“Okay bilir Murat, madem İstanbul’ da görüşeceksiniz, selamımı da söyle.”
Bu sözlerin sahibi, THKP davasından 14 yıl hapis yatmış Siyasal öğrencisi 68’li Oktay Etiman, Ayvalık’ta, kemoterapiye inat enerjik ve ışıl ışıl hafızasıyla, en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, Türkiye’de ilk korsan eylemi. Ankara’da, Kızılay’da yani bu ülkenin başkentinin göbeğinde, ülkenin bağımsızlığına nanik yapar gibi göndere çekili duran ve dalgalanan ABD bayrağını, asılı olduğu yerden indirmek üzere harekete geçiyor 68 eylemcileri. Oktay Etiman, “ABD haber merkezi” olarak bilinen, oysa bal gibi CIA merkezi olan binanın en üst katına çıkıyor tek başına. Eylemi gizlilik içinde yapma kararı alındığından sessizce ve fark edilmeden hareket ediliyor. Aşağıda dağınık, sanki orada dolmuş, otobüs bekliyormuş gibi duran 68’li devrimci öğrenciler dikkatle ama göz ucuyla izliyorlar Oktay Etiman’ı. Bayrağı indiriyor ama yetmiyor yakacak, karar öyle alınmış. Ama bayrak bir türlü alev almıyor. Çünkü, Vietnam savaşındaki işgalci ABD güçlerinin katliamları sonrası tüm dünyada başlatılan eylemlerde ABD bayrakları o kadar çok yakılıyor ki, yanmaz kumaştan bayrak örme çaresine başvuruyorlar. Bayrak alev almayınca bıçakla kesip parçalamak isterken aşağıda karınca sürüsü gibi bekleşen ama eylemden haberdar olmayan “fruko”lar, bir anda Oktay’ı fark edip binaya hücum ediyorlar, o anda Oktay’a vakit kazandırmak için atılan sloganlar ile yankılanıyor Kızılay:
Bağımsız Türkiye – Kahrolsun ABD emparyalizmi – Yaşasın Vietnam!
Polis şaşkınlıkla binaya girerken Oktay arka balkonlardan -yere çakılma riskine rağmen- atlayarak kayboluyor. Halk slogan atan bu onurlu gençleri coşkuyla alkışlayarak destek veriyor eyleme. Okay Gönensin, SABO (Sabahattin Kurt), Ruhi Koç… Tarihin bu ilk anti-emperyalist korsan eyleminin öndeki isimleri olarak işte şimdi ve bu yazıyla görsel hafızadan yazılı hafızaya, yani tarihe geçiyorlar.
Yakup’ta anlatıyorum Okay’a gözleri dalıp gidiyor, gülümsüyor, “Oktay güzel anlatmış Murat, öyle oldu” diye ekliyor ve konuşmamızın seyri artık kendi mecrasında, yani 68, yani DEV-GENÇ, yani THKP / MAHİR momentumunda akıyor.
Akşam geceye dönüyor, bitmiyor birbirimize söyleyeceklerimiz. SABO’yu anlatıyorum. Son hâlini, defnini, ailesinin yaşadığı trajedileri, kardeşini 40 yıl sonra bulup konuştuklarımızı ve hâlâ görüşmekte olduğumuzu.
Gözleri buğulanıyor Okay’ın:
“Çok değerli işler yapıyorsun Murat, çalışmalarından haberdardım, biliyordum ama şimdi bunu daha iyi anladım, SABO, ah SABO, o benim canımdı. Seni kaç yerden sordum bir bilsen, ama referansların şu an teyit oldu, yine görüşelim.”
Sözleşiyoruz. Vedalaşırken kucaklıyor ve fısıldıyor; “Yeni kitabım (Bu da Geçer Ya Hû) için yazdığın yazı çok çok güzeldi, teşekkür ederim.”
Okay Gönensin – Rudi Dutschke – Kurumlar İçinde Uzun Yürüyüş
Evet, evet; adını andığım O, Kızıl Rudi, ‘68 önderi. Şimdi ne alaka, Okay ölmüş… Duyuyor gibiyim ve nefret ediyorum şu trend tepkilerden. Ne alaka yaa… diyen her şahıs sözümü bitirdiğimde üzerinden tramvay geçmişe döndü. Bakalım alaka var mıymış, yok muymuş?
