Dünya edebiyat tarihinde, öykü denildiğinde Edgar Alan Poe, Gogol ilk akla gelen isimlerdir; tıpkı bizdeki Sait Faik ve Sabahattin Ali gibi. Modern zamanlarda ise öyküleriyle ABD’ li yazar J. D. Salinger, zirve isimdir; Salinger bir gün, eserlerinden çok etkilenip kendisini görmeye, tanışmaya gelen bir hayranını şu sözlerle azarlar:
“Aileni, işini bırakıp 700 km yolu benimle konuşmak için mi geldin. Ben kurmaca yapıyorum, seni ya da bir başkasını düşünerek yazmam. Hadi evine dön.”
Salinger bu sözleri söyledikten sonra sırtını dönüp evine geçer.
Her edebi eser, yazarın hayatından izlekler, etkiler taşır. Ama son kertede kurmacadır; bu nedenle aynı eser çok beğenildiği, önemsendiği gibi ağır eleştirilere maruz kalıp mühimsenecek seviyede bulunmayabilir. “Hamlet‘’, eleştirmen Bradley tarafından çok beğenilmiş; T. S. Eliot ise hiç beğenmemiştir. Böyle onlarca örnek, sanatın tüm dallarında bulunur. Paradoks gibi görünse de aslında değildir. Louis Ferdinand Celine’in romanları eleştirmenlerce yerden yere vurulduğu gibi Fransız edebiyatının dilini kökten değiştiren yazar olarak selamlayanlar da olmuştur ve bu ikinci görüş bugün yaygın kabul görmektedir.
Yazar, bir sözcük mühendisidir; kelimelerle, cümlelerle bir yapı inşa eder. Bununla işi de bitmez; çünkü aynı zamanda hayal dünyamıza, muhayyilemize düş mimarlığı da ifa eder.
Salinger ile başladık, onunla devam edelim. İlk çalışmaları, yayımlanmasını çok arzu ettiği ve çok önemsediği Newyorker gazetesinde yayımlanmaz, geri çevrilir. Yazarın morali çok bozulur, karamsarlığa kapılır. Yazdıklarının değeri epey sonra takdir edilir. Bu tür vakalara edebiyat ve sanat tarihinde çok sık rastlanır. Memleketimizde de Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan benzeri süreçleri yaşayıp çok sonraları hak ettikleri ilgi ve değere nail olmuşlardır.
İlkin beğenilmeme sonra kült konumuna gelme hadisesinde, kanaatimce, eleştirmenlerin rolü büyük ölçüde yönlendirici oluyor. Salinger’i okuyup ehemmiyetsiz ve yayımlanmaya değer bulmayan nihayetinde Newyorker’ın editörüdür; ne kadar isabetli karar verdiği de sanırım Salinger ününe kavuşunca sorgulanmıştır. Sanat ve edebiyat eseri, asıl tüketici kitlesine ulaştığında kaderi belirleniyor. Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan serencamı iyi bir örnek; eğer İletişim Yayınları tüm eserlerini yeniden yayınlamasaydı, geniş bir okur kitlesi ile buluşup okunamazdı.
Bu mekanizma elbette olumlu bir rol ifa ediyor ama burada da aksayan yanlar var. Kim bilir nerelerde hangi yetenekler entelektüel hegemonyanın menzilinin dışında kaldıkları için heba olup gitmişlerdir. Buna kısmi bir çözüm önerim şudur: Empoze eden, öneren iktidar odaklarının buna entelijansiya da dahildir, eleştirmenler de elbette. Yani yerleşik kurumsallığın koordinatlarını belirlediği ana akımların kaleydeskopunu bırakıp kişisel projektörlerle ve cesurca bakmak, aramak, beklenmedik keşiflere götürebilir arayan özneyi. Bu zahmet gerektirmeyen edim sanat ve edebiyatseverlerin bilhassa da dünyanın gidişatından kaygı duyup siyasi ve radikal çözüm arayanların ihmal etmemeleri gereken bir sorumluluk düzeyinde benimsenir ise, şikâyet edilegelen çoraklık, karşıtına dönüşerek, mümbitleşebilir. Yanı sıra; yepyeni mevziler kazanılır. Kime karşı? En yetkili ağızların itiraf ettikleri üzere, kültür ve sanat alanlarında hiç mesafe alamayan, var olan mevzileri geriletemeyen ve acz içerisinde debelenen neo-liberalizme karşı tabii ki. En fazla tökezledikleri alan buralardır. İktidar ve hegemonyanın tüm imkân, araç ve güçlerini fasılasızca ve hınçla kullanmalarına rağmen kültür ve sanat alanlarında hiç mesafe alamamışlardır. Bu alanlara ihtimam göstermek, dayanışmacı bir eylemlilikle destek vererek şevk verici bir tüketimle üretimi teşvik etmek boynumuzun borcudur. Burada estetiği ideolojiye feda ediyor değilim; ihtimam yanında elbette estetiğe itina da eş duyarlılıkla gösterilmelidir. Aynı ideoloji ya da dünya görüşüne sahip olunduğu için sıradan ve vasatı göklere çıkarmanın anti-estetik ve kötürümleştirici sonuçlarının nelere mâl olduğuna 1975 – 80 yılları arasında çok tanık olduk.
Tammura, kısa tanıklıklar, öyküler ve anlatıların iç içe geçmişliğiyle yaşanmış hayatlara / gündelik yaşam kültürünün derinliklerine humour, ironi, paradoksları ince ince işleyerek sanki önümüzde, yanımızda cereyan ediyormuş gibi yetkin gözlemlerle nüfuz ediyor.
