, egemen ideolojiyi , kapitalizmde çatlaklar açmayı hedef alır. Egemen bloka karşı tarihsel blokun inşasına katkı verir.
İşte bu çok zor korelasyonu her gün yaratıcı bir zekayla; THKP ilkini, THKP-C ikincisini hem de iki yıl gibi bir sürede inanılmaz bir dinamizmle ve en üst seviyede gerçekleştirdi. THKP-C’ nin yıllardır süren ve hiç eksilmeyen büyülü etkisi bu başarıdandır.
Devlet ve istihbarat güçlerinin elebaşılar olarak saptadığı lider kadrosunun hemen hemen tamamı öldürüldü. Öldürülemeyenler yakalanıp hücre hapisleri ve işkencelerle yıllarca özel ve bilenmiş bir hınçla, hedef alındılar. Yaşananlar, bu trajik kayıplar, duygusal travmalar yaşatmıştı; hem de toplumun geniş kesimlerine. Ama bu trajediye zaten hepsi hazırdı ve akıbetlerinin ne olacağını gayet iyi biliyorlardı. Devrim ve sosyalizm amacından ve mücadelesinden geri adım atmadılar.Yüreklerimiz dağlanmıştır ama tarihe bıraktıkları ve önümüzde THKP-C deneyi olarak duran o yetkin devrimci mücadele tarz ve anlayışının tarihsel değeri ve kıymeti, sanırım burada da aranmalıdır.
THKP-C içerisinde en sıcak zamanlarda, bile, dikey, hiyerarşik, buyruk / talimat yönlendirmeleri, hikmetinden sual olmaz bir önderlik anlayışının filizlendirilmemesi; yapılan üzüntü verici hatalara, acemiliklere rağmen, kırk altı yıl sonra bile geleceğe dönük çıkarsamalar için tartışma ve irdelenmeye layık değerler üretmiş bir tılsımlı define konumundadır. NATO’nun en kalabalık ordusuna sahip bir ordu, kontrgerilla , Hiram Abas’ın yönettiği MİT , CIA ve faşistlerin ölümcül kıskaçlarına alınan THKP-C’liler, unutulmamalıdır ki daha yirmili yaşların başlarında, gündelik hayatlarında karıncayı bile incitmekten kaçınan, sevecen, yumuşak huylu ama zeki ve onurlu insanlardan müteşekkildir. Israrla altını birkez daha çiziyorum; THKP-C yenilmiş, tarih sahnesinden çekilmiş ama yok olmamış ve tüketilememiştir. Militanları, çalıştıkları alanlarda unutulmaz izler bırakmışlar, çok sevilmişler, bağırlara basılmışlar ve esirgenmişlerdir. Birbirlerine olan saygıları, bağlılıkları yepyeni bir arkadaşlık – yoldaşlık ilişkisini de yaratmış; aralarındaki sevgi bağları nereyse kutsiyet mertebesinde dokunmuştur.
Son yıllarda tüylerimiz ürpererek okuduk, örgüt içi infazları. THKP-C ile asla yan yana bile gelmeyecek bir acıklı durumdur, iç infazlar. THKP-C hareketinden kopanlar, ayrılanlar, vazgeçenler oldu ama kimsenin aklına infaz etmek gelmedi. Yüksek insani erdemleri ile zaten silahtan hiç hazetmeyen ve ellerine sapan alıp bir kuş bile vurmamış bu birbirinden değerli insanlar için yoldaşını vurmak, akla hayale gelmeyecek bir ahlaki sorundur.
Çok uzun süredir devrimci mücadelenin, ondokuzuncu yüzyıl araç ve aygıtlarıyla yürütülmesinin artık nihayete erdiği ortada. Ama nasıl bir mücadele? Bu mücadelenin araç ve alanlarının nasıl ve ne şekilde sürdürüleceği arayışı batıda da Latin Amerika’da da, buralarda da çetrefilli,yoğun bir meşguliyet mevzuu oldu. Halen olmaya da devam ediyor.THKP-C deneyi; 1980’lerde ve izleyen on yılda, o çetrefilli meseleye yönelik tartışmalar sonuca ulaşamazken, üzerinde düşünmeye değer, çok değişik iki ayrı kişiden gelen benzer bir öneriyi kendi tarihinde gerçekleştirmiş olması hasebiyle, tahminlerin ötesinde önem taşıyor.
