18 Mayıs 2016

43 yıl önce bugün işkence altında öldürülen İbrahim Kaypakkaya üzerine...

Yazdıkları aşıldı, dünya değişti, neden unutulmuyor?

 

                                                      Münir Dişkaya anısına saygıyla...

 

İbo-Bir güneşti doğdu gitti..
… diyor bir köylü sempatizanı, Youtube’da yayımlanan  belgeselde, İbrahim Kaypakkaya için. Enternasyonalist bir devrimci olmaya karar verdiğinde, nüfus cüzdanını yırtıp atan Kaypakkaya, yersiz yurtsuzlaşarak, Dersim bölgesine gider. Devrim hayali peşinde örgütlenme ve kızıl siyasi üs oluşturma çalışmaları için Dersim-Kürecik hattında çobanlarla, hamallarla, “baldırı çıplak” yoksul köylülerle konuşur. “Sınıfsız bir toplum kuracağız, burjuva düzeni kâğıttan kaplandır” diyerek, seslendiği insanları devrimci mücadeleye ve kurucusu, önderi, militanı olduğu TKP-ML-TİKKO’ya davet eder. Artan taraftarları, mahalli kadroların hayatlarını değiştiren yepyeni fikir, inanç ve ütopya dünyasıyla, bölgede “köksap” haline gelir. Önce gönüllerde, eş zamanlı olarak da akıllarda ufuklar açar, yoksulluğun ve sömürünün kader olmadığına inandırır insanları. Yoksul köylülerin evlerinde sofraya buyur edildiğinde yoldaşlarını uyarır:
Bu insanlar, yoksulluklarına rağmen neleri var neleri yok önümüze koyarlar. Arkada başka bir şeyleri kalmamıştır, onları da düşünüp az yiyin ki, aç kalmasınlar.

İstanbul’dan gelen bir Fen Fakültesi öğrencisi değil de, tarlada çapadan gelen komşunun oğlu gibidir. Yabancılaşma iki tarafta da yaşanmaz, severler yoksul  köylüler bu ufak tefek, çelimsiz, sarışın devrimciyi. Davranışları, sözleri ile çok tutarlıdır çünkü.
Mağaralarda, kömlerde beraber saklandığı yoldaşları da zekâsına, kavrama-gözlem-analiz  gücüne, birikimine, söz-eylem namusuna hayran kaldıklarını on yıllarca sonra, saygıyla yad ederek anlatıyorlar.
Elbette sadece bu devrimci  mistisizm boyutu değil, Kaypakkaya’yı önder kılan yegâne etken.
Tüm tanımış, görüşmüş olanların anlattıkları; hakkında  yazılanlar ve kendi yazdıklarına bakılınca da çok başka bir bakış açısına sahip, alışılagelmişin dışında işleyen bir zekâ, olayları, tarihi çok farklı okuma, yorumlama yetisi çok gelişkin olduğu hemen fark ediliyor. Ama o bununla kifayet etmiyor.
Çünkü bir entelektüel değil bir komünist devrimci olmayı tercih etmiş. Devrim yolunda kararlılık ve berraklık, samimiyet… Sezgi gücü, sıcak, sevecen, çok çalışkan, bir meşale, bir sembol.
Bu sözcüklerle anıyor  40 yıl sonra, mahalli sempatizanları, örgüt arkadaşları.1987 yılında Paris’te Abidin Dino da merak ediyor  Kaypakkaya’yı ve atölyesine gelen Muzaffer  Oruçoğlu’na soruyor:
- Nasıl biriydi?..

Karşı-teolojik bir mistisizimden söz etmek mümkün. Evet, teolojiden arınmış bir mit ve destan; ideolojik bir rol ifa ediyor. Özel mülkiyetin, sınıfların, işbölümünün, devletin -gereksizleştiği  için- ortadan kalkmış olduğu bir dünya amacına matuf bir rol ve işlev bu. Özel mülkiyetindeki  tek şey canı, İbo ondan da vazgeçiyor.

