- Saygılar Oktay Abi…
- Saygı bizden Murat’çım…
Her telefon görüşmemiz bu cümlelerle biterdi. Benden 13 yaş büyüktü. Doğal olarak sevip saydığım her insana karşı kullandığım “Saygılar” ifadesine, istisnasız tüm THKP’lilerce sanki ağız birliği etmişler gibi, ya “Saygı bizden”, ya “Bilmukabele” ya da “Estağfurullah, benden de saygılar..." sözleriyle karşılık alırdım.
Bu sadece beni saygıdeğer bulmalarıyla ilgili değildi. THKP kültürünün, yarım yüzyıl geçmesine ve ortada artık böyle bir yapı olmamasına rağmen hâlâ devam edegelen gündelik hayattaki nezaket ve zarafetinin kalitesinin tezahürüydü. Ağırbaşlılık; kararlı ve ne istediğini bilen insanların neyi niçin yapıyor olduklarının netliği ile birleşmişti. Ama asık suratlı ve didaktik değil; soran, merak eden ve tartışan, samimi bir empati ile nüktedan, gülmeye hazır ve ince mizah anlayışlarıyla aynı meziyetlere sahip oldukları, tanıdıkça ayırt edilen zeki ve onurlu insanlardan müteşekkil bir ekipti THKP kurucuları ve üyeleri. Yani bir ortak ruh, çok benzer çelikten irade, korku nedir bilmeyen, nazik ama volkanik yanları da bulunan bu ekibin saydığım vasıflarının "örgüt karakteri" diyebileceğimiz ortak davranış-muhakeme tarzlarının mayasında üç ismin belirleyici rol oynadıklarını saptadım; Hüseyin Cevahir, Sabahattin Kurt, Oktay Etiman.
Hüseyin Cevahir 1 Haziran 1971 tarihinde İstanbul’ da, Sabahattin Kurt 30 Mart 1972'de Kızıldere’de öldürüldü. Oktay Etiman, 14 yıl hapis yattı ve 1986 yılında tahliye edildi.
Ölüm haberlerinde "THKP kurucularından... 68’in efsane isimlerinden..." gibi tabirler kullanılmış, doğru değil. Mersin’deki "Kızıldere ve THKP-Kurucuları Anlatıyor" konulu söyleşisinde, söze şöyle başlamıştı:
"Ben THKP kurucusu değilim, hapiste idim ve kurulduğunu hapisteyken arkadaşlardan öğrendim. Ama kendimi, bugün de o zaman da THKP’nin militanı olarak görürürüm."
Bütün THKP’liler gibi "68’in efsane ismi" gibi nitelemelerden de hiç hoşlanmazdı ve kendisiin bu şekilde anılmasına prim vermezdi.
"Mahir, Kesintisiz'i yanımda, aynı evde kalırken yazmıştı."
Evet böyle söylemişti Oktay Etiman ve eklemişti:
"O günün takip altında geçen koşullaında doğru dürüst tartışamamıştık Mahir’ in teorik yazılarını."
İki şey canını sıkıyordu; çok istediği halde Gülten Çayan ile görüşememek -zaman ve meşguliyetler nedeniyle bu isteği gerçekleşememişti-, bir de THKP’nin bir eylem kronolojisinin hâlâ çıkartılmamış olması; bu eksiklik de öylece duruyor.
Birlikte çalışacaktık, peşpeşe kanserle müşerref olunca ve ben kalıp Oktay gidince kaldı. Ama ben yapacağım.
68 kuşağının devrimci Marksistleri cezaevlerinden çıktıklarında, hem dünya hem de Türkiye’nin çok değişmiş olduğunu gördüler. THKP’nin, 1 Nisan 1972 tarihinde fiilen ve fiziken mevcudiyeti son bulmuştu. 14 yıl sonra Oktay hapisten çıktığında, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenciliği yarım kalmış, bir başına Adana-İskenderun ve en son Ankara’ya gitmek zorunda kaldı.