Bu benzeşik önerilerin ilki, Rudolf Bahro’dan geldi.1950’lerin Alman komünist aydın ve düşünürü, 1970’lerde Yeşiller Partisi üyesi Rudof Bahro, reel sosyalizmi eleştirerek Komünist Alternatif Strateji Savları ve Sanayi Toplumuna Karşı Ekolojik Sosyalizm alternatifi çıkışıyla dikkatleri çekmişti. "Kızıldan Yeşile" adlı Türkçe çevirisi de yayımlanan kitapta özgün düşünceleri, yaşanmakta olan tıkanıklığın ve gerilemenin aşılmasında kayda değer nitelikte idi. Henüz Sovyetler Birliği dağılmamış, Berlin Duvarı yıkılmamış, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Polonya, Arnavutluk en azından yöneticilerinin sosyalizm dediği bir sistemle yönetiliyordu. Bahro, gidişatın hayırlı olmayacağını çok önceden görmüş ve sistemi, sosyalist kimliğiyle ve görüşleriyle , yani içeriden eleştirmişti.
Önerisi ‘’Artık yeni bir sosyalizm anlayışıyla , kapitalizme karşı önce kapitalizm yıkılmalı şiarıyla, sosyalizmin tıpkı bir dinin yayılması gibi yol ve yöntemlerle yeni bir mücadele ‘’ idi;
Önerinin ikincisi Fidel'den geldi: ‘’Sosyalizm, Hristiyanlığın ilk dönemindeki rahipler, keşişler gibi fedakarca çalışılacak uzun soluklu bir mücadele."
Ve dünya kapitalizminin kabusu olacak şu , Marksist görüş ve gözlemini , yükse sesle dillendirdi; Şu anda dünyada komünizme en uygun ülke ABD’dir. Ekonmik gücü ve zenginliğiyle ama ’’üretici güçlerin gelişmişliği ve üretim ilişklerinin bu gelişmenin önünde engel olması‘’, bu nedenle yaşanan krizlerin faturasının dünyanın başka yerlerindeki ülkerlerin sömürüsüyle atlatılmasının artık bir devrimi zorunlu kıldığı tespitiyle, ve her zamanki 'Doğrucu Davut' üslubu ile konuştu. Amerika'nın borç batağına ittiği ve boyunduruğu altına aldığı ülkelere, ‘’borçlarını ödemesinler ‘’ çağrısıyla da sözlerini tamamladı.
Dikkatlerden kaçmamalı; neo-liberalizmin dünya ölçeğinde zafer naraları attığı bir dönemde bu öneriler geldi. Hiç de sinik, mağlup, mahcup bir dille değil, haklıyız ve kazanacağız, gibi o yıllarda arkaik ve demode gelen bir özgüvenle söylediler sözlerini; hem Bahro, hem de Fidel.
Kast edilen neydi peki? Bir dinin yayılması gibi, keşişler, rahipler gibi yayarak, çileli de olsa çileye katlanmayı göze alarak ve çok uzun vadeli düşünerek, ama dozajı iyi ayarlanmış, tıpkı Ekim Devrimi öncesinde Troçki’nin yaptığı gibi gerektiğinde sol pragmatizmi de amaçlardan sapmadan kullanarak tarihsel mücadeleyi yeniden başlatmak…
Bahro’nun da, Fidel’in de önerilerini, yeni bir politik praksisi,THKP-C daha 1970 yılında hayata geçirmişti bile. İşte THKP-C’ nin önemi, değeri buradan geliyor. Şimdilerde bir yeni yol haritası arayışımızda yaşamsal koordinatları THKP-C pratiğinde bulmamız mümkün gözüküyor.