 

Anfilerden fabrika ve tarlalara...

 

Şehirlerde; kent yoksulları, işçiler, gecekondulu halk, düşük gelirliler, kadınlar, çocuklar; kentte yaşıyor olmalarına rağmen kentin nimetlerinden yararlanamamaktadırlar.

Köylerde; tarlanın, tarımın kazancından istifade edemeyen milyonlar, hayatlarını, Azrail’in son randevusunun geleceği ana kadar, kader deyip tevekkül halinde sürdürürlerken, 60’ların ikinci yarısında üniversitelerden çıkıp gelmiş genç insanları görmeye başladılar. Çamur deryası sokaklarındaki kahvelerde, sıvasız bir iki göz odalı evlerinde, dağ başlarındaki köylerinde, mezralarında bu zeki, bilgili, mütevazı, sevecen, hiçbir karşılık-menfaat beklemeden yanlarına gelip o günlere kadar duymadıkları, bilmedikleri bir dünyanın kurulabileceğini anlatıyorlardı. Bu renksiz, umutsuz, yoksul hayatın kaderleri olmadığını; sınıfların, sömürünün olmayacağı, zenginliğin eşitçe paylaşılıp kendileriyle ilgili söz hakkının yine kendilerinde olacağına inanarak izah eden bu gençler gittikleri yerlerde dikkatle dinlenir oldular. Salt oy istemeye gelen kimi politikacılar gibi hınzır, itimat telkin etmeyen madrabaz değildi bu genç insanlar. Kendilerine “devrimci” diyorlardı. Sözlerinde samimi ve sahici idiler, çok değişik bir anlatımları vardı, ilk defa duydukları kelimelerin manalarını açıklıyorlar, ne yapılması gerektiğini de anlaşılır bir şekilde izah ediyorlar, en önce de kendileri yapıyorlardı. Devrimci olduklarını söyleyen bu genç insanlar sevildi, bağırlara basıldı, özlenir, beklenir  oldular. Pırıl pırıl geleceklerini, sınıfsız, sömürüsüz, adil ve eşit bir dünya ideali için feda  ettiler... O dünyaya “sosyalizm”, ulaşmak için yapılması gereken şeye de “devrim”, diyorlardı.



Mit ve destan geleneği...

 

Mit ve destan geleneği, bu yoğunlaşmanın arttığı dönemde, katledilmeye başlamalarıyla birlikte, bu devrimci  insanları işlemeye başladı. Oysa  devrimciler ne su üzerinde yürüdüklerini, ne, üç-beş ekmek ve balıkla  beş bin kişiyi doyurduklarını, ne de kanatlı atlara çıkıp göklere gidip geldiklerini anlatıyorlardı. Asaları da yoktu, denizi ortasından yaran. Yoldaşları ve taraftarlarından da hiç kimse bu ve benzeri masallar anlatmıyorlardı. Ama tüm ikonlaşma, ikonlaştırma eğilimlerinin önüne set çekmelerine rağmen sızıntıların birikmesi önlenemedi. Kısmen olmak şerhiyle belirtiyorum ki, mit ve destan, 1960’ların sonundan itibaren,  devrimciler ekseninde kendini  üretti.

İbrahim Kaypakkaya yazı konusu olduğu için, bu ikonlaştırma, tabulaştırma konusunu bu bağlamda yapmayı deneyeceğim. Görebildiğimiz kadarıyla gelişmiş batılı ülkelerde böyle bir sorun pek yok. Daha çok doğu toplumlarında ve göründüğü kadarıyla da Latin Amerika’da var. Güney Afrika’da beyaz azınlık diktatörlüğüne karşı siyahların özgürlük hareketinin mücadelesinin simge ismi Steve Bantu Biko için de yoksul siyahların benzer söylence ve mitleştirme (!?) öyküsü görülüyor. Sadece yoksul siyahların değil; dünyaca ünlü rock grubu GENESİS’in lideri ve solisti Peter Gabriel’in, Biko isimli etkileyici şarkısı; başrollerini Denzel Washington, Kevin Kline’ın oynadığı, yönetmen Richard Attenborough’un yaptığı Biko ve mücadelesini anlatan Cry Freedom isimli mükemmel sinema filmi mit ve destanın uluslararası boyut kazanmasını sağladılar.