Aslında Hatay deyince Antakya ve İskenderun gelir. Çünkü Hatay kültürü denilen olgu bu iki şehirde hayat bulup serpilmiş, yaşanmış ve artık son demlerine gelmiştir. Bu iki şehirdeki çok kültürlülük, çok din ve çok dil ile renklenir. Ama en güzeli de farklı etniklerin kendilerine özgü vurgu ve taklidi mümkün olamayan muhteşem Türkçe telaffuzlarıdır. Mesela yahu değil yaho, bre değil bere, nereye gidiyorsun değil nere gidon keni… Bu yetmezmiş gibi bir de hemen her evde dinlenen Kıbrıs radyosundaki spikerin Türkçesi ise tam evlere şenlikti. Radyonun spikeri, Kipris, derdi, bunu duymak için radyonun sesi açılırdı evlerde; aynı evlerde ise ki ya Rum ya Ermeni, ya Kıpti, ya Süryani, ya Çerkes, ya Kürt, ya Arap ailele Kipris telaffuzuna gülerken, kendileri Kıbriz, Kıbrız, Kıybriz diyerek diyalekt harikaları yarattıklarının farkına bile varmazlardı. Humour, ironi derken böyle şeyleri kastetmiştim.
Avare, hezaren, müşebbek; Recep Yıldırım’ın da hafızasında unutulmazlar rafında yer almış. Benim de öyle, daha çok sözcük var hayatın içinde deşifre edilebilecek ve ancak Antakya, İskenderun’ da yaşamış insanların bildikleri.
Asude yaşanan hayat 1960’larda şahikasına ulaşmıştı. Elbette, her şey güllük gülistanlık değildi, yokluk yoksunluk içinde yaşanıyordu o zamanlarda.
Maziyi yüceltmemek lazım ama bugün çok daha varsıl çok daha geniş imkanlar var; televizyon, internet, cep telefonu vs… Peki neden o zamanlar, özlemle gıpta duyularak yad ediliyor?
Tammura, usta işi hayal mühendisliğiyle yazılmış ama salt Hatay değil düşündürdükleri, sorgulattıkları. Aynı mimarlık ve mühendislikle, Kars, İzmir, Denizli, Trabzon, İstanbul, Diyarbakır… İnsanın yaşadığı her yer, her yerleşim birimi – kent, köy, mezra fark etmez - kendi Tammura metinlerini, edebiyatını çıkarabilir. Tammura okunduğunda okuyan insan bulunduğu coğrafyada aynı hisleri duyumsayabilir. Edebiyat, usta yazarlık tam da budur. Elbette edebiyatta ne anlatıldığından önce gelir nasıl anlatıldığı; dili..vb.
Dostoyevski ya da Maksim Gorki, kimin söylediğine dair rivayet muhtelif ama ‘’ Hepimiz Gogol’ un Paltosundan çıktık ‘’ söylemi doğru.
Usta işi dedim ya, Recep Yıldırım Gogol’un paltosundan çıkmamış ama aynı ustalıkla yazmış, okunursa anlaşılacaktır söylediklerim. Okuyunca diliyle, kurgusunun hakikat ve doğruluğuyla, sosyolog titizliğindeki gözlemleriyle Antakya – İskenderun gündelik hayatını röntgenlemiş Tammura defalarca okunma arzusu uyandırıyor.
Maziye bir ağıt değil. Ama evvel zaman içinde böyle yaşanmış hayatlar. İnsanların bugünün modern kent yaşamı ve neo-liberal değerlerin hegemonyasının tasallutunda bizar olduğu post-modern dönemde modernite – anti modernite kutbu yaratılıp anti modernite çağrısı yapılmıyor öykülerde. Ama hayatını huzurlu, neşeli, güzel yaşama hakkı olan insanın masal tadında yaşanıldığı zamanlara ve bunun mümkün olduğuna dair zihinlere meşguliyet alanı açıyor. Sürdürülen hayatları, var olana mecburiyeti, ithaatı reddedişi, başka yaşamların sadece mazide ve öykülerde kalmış olamayacağını düşündürüyor. Üstelik bunu okura dayatmadan, hatta bu anlamda tek bir imada dahi bulunmadan yapabiliyor Recep Yıldırım. Yetkinliği şaşırtıyor insanı.
Hüznün de, lokmanın da, sevginin ve neşenin de bölüşüldüğü; dara düşenin dayanışma iradesiyle kaldırıldığı, bir insandan Ermeni ya da Alevi olduğu için nefret edilmediği aksine bu kimlikleriyle sevildiği bir kültürdür bu. Bir Ermeni arkadaşımın annesi avluda yün kazak örerken birden örmeyi bırakıp birkaç dakika sonra yeniden başlamasını anlayamadığım için sorduğumda, “Ezan okunduğu için yavrum”, deyişini ben Reyhanlı’da yaşadım.
Yerküre, yeniden asude hayatları yaşamak için karşılıksız bir cömertlikle insanlığın bu arzusunu yerine getirmeye amade… Yeter ki insanlar istesin. Ayrıcalıklıların sultasına son verilirse altın çağ başlayacak. Öyküler, şiirler, şarkılar, resimler, heykeller, çiçekler, yemyeşil bahçeler; borsadan, bankalardan, şirketlerden, AVM’lerden, plazalardan, hızlı otomobillerden, silahlardan nasıl daha fazla mutluluk veriyormuş, o zaman anlayacağız. Tammura, bu istikamete doğru atılmış ölçek olarak küçük içerik olarak büyük bir eser. Gogol’un Palto’su gibi…