Önce Dev-Genç’in başlattığı, ardından da THKP-C’ nin parlak örneklerini verdiği yüzyüze, fabrikalarda, tarlalarda, emekçilerin içinde, sınıf mücadelesinin tam göbeğinde yer alarak; amaçla aracı zihinlerde meşru kılarak, fedakar, bıkmadan, usanmadan çok çalışarak, yeni yaşam alanları açarak, ütopyayı şimdiden gerçekleşebilir kılınabileceğini inanılır kılarak, devrim olana kadar sistemde yarıklar açarak, yönetenlerin eskisi gibi yönetememelerinin, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememelerinin koşullarını yaratarak , kıpırtı dip dalgasına dönüştürülüyordu ki…!?
Bundan sonrası Ulaş için hazırlanan bu yazının çerçevesini aşar. Ama bunu da ileriki günlerde yapacağım.
THKP-C gerçeğine bakışımı kısaca özetledikten sonra Ulaş’ a gelebiliriz.
"THKP Ulaş’sız, Ulaş da THKP’siz olamazdı" demek mübalağa olmaz. Birbirleri için yaratılmışlardı sanki. Çok yakıştılar birbirlerine.
Bu parıltılar saçan fenomenin yaratıcı öznelerinden biri olan ve bugüne kadar bitmeyen, kaynağı kurutulamayan sevgi pınarı, unutulmaz Ulaş, 19 şubat 1972 tarihinde, delik deşik edilerek öldürüldü. 25 yaşındaydı. ODTÜ Fizik bölümü öğrencisiydi. Ben Ulaş’ın ölüm haberini eve alınan iki gazeteden okuduğumda on bir yaşında idim. Ürpermiştim.
Bir THKP profili deyince aklıma iki isim gelir: Sabahattin Kurt ve Ulaş Bardakçı.
THKP eylemleri deyince yine iki isim öne çıkar: Oktay Etiman ve Ulaş Bardakçı.
THKP-C’ nin o büyülü etki bırakan eylemlerinin çoğu bu iki devrimcinin yarattığı sanat eserleridir.
Ulaş İstanbul’da namluların hedefi oldu. Sabahattin Kızıldere de yüzü tanınmaz hale gelinceye kadar ölü bedeni kurşunlanmış haldeydi. Oktay Etiman 14 yıl hapis yattı. Bugün THKP-C’ nin kalitesini ve erdemlerini kişiliğinde taşıyan, gündelik hayatında kanıtlayarak yaşamını sürdüren 68’ li.
Ulaş 1947 doğumlu, yani doğum tarihi ile de orijinal 68’li . Nevşehir, Hacıbektaş’ lı. Çok dürüst, arkadaş canlısı, çok zeki, en sıkıntılı ve morallerin bozulmaya yaklaştığı gergin anlarda bile esprileri ile ortamı rahatlatan, güleç bir insan. Orhan Gencebay’ın‘’ Bir Teselli ver ‘’ şarkısındaki "Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" dizesini "en zaten darağacının tiryakisi olmuşum ’ olarak değiştirip sık sık söyler.
Sigara içmez Ulaş. Lakabı, 'Fukara'dır. Bu lakabın nereden geldiği muamma idi. Araştırdım, öğrendim. Ulaş’ın ODTÜ’deki en yakın arkadaşlarından Münir Aktolga ve İrfan Uçar, Ulaş’a takılırlarmış, ‘’ ister zengin ol ister fukara, yemekten sonra yak bir cigara ‘’, böyle böyle Ulaş’ ın lakabu fukara kalmış. O dönemde birbirine lakap takma modası varmış. Uzun boyundan dolayı Dalton kardeşlerdeki Avarel, Deniz’e; Meksika devrimini halk önderlerinden Zapata, Şaban İba’ya; yine Meksika devriminin önderlerinden Panço Villa ise faşistlerin vurarak öldürdüğü Nail Karaçam’a münasip görülmüş.
Ulaş’ın, hatırlarda yer etmiş olan özelliklerinin başında çok gelişmiş ve her konudaki becerisi hala anlatılıyor.