Kaypakkaya’nın yakın arkadaşı Muzaffer Oruçoğlu şunları söylüyor:

Büyük insanlık için ölen insanların yüceltilmesi, dinlerden, kahramanlık efsanelerinden bize kalan bir mirastır. Bu mirastan kopamıyoruz. Bu miras bizi yitirip bitiriyor, bizi götürüp bilimin karşısına dikiyor. Bu miras bizi ölen insana ve kendimize yabancılaştırıyor.” (İbrahim Kaypakkaya Kitabı, Dipnot Yayınları, sayfa 444)

Garbis Altınoğlu da putlaştırma ve idealize etmenin eleştirel ikazını yapma gereği duymuş. Her iki ismin de kaygıları, uyarıları, eleştirileri elbette yerindedir. Nazarı itibara alınmalıdır.

Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya bir tabulaştırma nesnesi olarak değerlendirilmekle birlikte, asıl uyarı Çayan ve Kaypakkaya isimlerinde odaklanıyor. Çünkü teorik analizlerini ve devrim stratejilerini, örgütlenme tarz ve anlayışlarını yazdılar, eleştirel  polemiklere girdiler v.s.

Bu putlaştırmadan kastedilen, bu iki devrimci Marksistin, o dönem dünya ve Türkiye şartları çerçevesinde ve henüz 22-24 yaşlarında, çok güç koşullarda, izlerini sürmekte olan cellatlarının ölümcül takipleri sürerken, mağaralarda, bir kayanın üzerinde oturup dizlerinin üzerinde yazdıkları bu yazıların eleştirilemez ve şaşmaz doğrular kabul edilmesine karşı bir uyarı ve dikkat çekme hassasiyetidir ki, bunu da en yakın arkadaşları yapagelmiştir. Gerek Çayan, gerekse Kaypakkaya’nın her şeye rağmen yazdıkları, dönemin koşulları nazarı itibara alınırsa teorik çalışmalardır ve çok da önemlidir. Ancak, o yazılı metinler, kendi örgütlerinde bile yeterince tartışılamamış, geliştirilememiştir. Dikkate değer metinlerdir ama Marksist bir değerlendirme-eleştiri şansını tam anlamıyla bulamadan, yetkinleştirmeden her ikisi de yaşamlarını yitirdiler. En çok onlar isterdi herhalde teorilerinin okunmasını, tartışılmasını, hatta belki de tamamlanmasını ve yeniden üretilmesini. Bu süreç yaşanamadı.

Yapılan uyarı ve telkinler metinlerin kutsallaştırılmaması, Çayan ve Kaypakkaya’nın putlaştırılmaması yönünde olsa da, muhatapları artık çok dar ve küçük gruplar hâline gelmiş topluluklardır ve siyasi olarak marjinal düzeydedirler. Bu handikaplarına rağmen, ben bunu bir handikap ya da iflah olmaz bir vebal olarak görmüyorum. Çünkü; en ağır diktatörlük dönemlerinde, yenilgi ve çöküş yıllarında, neo-liberalizme karşı mücadeleyi  bu marjinal (!?) gruplar sürdürdüler; büyük insanlık inancını bu gruplar, üyelerinin “şanlı” denmeyi fazlasıyla hak eden direnişleriyle diri tuttular. Nihai ideallere zarar verici olmadı hiçbir zaman, o eleştirilen ikonlaştırma ve putlaştırma eğilimleri. Aksine, neredeyse bitti denme aşamasına gelinmişken, binlerce insan o mit ve destanların ideolojik işleviyle, Çayan ve Kaypakkaya miraslarının da etkisiyle, 21. yüzyılda heyecan verici yepyeni mücadelelerini başlattılar. Gezi, şimdilik  bir eskiz olarak duruyor  gibiyse de  nelerin, nasıl yapılabileceğinin gösterildiği bir prelüdtür.

