Genel bir bakış Jim’in, alkol ve uyuşturucunun pençesinde kendini tüketip yok eden bir rock starı olduğunu kabul eder. Farklı bir ses rengi, şarkıları söyleyiş tarzı, sahnede yaptıkları ele avuca gelmez dedirten hareket ve davranışları bu ortalama yargıyı teyit edebilir. Bir başka bakış ise onu bir filozof mertebesinde mitleştirir. Uyuşturucu müptelası ve bu iptiladan kurtulamayan bir dahi olarak kabul edenlerin sayısı da az değildir.
Oysa Jim’in grubu Doors’u da irdeleyen biyografik belgesellerde şair olduğu ve öyle anılmak istediği, İngiliz şair William Blake ve Fransız sembolist şair Arthur Rimbaud’u severek okuduğu yazıyor.
Jim ve Doors ilk çıkışlarını yaptıkları 1967 yılında Beatles fırtınası esiyor, Rolling Stones, Bob Dylan en güzel albümleriyle genç kitleleri etkiliyorlardı. Beri yandan ABD, Vietnam halkının üzerine tonlarca bombayı gelişigüzel boca ediyor, Martin Luther King ve ABD’li senatör Bobby Kennedy suikast sonucu öldürülüyor, siyahlara ırkçılık dışında bir de devlet şiddeti uygulanıyordu. Bunlara karşılık yüz binlerce insan protesto mitingleriyle küresel eylemler içindeydi. Jim de bu sınırlar aşırı 68 kalkışmasının ABD’deki önemli ve tesir gücü yüksek bir figürüydü; Doors da bileşeniydi.
Jim’in özgünlüğü kuşağının genel yönelimiyle bazı bakımlardan pek uyuşmuyor. Kalkıp Nepal - Katmandu’ya gitmemiş. Hindistan’da meditasyon seanslarına katılmamış. Kendi iç dünyasını keşfe çıkmış. O zorlu yollardan, dikenli patikalardan geçmiş. Peşinde koştuğu bir ütopyası da olmamış. Verili bilince ve tasdik edilmiş varoluşa cepheden saldırmış hep. Elli yıl sonra, bu yazıyı yazınca Jim’in situasyonistlere yakın bir yerde durduğunu söyleyebilirim.
Jimbo’nun şefkat ve huzur arayışı, arzusu yadsınamaz. Babası 2. Dünya Savaşı’na katılmış bir amiral. Ama bir ABD’li gazeteci ortaya çıkaran kadar babası ve annesinin kendisi çok küçükken trafik kazasında öldüklerini söylemiş.
“Baba seni öldürmek istiyorum
Anne seni becermek, istiyorum”
Dizeleriyle sahnede çığlık atarken ödip kompleksini şarkı sözleriyle işleyen bir isyankar. Ama onun isyanı, aile, okul, ordu, polis, devlet gibi kurumlarla sınırlı değil. Daha derinlere dalıyor. İnsanın benliğindeki, bilincindeki, algı mekanizmalarının işleyişindeki tahakküme rıza gösteren, onay veren işleyişe ve kabullere saldırıyor en hafif deyimle. İtaat kültürüne direniyor. Orada vuruşuyor bir başına. Şiirleriyle, şarkılarıyla, her gün her an insan bilincinin özgürleşmesine duyduğu özlem ve ihtiyacı, sanatıyla arıyor. Jim ve Ray Manzarek 1965 senesinde Doors’u kurdukları zaman ikisi de sinema öğrenimi görüyorlardı. Jim henüz 21 yaşındaydı. Bir sınır kişilikti ve sınırları hedef alıyor öteye geçmeyi varoluş sorunsalı olarak algılıyordu. Hayatla bir muhasebesi vardı; bu muhasebenin uzanımı, salt kendi hayatıyla değil, sistemin insanın ruh dünyasını yaralayan, duygu dünyasını karartan yaşam biçimlerine ulaşıyordu. Bir filozof değildi. İdeolojik tutarlılık gibi bir derdi yoktu. Karşıydı ve karşı koyuyordu. Hem de sistemin dayanağı temel sütunlarının çimentosuna. Yani genel ideolojiye.
Başkaldırı, kaos ve kargaşa ilgi alanıydı. Şu sözler Jim’in:
“Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. Özgür hareket, davranış… Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. Sonuç yok, sebep yok. Yönlendirilmemiş, özgür eylem. Eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünür ve huzursuz olurlar, ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.”
Rock tarihinde Jim’e en yakın ruh John Lennon’dır kanaatindeyim. John, “Hayat siz gelecek için planlar yaparken o an yaşadıklarınızdır” demişti.
Şu sözler de Morrison’a ait:
“Hepimiz kozmik bir filmin içindeyiz bildiğiniz gibi. Bu demektir ki, öldüğünüzde bütün yaşamınızı sonsuza dek tekrar seyretmek zorundasınız. İşte bu yüzden, yaşamınızın içine bir takım güzel olaylar ve onlara uygun doruk noktaları koysanız iyi edersiniz.”
An American Prayer adlı bir şiir kitabı var Jim’in. Bir örnek şiirlerinden:
Ilık ilerleyişin farkında mısın yıldızların altındaki?
Var olduğumuzu biliyor musun?
Anahtarlarını unuttun mu krallığın?
Gerçekten doğdun mu acaba ve sağ mısın acaba?
Hadi icat edelim yeniden tanrıları, tüm çağların tüm mitlerini, sembollerini kutlayalım, derin mürver ormanlarının (Unuttun mu yoksa derslerini eski savaşların?)
Büyük altın döllere muhtacız
Babalarımız gülüşüyor ormandaki ağaçların bağrında, anamız ise ölü yatıyor denizde
Katliama sürüklendiğimizin farkında mısın…
Jim ve grup arkadaşları 60’ların müzikal modalarına da itibar etmemiş. Hint müziği, Fas otantik müziği yerine Albinoni’nin Adagio’sunu The Severed Garden şarkılarında yorumlamışlar, Albeniz’in Asturias’ını, Spanish Caravan adlı şarkılarıyla rock formunda yapmışlar. Carl Orff’un Carmina Burana’sındaki O Fortuna bölümü Doors filminin soundtrack’inde de kullanıldı.
Yaratıcılığı, yetenekleri, zekası, isyanı, müzikle ifade yolunu bulunca Doors doğdu ve bilinenler ile bilinmeyenler arasındaki kapı oldular.
Jimbo’nun bu dünyaya ihtiyacı yok. Ama bu tuhaf günlerde dünyanın Jim Morrison’a çok ihtiyacı var… Şiirlerine, sesine…