‘’Bir şey istediğimiz zaman Ulaş’ ın gözünün içine bakmamız yeterdi’’ diyor arkadaşları.
THKP-C’ nin ilk soygununda kullanılan arabayı tedarik etmek ve kullanmak Ulaş’ın becerisiydi. Soygundan bir önceki gece kalınan evde herkes bir gerginlik yaşarken Ulaş son derece sakindir; ve sabah erkenden kalkıp evden organizasyondaki görevini yapmak üzere ilk çıkan Ulaş’ tır.
Ulaş ile bir yurtta altlı üstlü ranzalarda uzun süre kalmış, sosyalist hareket içerisinde militanlık yapmış, halen o değerlere bağlı yaşayan ama ismi pek bilinmeyen 68’li Çerkes bir ağabeyim anlattı Ulaş’ı.
‘'O dönem Mahir, Ertuğrul, hepsi çok değerli insanlardı. Ama Ulaş’ ın yeri benim için çok ayrıdır. Çünkü aylarca altlı üstlü ranzalarda yattık. En ufak bir kusurunu ne insan olarak ne de devrimci olarak görmedim. Ulaş, bambaşkaydı. ‘’
Ulaş, Münir Aktolga, İrfan Uçar , Ertuğrul Kürkçü ODTÜ çekirdek kadrosu pozisyonundadırlar. ODTÜ o yıllarda dağ başında oluğu için devrimciler bile sık sık görüşememektedirler henüz. Ancak, Siyasal Bilgiler fakültesinde de Mahir, Yusuf Küpeli, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir aynı konumdadır. DEV-GENÇ artık devletin ve darbe hazırlığı yapan generallerin ve tabii CIA’in de dikkatini ve nefretini çekmeye başlayınca, bu iki ekip ortak bir kararla Ertuğrul Kürkçü’yü genel başkanlığa önerir, ve seçilmesini sağlar. Süreç THKP’ ye evrilmeye başlayınca, para sıkıntısı baş gösterir. Ulaş, ODTÜ ekibi tarafından İstanbul’a gönderilir. Ama önce Ulaş’ ın parmağına bir yüzük takılır ve artık bu işleri bırakmış görüntüsü verecek yerlere gider Ulaş. Ama bir yandan da plakasını değiştirdiği Anadol marka çalıntı bir otomobil ile bazı lüks ve pahalı ürünler satan mağazaların vitrinlerini kırıp hesap makinesi..vs gibi malzemeleri arabanın bagajına doldurur, gözü o kadar karadır ki aynı gece aynı yere iki defa gidip bagajı doldurur. Bu malzemeler satılacak ve para sağlanacaktır.
Devrimcilikten uzaklaşmış intibaı oluşturulduktan sonra, para tedariki için İstanbul’a gider. Silah, silahlı eylem gündemde yoktur. Henüz Mahir’in 'Kesintisiz' başlıklı teorik metinleri gün ışığına çıkmamıştır. Uzun vadeli bir mücadele hazırlığına girişilmiştir. Şehir gerillası kavramı telaffuz bile edilmemektedir. Yani ne Elrom olayı ne de o kahredici şoför Mesut Erdinç’ in vefatı henüz yaşanmamıştır. O tarz eylemlere de sıcak bakılmamaktadır. Mahir bile elden ele gezen , Brezilya’lı Marksist gerilla Carlos Marigella’ nın ‘’ Şehir gerillası ‘’ kitabı hakkında eleştirel sözler söyler, kitabı elinin tersiyle iter. Mahirlerin İstanbul’a gidişi, Ulaş’ tan sonradır.
Askeri cezaevinden o sansasyonel firar sırasında Mahir ile Ulaş arasındaki duygusal bağ güçlenir; çünkü Mahir, Hüseyin Cevahir’ in öldürüldüğü Sibel Erkan olayında ağır yaralı olarak yakalandıktan sonra tedavi görmüş ama tam iyileşememiştir. Nekahat evresinde iken cezaevine getirilir.
Firar sırasında da tünelde Ulaş, Mahir’ i sırtında taşır.