 

Mitler nasıl yaratıldı?

 

Kaypakkaya, bugün yeniden dönüp bakma ve hâlâ geçerli olan teorik çıkışının ve temel koordinatlarının ve alamet-i farikası olan Kemalizm ve Kürt sorunu (İbo Kürt değildir, ulusal sorunu, ayrı devlet kurma hakkıdır, diye tanımlamıştır) hakkındaki görüşleri ile THKP-C kadrolarında duyulmuş ve dikkat çekmiş. Ancak bu özgün değerlendirme ve analizler kadar işkencelerdeki direnişi de Kaypakkaya’nın saygınlığını pekiştirmiş. Bu kanı, yakın zamanda görüştüğüm o dönemdeki  THKP-C ve THKO’nun hayattaki mensupları tarafından ifade edilmiştir.

Şu halde Kemalizm, ulusal sorun ve işkencelerdeki insanüstü direniş ve cesareti, keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği; Kaypakkaya’nın bugünlerde neo-liberal kuşatmaları kıracak en kullanışlı eskimemiş, 21. yüzyılda da esin verici zengin mirasıdır, denilebilir. Böyle bakınca, putlaştırma eleştirisinin kendisi de yer yer eleştiriye muhatap hâle düşmüştür.

Ulusal sorun, ulusların kaderlerini tayin hakkı, Marksist solun Kemalizm sorunuyla malul olduğunu ortaya çıkaran turnusol kâğıdıdır. İbo’da bu kâğıt işlevsizleşir. Tahlili nettir, isabetlidir.

Yaşadığım bir olayı, yaklaşık 40 yıl sonra da olsa aktarayım. Bir sabah uyandık. Yavaş yavaş evlerimizden çıkıp işe, çarşıya, kahveye doğru  yürümeye başladık. O zamanlar evlerin dış cepheleri kireç ile badanalanırdı ve bembeyaz olurdu. Bembeyaz duvarın üstüne yazılmış sloganı okuduk:
Yaşasın çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının önderi TKP-ML

Çerkes, Arap, Kürt ve Ermenilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir yerde yaşayan bu insanlar için bu slogan şok ediciydi.

 

Esbabı mucibe

 

Ne yazık ki bugüne kadar tartışılmamış, fakat son derece mühim bir olguya, Kaypakkaya ve olağanüstü çalışkanlık mirasının, örgütündeki tezahür ve mutlak riayet edilen etik bir kuralların nasıl işlediğine değineceğim. Dikkat edilirse, THKP-C ve THKO ardılı yapılarda, teorisyenler, beyin takımı, militanlar, yönetim kadrosu hep bilinen  isimlerdir. Ama Kaypakkaya geleneğinde, görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi, asla gevşememek, kendini geliştirme, örgütlenme ağının genişletilmesi, devrimci ahlaktan sapmama, zaaflarını yenebilme, ideallere bağlılık ve tıpkı İbo gibi insanüstü çalışkanlık, fedakârlık, cesaret, partiyi-yoldaşını tehlikeye atıcı veya zarar getirici ihmallere meydan vermeme gibi çok sıkı işleyen kuralların süzgecinden geçirilmişti. Hakkaniyetli değerlendirmeler sonucu yeni görev ve sorumlulukların belirlenmesinden hiç vazgeçilmedi. Tavizsiz uygulandığı için de, dikey ve hiyerarşik parti modeli olmakla birlikte,  son sözü hep kendileri söyleyen ağabeyler, yöneticiler, liderlik makamında olan isimler bu yapıda hep değişkenlik göstermiştir. Çalışan, hak eden öne, üste geçmiş, gevşeyen, geri kalan hak ettiğine maruz kalmıştır.

