Ocağın ızgarasında ateş sönmeden
Yıldızlarla biryakınlık aramayız biz
Ben
O kafatası, o gizli yürek, kanın
Hiç görmediğim o yolları,
Düşlerin o yeraltı dehlizleri o Proteus,
O iç organlar, o ense, o iskelet.
Onların hepsiyim ben.
Garip ama, Bir kılıcın, önce altına, sonra külrengine, Sonra da hiçliğe dönüşerek batan
Yapayalnız bir güneşin de anısıyım ben.
Limanda yavaş yavaş yaklaşan gemileri
Seyreden biriyim. O az bulunur kitaplar,
Zamanla aşınan gravürler de;
Göçüp gitmiş ölüleri kıskanan da ben.
İşin daha garibi bir evin bir köşesinde
Bu sözcükleri ağ gibi ören o adam olmam.
Füruzan'ın 47'liler adlı romanından bu yana 1947 doğumlular, potansiyel 68'li sayılıyor. Bu durumda Mahir ( 1946 ), Hüseyin Cevahir ( 1946 ) Sinan Cemgil ( 1944 ) 68'li olmuyorlar. Deniz ve Yusuf, 1947 doğumlu oldukları için 68'li; Hüseyin İnan, 1949 yılında doğduğundan 68'li değil!?? Tabii bu kategori ölçütüne bakarak saptamalar yapmak da olacak iş değil.
On yıllardır araştırdığım 1966–1972 dönemi, bu ölçütü yerindesizleştiren yığınla somut ve kanlı örnekle dolup taşar. Zaten tarihe 68 olayları diye nakşedilen ve Türkiye'de 1980 senesinin 12 Eylül'üne uzanımı nedeniyle Batı ülkelerinden ayrılır.
Ama bu ayrılma önemsiz nüans değildir; bir yarılma olarak da imgesel boyutta uslamlanabilir. Çünkü epitopu 150 kişidir o 68'i bu topraklarda yaratan ve ideallerini sürdüren, halen sürdürülmesine ön ayak olan.
O yüz elli kişi içinde 1947'lisi de var, 45'lisi de 50'lisi de... Devletin derin bürokrasisi O'nlardan nefret etti, kin kustu ama askeri kurumun NATO bağlantılı CIA muhataplı olanı değil ama orta ve alt kademe bilhassa da subay kesiminin hayret edilecek bir niceliği oluşturduğu bir vakıadır 68'lileri seven, takdir eden, kollama cesaretini, yardım etme iradesini gösteren.
Bunun ilk etapta Atatürk ve anti-emperyalizm - Kurtuluş savaşı aksında çiçek açan bir şefkat ve muhabbet olduğu aşikardır. 68'lilerin o 150 sayısını, on binlerin içinden süzüle süzüle gelerek teşkil eden devrimci Marksistleri o nefretin, kinin doğrudan canlarıyla bedel istenilen kesimi oldu.
İlk kırım 1971 Nurhak, 1972 mart Kızıldere, 1972 mayıs idamları ve 1973 yılında İbo'nun bir sandık içerisinden parçalanmış vücudunun babasına verilmesi ile yaşandı. 2. kırım 12 eylül 1980 cuntasının iz sürerek kanlı imhasıyla finali şeklinde tarihe geçti. Her iki askeri dönemde de doğrudan 68'liler ama devrimci 68'liler açık hedef olarak bellendiler, umuma deklare edildiler. "Katli vaciptir"den, ''Asmayalım da besleyelim mi ?" şiarının da egemen ideoloji tarafından konsensus olarak hem ortak kabul ve haklılık kazanması amaçlandı hem de kısmen amacına ulaşmasının koridorunu açtı.
''Taksim'de, Kızılay'da sallandır üç beşini gör bakalım sesleri çıkıyor mu ?'' cumhuriyetin en kestirme kıssası ile hedeflenen idrak paydasının çimentosuna harç oldu.
Buyurulan mekanlarda değilse de kapalı ve umuma açık olmayan avlularda sehpalar kuruldu ve darağaçları cansız bedenlerin salındığı vakıalar olarak tarihe geçti. Kısa süren ürperti ve suskunluk, sloganlar atarak yürüdükleri darağaçlarında ölümlerine tanık olan görevliler, avukatlar, rütbesiz askerler, gardiyanlar yıllar sonra konuşmaya, anlatmaya başlayınca, toplumun vicdanında tarifi imkansız bir duygusal yakınlaşma akabinde de önce sorgulama ve aklama mekanizmaları işledi. Ardından da bedenleri mezarlıklarda, sevgileri ve idealleri gönüllerde yer bulmaya başladı.
Hani örnek olsun diye birkaç isim sayayım diyorum ama Türün kardeşler Tevfik Türüng ve Faik Türün ile Ali Elverdi'den başka da isim gelmiyor. Elverdi Paşa, o zavallı da kapandığı evinde nefes borusuna kaçan lokmanın soluk almasını engellemesi nedeniyle soluksuz kalarak ruhunu teslim etti.
Şimdi bu "Ali Elverdi kimdir?" diye haykırsam üç beş kişi bilir rütbesini mahkemelerde hukukçu olmadığı halde Blues Band filminin başrol oyuncularının film boyunca çıkarmadıkları türden kapkara cam ve çerçeveli gözlüklü adam olduğunu, yanında da ruh ikizi askeri savcı Baki Tuğ'un oturduğunu.
Ali Elverdi, Deniz'in 52 dakika yağlı urganda asılı vaziyette can çekişerek ölümünü sigara içerek izledi.
Ama Deniz, Yusuf, Hüseyin...? daha soru cümlem bitmeden yaşlısından çocuk yaştaki öğrencisine milyonlar ''Üç fidan, kimseyi öldürmedikleri halde ve aman dilemedikleri için idam edildiler" cevabını haykırırlar.
Ali Elverdi, sadece mahkemelerde derin otoritenin temsilcisi sıfatıyla yetinmedi. Denizlerin idamında da da hazır bulundu. İbret-i müessese için üç öğrencinin idamını da birkaç metre mesafeden izledi, talimatlar verdi. İcra-i vazifesini müteakiben Adalet Partisi'nden parlamentoya seçtirildi, Baki Tuğ'un AP'nin devamı Doğru Yol partisinden seçtirildiği gibi. Ödülleri bihakkın ifa edilerek taltif edildiler böylelikle.
Ocağımızı söndürdüler, umarsız bir dönemimiz oldu ama kısa sürdü. Yıldızlarla yakınlık aramak için göklere baktığımızda bir de ne görelim? Göklerden gülümsüyorlar... Deniz gülü, Yusuf gülü, Hüseyin gülü.
İdamlarının istendiği duruşmada mahkeme heyetini suskunluklara salan Hüseyin'in şu sözü oldu: ''Anaların rahmine el atamayacağınıza göre bizi assanızda bu dava sürecek.''
Dava sürüyor Dede, sen rahat uyu.
* Şiir: J.L.Borges - Sonsuz Gül İletişim yayınları