Maltepe firarının yarattığı muazzam moral ve motivasyon sonrasında, işçi sınıfı içinde örgütlenmeyi öngören ve çok uzun sürecek bir mücadeleye başlayan THKP-C, süratle şehir gerillasına yönelir. Oligarşi de boş durmamaktadır, iz sürmeler ölümcül takipler başlamıştır. Artık bir zamanlar ardına kadar açılan kapılar açılmaz olmuş, 12 Mart darbesi hışımla devrimcilere yönelmiştir. Neo-liberal muhafazakar saksağanların fıtratlarında olan iftira atmak, bu son yıllarda şahikasına ulaştığı üzere, solun darbeyi desteklediği gibi desteksiz atışlarında da ortaya çıkmıştır.
12 Mart muhtırasının ilanıyla birlikte:
‘’ Mahir Çayan: Gelen darbe faşist karakterdedir ve devrimcileri hedef alacaktır ,
Hüseyin İnan: Bu muhtıra faşist bir darbedir. Derhal tedbir alınmalı, kırlara çekilinmelidir,
İbrahim Kaypakkaya: Faşist bir darbe yapılmıştır. Artık bu dergi bürolarında oturma zamanı değildir, dağlara gidilmelidir.’’
... tespitlerini yaparlar. 12 Mart darbe döneminde de idam ve infazlarla hayatlarını yitirirler. Tespitlerinde de ne kadar haklı oldukları darbe sürecinin işlemesyle beraber ortaya çıkar.
Ulaş saklandığı Arnavutköy’ deki bir evde, küçük de olsa bir tebirsizliğin sonucunda ortalıktaki bir eşyanın (Bunun bir yerde peruk başka bir yerde ise erkek ceketi olduğu yazılmış ama MİT mensubu Mehmet Eymür bir erkeğin de kullanabileceği peruk olduğunu söylemesi ve Mahir’ in eşgalini gizlemek için peruk kullandığı bilgisine sahip oluklarını belirtmesi nedeniyle Eymür’ e icabet etmek gerekiyor ) evi arayan polislerin dikkatini çekmesi üzerine silahlı çatışmada feci şekilde öldürülür.
‘’En yakınımdaki insanlardan ilk kayıp Ulaş’tı. Daha önce de ölen arkadaşlarımız oldu. Ölümleri biraz metanetle karşılamaya çalışırdık, nasıl olsa biz de bir yerde vurulup ölebilirdik. Hatta şakalaşırdık, fotoğraf çektirelim de ölünce pankartlarda yakışıklı bir resmimiz olsun diye... Ulaş’ın öldürüldüğü gün Ertuğrul (Kürkçü) ve Mahir (Çayan) ile birlikteydik. Gece sabaha karşı nöbette olan Ertuğrul bizi 'Ulaş’ı öldürdüler' diye ağlayarak uyandırdı. Gözyaşlarımızı tutamadık."
Oğuzhan Müftüoğlu’
O gün Ulaş için Türkiye’ nin birçok yerinde gözyaşı döküldü.
12 Mart faşizmi, arkasına CHP’yi de alarak Marksist devrimcilere kan kusturmak üzere CIA desteğiyle birlikte ve işbirliği de yaparak Balyoz harekatına girişir. Toplumda derin bir korku duygusu hemen etkisini gösterir.Ulaş’ ın cenazesi İstanbul’dan Ankara’ya getirilir. Ortada kimse yoktur, toz olunmuştur adeta. Cenazeyi iki kişi karşılar. Muazzez Aktolga ve avukat damadı. Muazzez Aktolga, Münir Aktolga'nın annesidir. Defnedilir Ulaş, cansız bedeni Karşıyaka Mezarlığı'na, erdemleri, devrim ve sosyalizme inancı zihinlere ve gönüllere…
Yıllar yıllar sonra, ODTÜ’de devrimci mücadelenin ilk isimlerinden sevgili Halil Çelimli, konuğum olduğu Mersin 68’liler ormanında, Deniz – Yusuf – Hüseyin anıtının altında sohbet ederken, söz Ulaş’a geldi. Ulaş’ı ne kadar çok sevdiğini, hiç unutamadığını söyleyen Halil Çelimli ağır bir akciğer kanseri tedavisi görmekten yorgun düşmüş bedeniyle anlatmaya devam ederken, beni de can evimden vuran şu sözü söyledi:
‘’Murat sen bizi çok seviyorsun ama bizim aslında bu dünyada yatacak yerimiz yok, çünkü Ulaş’ ın annesi yaşlı bakımevinde yaşadı ve orada öldü. Bu kadar adamız, Ulaş’ın annesine sahip çıkamadık.’’