En güvendiği insanlar, başka ikbal kapılarına yönelmiş, Oktay’dan adeta köşe bucak kaçar olmuşlar. Ankara’ya geldiğinde, geleceğin valisi, üst düzey bürokratı gibi parlak bir geleceği feda edip devrimci mücadeleye (k)atılan ve THKP’nin istisnasız bütün eylemlerinde yer alan Oktay Etiman Ankara’ ya geldiğinde kalacak yer bulamaz ve çok ciddi maddi sıkıntı içerisindedir.
Aylarca parkta, bankların üzerinde yattı
Baştan zeki ve onurlu demiştim ya; kimseye de sıkıntısından söz etmez, yük olmamak için özel çaba sarf eder. Neydi bu özel çaba? Oktay Etiman; "68’in efsane ismi", Ankara’ya 14 yıl hapisten sonra döndüğünde kalacak yeri olmadığı için Kurtuluş Parkı'nda, bankların üstünde aylarca yatmış. Bilim ve Sanat dergisinin bir biçimde haberdar olmasıyla dergi bürosunda akşamları kalabileceği söylenmiş kendisine. Kış geldiği için Oktay derginin bürosunda akşamları herkes gittikten sonra yanyana dizdiği iskemlelerin üzerinde uyumaya çalışmış kış boyu. Sonra Ana Britanicca ansiklopedisine çeviriler yapmış, haftada 35 lira ücretle. İşte bu ücretle simit, çorba gibi son derece sağlıklı ve zengin mönüyle beslenmiş.
Yazıklar olsun.
Ketum diye bilinen Oktay Abi, benimle çok özel bilgiler ve anılarını paylaştı. Ama bu yazı O’na bir saygı ve hayatıma kattığı değerler ve güzellikler için bir şükran borcunun naçizane olarak deklare edilmesidir. O nedenle anlattıklarını şimdi burada değil, yeri ve zamanı gelince paylaşacağım.
Ama benim için hazin olan şudur: Sabahattin Kurt, sınıf arkadaşıydı Oktay’ın, Hüseyin Cevahir ile birlikte tabii bir de Mahir. Sabahattin Kurt üzerine alan çalışmalarımdan haberdardı ve çok müteessir olmuştu, heyecan duyuyordu. Sabahattin Kurt’un ailesinin bana hediye ettiği evdeki fotoğraflarını cd’ye aktarmş, kendisine hediye etmiştim. Çok sevinmişti. "Senden izinsiz kullanılmayacak Murat" deme hassasiyetini de göstermişti. Çünkü o fotoğraflar "Sabo" kitabı için hazırlanmıştı. Sözünü tuttu, ayrıca bir de karşı jest yaparak bana Hüseyin Cevahir’in bir fotoğrafını yolladı. Hüseyin’in o fotoğrafını başka bir çalışma için muhafaza etmekteyim.
Yedi yıllık araştırmalar sonucu "SABO-SABAHATTİN KURT KİTABI" Ayrıntı Yayınları'ndan çıktı. Ben Ertuğrul Kürkçü’ye müjdeyi vermk için aradığımda, tebrik etti, "Bak Şadi’nin de selamı var sana" deyince "Şadi Ankara’da ne yapıyor ki"diye içimden geçirdim. Sezdi Ertuğrul Abi:
"Oktay’ı gömmeye mezarlığa gidiyoruz..."
Bu cümleyi duyunca yaşadığım hissiyatı ifade edemem. Şadi Samer İstanbul’dan, Ankara Siyasal’daki sınıf arkadaşı, sevgili dostu için Karşıyaka mezarlığına gelmişti. Üç ay evvel Ayvalık’ta Oktay’la uzun uzun sohbet etmiştik, İstanbul’a gideceğimi Okay Gönensin ve Şadi Samer ile görüşeceğimi söylediğimde, "İkisini de çok severim, selamlarımı ilet" demişti.
Sabo kitabı çıktı, aynı gün Oktay Sabo’nun yanına gitti.
Şimdi Mahir, Cevahir, Sabo, Oktay koyu bir sohbete dalmışlardır, hasret gideriyorlardır. Benim de nedense kulağım çınlıyor.
Vuslata az kaldı...