Bu konuda daha somut bilgi edinmek isteyenler, Mukaddes Erdoğdu Çelik’in Bizim Çakır isimli kitabı ile Ali Taşyapan’ın Anı kitaplarında ayrıntılı bilgi bulabilirler.

İbo ve Çaru Mazumdar meselesine de kısaca değinmek gerekir. Çaru Mazumdar, Hindistan Komünist Partisi Marksist Leninist önderi ve kurucusu. Uzun süreli silahlı halk savaşını savunuyor. 1965-68 yıllarında yazdığı 8 yazılık dizi çok etki yaratıyor. Türkiye’ de de batıda da. İtalya Komünist Partisi Mazumdar ve partisini eleştiriyor. Eleştiri Mazumdar’a aktarılınca ilk tepkisinin, “Kaç kişi oluyorlar” sorusu olması ilginçtir, zekice bir ironidir. Çünkü,  İKP 200 bin üyesi olan bir parti. Mazumdar’ın HKP-ML’si ise 2,5 milyon üyeli.

 

İroni

 

Mit ve destan sorunsalından yapılacak değerlendirmeler ise bir ironiyi yakalamamıza imkân veriyor. Eğer bir efsane olgusu var ise, bunun yaratıcısı, Kaypakkaya’yı derdest edip karda yalın ayak, yaralı yürüten, yol üzerindeki köy kahvesinde oturan köylüleri dışarı çağırıp, elleri bağlı bu gencin suratına tükürtmek isteyen, kangren olduğu için kesilen sargılı ayaklarına rağmen her türlü işkenceye devam eden, sonra da doğranmış bedenini bir sandığa koyarak “Oğlun  intihar etti” deyip babasına teslim edenlerdir.

Mit ve destanlarda bazen halkın sevgisi, anlatının mahiyetini değiştirmese de hakikatlerin iç içe geçmesine, isimlerin yer değiştirmesine  neden olabiliyor. Kaypakkaya’nın yaralandığı baskında öldürülen Ali Haydar Yıldız’ın cansız bedeninin Tunceli’de bir reo arkasında bağlanarak “ibret-i âlem” için dolaştırıldığı, bazı anlatımlarda dolaştırılanın yaralı haldeki İbo olduğu versiyonuyla da anlatılıyor. Ama bu vaka bir hakikattir ve Dersim’de Ali Haydar isminin çok sayıda olmasının ve İbo’nun Dersim’de on yıllardır unutulmayan bir insan olmasının nedenlerinin ipuçlarını verir.

Keskin zekâ ve onura sahip bu çelimsiz, sarışın genç, karşısında aciz kalmanın öfkesiyle çirkinleşmelerine rağmen o, hep nükteyle, mizahla karşısındakini çileden çıkarmıştır. Bir dergi bürosu baskınında, dönemin  siyasi polis şefi “Lenin hepinizin anasını düzecek” diye çıkışınca,  “Anamız zaten Krupskaya’dır, bir şey olmaz” karşılığını vererek şefin asabiyet barometresini  tavana vurdurmuştur.

Delikanlım İyi Bak Yıldızlara belgeselinde Ertuğrul Kürkçü, Ekim Devrimi ve Mustafa Suphi’nin Marksist geleneğin izleyicileri olduğunu vurgular; İbo da Mustafa Suphi konusunda benzeri şeyleri 1971 yılında söylemiştir. Dev-Genç Genel Sekreteri, THKP-C üyesi, Kızıldere’de katledilen unutulmaz Sinan Kazım Özüdoğru ile Kaypakkaya’nın en sevdiği türkü, “Mahsus Mahal” sadece tek ortak yanları değil. Cephe’ciler ve orducular, ayrı yerlerden aynı  yerlere vuran bu dönemin  68’li devrimci Marksistleri olarak, ancak 100-150 kişiydiler. Ama, ateş olsa cürmü kadar yer yakar, sözünün tarihsel  tekzipleridirler.

 

Deleuze’dan Kaypakkaya’ya...