Devrim, ‘68 isyanının sevgilisiydi. On yıllar sonra, 68’in radikal eylemcilerinden Kızıl Dany, yani Daniel Cohn Bendith’in yazdığı kitabın adı “Biz Devrimi Çok Sevmiştik”, her söylenecek sözü bağrında taşıyor.
Ama bu zeki ve onurlu insanlar, gördüler ki batı toplumlarında, ileri kapitalist ülkelerde endüstriyel oligarşinin iktidardan alaşağı edilmesiyle mesele bitmiyor.
Rudi Dutschke aynı zamanda bir sosyologtu. “Ne İstiyoruz?” adlı kitabı yazdı 1968 yılında. Ardından da dünyadaki gelişmeleri, yönelimleri, gidişatı sosyolog titizliği-68 dürüstlüğü ile takip etti. Kendi kuramlarıyla da tavizsiz bir tartışmaya girdi. En temel postulaları, paradigmaları sorgulamaktan geri kalmadı. Reel politik katastrofiyle yüzleşmekten çekinmedi. Hatta o çok sevdikleri DEVRİM kavramıyla bile cenkleşmeyi göze aldı.
Bu yoğun zihinsel, entelektüel ve siyasi tartışmalar sonunda “Kurumlar içinde uzun yürüyüş” fikrini ileri sürdü. Bu fikrin muhteviyatı, esasen güçlü bir Gramsci etkisi taşımakla birlikte, Rudi’ye özgü temel kavram ve önerileri de içerir.
İnsanlık, binlerce yıldır, özel mülkiyet temeline dayanan farklı üretim araçları ve üretim biçimleri ile yaşayagelmiştir. Üretim tarzları ve sistemleri değişse de hep özel mülkiyeti esas aldığı için bunu koruyacak, kutsayacak ideolojileri, yapıları üretegelmiştir. En başta da bir sınıf egemenliği makinesi olan DEVLET, baskı ve ideolojik aygıtlarıyla, rıza ve muvafakatın illüzyonuyla ezeli ve edebi, aynı zamanda vazgeçilemez, onsuz olunamaz, muhtaç olunan mübarek bir olgu kutsallığında insan ve toplumların muhayyilesine nakşedilmiştir.
Ama salt “devlet” değil, bireyin toplum hayatının başladığı tüm yapılar da aynı kutsallık ve benimsenme ile varlıkları, işlevleri tartışılmazlık mertebesinde ortalama tahayyül tarafından kuşaktan kuşağa akan miras hâlini aldı.
Neydi bunlar?
Aslında biliyoruz, hepimiz içlerinden geçtik geçiyoruz; Aile-Okul-Ordu-Medya… İş –Çalışma-Yapı ve kültürü… Kısaca, “kurumlar” diyor Rudi.
Bu kurumlar da egemen ideolojinin üretim merkezleridir aynı zamanda, devletin baskı aygıtları kadar, ideolojik aygıtlara da hayati önemde ihtiyacı vardır. Çünkü toplumda, var olanın, kurulu olanın, yani sınıf tahakkümünün devamlılığı için konsensusa gereksinim vardır. Konsensus, ideoloji ile sağlanır, ideoloji ile de ince ince şırınga edilir yukarıda saydığım kurumlar içinde.
Kolundan fırlatılıp dünyaya atılan bir bebek, birey olma sürecinde bu kurumlar içinden geçerek, kaçınılmaz bir yazgı gibi, forme olur, birey ve toplumun formasyonu, en genel manada işte bu kurumlar sayesinde ilmik ilmik örülür.
Yüzyılların mirası, bir devrim ile birdenbire ortadan kalkmaz. Hatta öyle ki, devrimin boğulmasına, çökmesine yol açmaya kadar bile gidebilir.
Rudi Dutschke, öğretenim, sevdam, kardeşim, yoldaşım, unutulmaz Rudi, devrimi beklemeden ama devrim için çalışmayı saniye ertelemeden “Kurumlar içinde uzun yürüyüş” önerisini getirdi. Yani dönüşümü devrim sonrasına değil, en dipten sabırla, çalışarak, savaşımı sürdürerek, yılmadan; toplumdaki egemen özel mülkiyetçi ideolojik hegemonyayı mevziler kazana kazana gerileterek, yeniyi de eskinin bağrında ama eskiyi de yıkma praksisi içinde kurarak “uzun yürüyüş” çağrısı yaptı.