Artık ne Halil Çelimli ne de ben, gözyaşlarımızı engellemeyi bıraktık, bıraktık ki boşalsınlar.
Ulaş’ ın ölümü üzerine Yaşar Kemal aşağıdaki şiiri yazar.
Bu şiirden esinle ve bazı dizelere de yer verilerek ‘’ Ulaş’ a Ağıt ‘’ adıyla bestelenir.
Bir analoji ile bu yazıyı, şimdilik, bitireceğim…
Beethoven, hayranı olduğu Mozart’ ın ‘’ Do minör piyano Konçertosu ‘’nun ilk seslendirilişini dinlemek üzere arkadaşıyla salona gider. Eseri dinledikten sonra, yanındaki arkadaşına, Cramer, Cramer biz hiçbir zaman böyle bir eseri bestelemeyeceğiz ‘’. der.
Ne demek istediğimin anlaşıldığını umuyorum.
Hele Ulaşa ulaşa
Ulaş benziyor güneşe
Ulaş kardaş can verirken
Görenlerin aklı şaşa
Ulaş canım ulaş gülüm
Sana yakışmıyor ölüm
Sana demedim mi kardeş
Düşman hayin düşman zalim
Ulaş benim gülüm güzel
İnsanlığım yolum güzel
Kardeş sen ölükten sonra
Vallah billah ölüm güzel
Döğünürü yanyana
Haberin olmadı mı sana
Yüreğindeki kırk kurşun
Ağır gelmiyor mu sana
Şu boğazın günden yanı
Gitti gelmez Ulaş hani
Bu dünya güzel olacak
Bu insan güzel olacak
Ulaş kardeş koçyiğitim
Görmeyecek güzel günü
Dağlar taşlar geldi dile
Bu dünya kalır mı böyle
Öcümüz yerde kalmaz
Sinanıma selam söyle
Kadirime selam söyle
Sinan Kadir Hüseyinim
Soylu dağım yüce kinim
Ulaş selam et ostlara
Bizi durduramaz ölüm
Bu zalim günler geçecek
Bu zalim günler geçecek
Düşmanlar ağu içecek
Bundan sonra yeryüzünde
Çiçekler Ulaş açacak
Çiçekler Kadir açacak
Çiçekler İlkay açacak
Bundan sonra yeryüzünde
Çiçekler dostluk açacak
Generaller generaller
Kızıl kanda kanlı eller
Sizi yeneriz birgün
Bize Türk milleti derler
Hele Ulaşa ulaşa
Ulaş benziyor güneşe
Ancak sen ölürsün böyle
Böyle yiğit biz ölürüz
Düşmanların aklı şaşa
Ulaş benziyor güneşe
Bundan sonra yeryüzünde
Hep çiçekler Ulaş aça
Yaşar Kemal
Mali'den gelen 21 telli arp benzeri bir enstrüman olan kora, merak uyandıran ve meydan okuyan bir ses karmaşıklığına sahip...
Kızıldere’de katledilen devrimcilerin tümünün isimleri, Gülten Akın’ın şiirlerinde anılır ama en çok Sebo’nun adı geçer
Düğünlerdeki aşırı alkol tüketimi ve sefahat ortamı düğün çalgıcılarının ruhsal ve bedensel olarak hızla yıpranmalarına, ciddi sağlık sorunları yaşamalarına neden olur...
© Tüm hakları saklıdır.