 

Sevgi ve dostluk, bugünün modern insanının hiç algılayamayacağı bir boyut kazanmış Kaypakkaya’da. Özel mülkiyetin bin yıllardır farklı sistemler, farklı üretim tarzları, sınıf ve devlet biçimleriyle gelen kültürü ve ideolojisiyle donanmış insanının dışında, kendini  mücadelesi içinde yeniden, ama ütopyasına uygun düşen erdem ve vasıflarla yaratma çabasında da, esin verici örnek olabilmiştir.

İlyiç’in “Daha az büyük laf, daha çok küçük gündelik iş” sözleriyle yaptığı uyarısını, Kaypakkaya, siyasi çalışmalarının mottosu yapmıştır. O söz ya da motto, Dersim’de Rizom (=Köksap ) olmuş, Anadolu’ya yayılmıştır. Sökülüp atılamaması Rizom olmasındandır. Teolojiden uzak  devrimci mistisizmin İbo gerçekliğinde mit ve destan ile bir iletişim ve anlatı biçimi almasında karşılıklı bir simbiyotik ilişki görülür; Rizom-Mit ve destan düzeylerinde.
12 Eylül döneminde üç yıl süren kâbus, ardından gelen neo-liberal dalga, reel sosyalizmin çökmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyet Rusya’nın dağılması şu son 36 yılda vuku buldu. Başka ülke ve kıtalar için bir görüş bildiremem, ama eğer bu memlekette, yeniden ayağa kalkıldıysa, sınıf mücadelesinin doğası gereği, işçi sınıfının rolü ve payı büyüktür, ama işte o putlaştırma diye şikâyetlenilen, benim mit ve destan diye tanımladığım etmenin ne kadar mühim katkısının olduğunu fark edebilmek için sosyolog ya da Georges Dumezil olmak gerekmiyor.

Yabancı dil bilmeyen, doğal olarak da literatüre tam manasıyla hakim olması imkânsız, batıda çok önemli birçok tartışmadan haberdar olmaksızın o zamanların hatalı, eksik, yanlışlıklarla malul çevirilerini okuyan, Kürecik dağlarının kayalıklarında teorik metinlerini yazan 22 yaşındaki bir genç insandan söz ediyoruz. Böyle bakınca, çoktan rafa kalkmış görüşleri, hazin bir ölümle noktalanmış kısa yaşamı ile unutulmuş, artık akıllara bile gelmeyen biri olması gerekmiyor mu?

İbrahim Kaypakkaya, neden 43 yıldır unutulmuyor, konuşuluyor, anılıyor?  Mezarının ziyareti bile tehlikeli bulunup engellenmeye çalışılıyor? Yazdıkları çoktan aşıldı, dünya ve Türkiye’deki gelişmeler, artık bambaşka mecralarda seyrediyor. Sınıf dengeleri, iktidarın niteliği, devletin yapısı… Daha bir yığın şey çok hızlı değişimlere uğradı, uğruyor.
Ama o, gündemden hiç düşmüyor...

Yazarın Diğer Yazıları

Gülten Akın şiirinde Kızıldere ve Mülkiyeli devrimci Sabahattin Kurt

Kızıldere’de katledilen devrimcilerin tümünün isimleri, Gülten Akın’ın şiirlerinde anılır ama en çok Sebo’nun adı geçer

Kalan Müzik’ten kıratı ölçülemez değerde bir albüm: Abdallar’a Kalan

Düğünlerdeki aşırı alkol tüketimi ve sefahat ortamı düğün çalgıcılarının ruhsal ve bedensel olarak hızla yıpranmalarına, ciddi sağlık sorunları yaşamalarına neden olur...

Mehring Yayıncılık'tan bir kült eser: 1937-Stalin'in Terör Yılı

"1937- Stalin'in Terör Yılı'', birkaç kez okunmayı hak eden ve okuru da buna teşvik eden; detaylı, titiz, iyi savunulmuş, yıkıcı ve dopdolu bir kitap

"
"