İyi de, bu kuramsal analiz ve çözümlemenin Okay Gönensin ile ilgisi nedir? Bu, edepli sorulmuş bir sorudur ve aynı edeplilikle, saygıyla cevaplandıracağım.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra uzun bir dönem yaprak kımıldamıyordu. Direniş odakları felç edilmiş haldeydi. İnce buz üstünde yürüyorduk; düşenler, bıkanlar, nedamet getirenler, şahsiyetini satılığa çıkaranlar, egemen cenaha zıplayıp geçenler, geçmişine tüm değerlerine ahlaksızca hakaret edenler, üst yapının görece özerkliğini -volantirizm ve özne sorunsalını tartıştığımız insanların yemekte sarımsağın kullanımını anlatmaları vs… Yani hülasa havadaki pus dağılmıyordu.
Godot gelmiyor, Şato’da, alaturka metamorfosisler akabinde piyasacı Gregor Samsa’lar türüyordu.
Bir vakit geldi, Cumhuriyet gazetesi kabuk değiştirip daha da güzelleşen çöl engereğine dönüşmeye başladı, ince buz üstünde yürüyenler, engerek tanımlaması egemen kurumsallık için geçerli metaforlardı.
Sabah ilk iş bir Cumhuriyet, bir ekmek alınmaya başlandı. Sonra bir kitap eki yayımlamaya başladı ki çölde yağmur serinliği gibiydi o kitap eki. Bir gün künyeye bakma gereği duydum, kim bu işleri bu zor zamanlarda bu seviyede ve bu kalitede yaratıyor, sorusunun itkisiyle.
Künyedeki isim şuydu:
Yazı İşleri Müdürü: Okay Gönensin
Elbette “o Cumhuriyet”ten bahsediyorum. Uğur Mumcu’ların, İlhan Selçuk’ların, Nadir Nadi’lerin ve Okay Gönensin’i ısrarla yazı işleri müdürlüğüne getiren Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal’in birlikte olduğu “o Cumhuriyet”ten…
Künyeye baktıktan sonra araştırdım, Gönensin THKP kökenli bir DEV-GENÇ üyesiymiş. Akrabaymışız meğer...
Ortodoks kilisesinin papazlarından müteşekkil, hikmetinden sual olmaz minik Chants korosu, ölüm ragasının, her zamanki gibi, liberal ithamlarıyla terennümüne başlamakta hiç gecikmedi. Desperado sürpriz yapmıyor.
Medyada, o yedi başlı ejderha gibi olan kurumda uzun yürüyüşe çıkan Okay Gönensin ve ekip arkadaşları, medyanın dönüştürülerek bir direniş odağı kimliğine kavuşturulabileceğini gösterdiler. Okay Gönensin kuşakdaşı Rudi’nin “Kurumlar içinde uzun yürüyüş” teorisini başarıyla hayata geçirmişti.
12 Eylül tiranlığına, sanat ve kültür düşmanlığına, entelektüel nefretine karşı sadece Cumhuriyet değil, onun da etki alanını genişleterek medyanın devletin ideolojik aygıtı işlevinden o günün koşulları içerisinde sıyrılmasına çok ciddi katkılar yapmıştı. Demokrasi ve emek cephesi derin bir soluk alma imkânına kavuşmuştu o sayede.
Tam 34 yıl sonra geçen ay Yakup’ta, “Okay Abi size hayli gecikmiş bir teşekkür borcum var” diyerek bu yazdıklarımı daha etraflıca anlattığımda, sesi titreyerek ve sağlam karakterli insanlara özgü bir tevazuyla, “Teşekkür ederim Murat, bunu duymak beni çok mutlu etti” sözleriyle kadehini kaldırdı. Rudi ve tüm 68’liler için kadehlerimizi tokuşturduk.
Güle güle Okay Abi, aslında kavlimiz önümüzdeki salı yine Yakup’ta, yine lakerda ve rakı eşliğinde buluşmaktı. Ben geldim ama salı olmadan siz gittiniz, hem de bir daha dönmemek üzere…
Kurumlar içinde uzun yürüyüşümüz devam ediyor…