Menbiç'e gidiyordu, sonra Rakka'ya gidiyordu. Aslında epey bir yıl önce Şam'da Emevi Camii'ne namaza gidiyordu. Şu anda pek bir yerlere gidecek bir hali yok gibi görünüyor.
Avrupa'yla, demokratik dünyayla savaş halindeyiz.
Kısmen bunların, kısmen başka yanlış politikaların sonucu ekonomi kötüye gidiyor.
Her şeyin referanduma göre ayarlandığı bir ortamda elden gelen her şey yapılarak kriz alâmetleri bastırılıyor. Ama bir süre sonra, bu "tedbir" olarak yapılan şeyler de gelen krizi derinleştirecektir.
Ama hepsinden önemlisi toplumun kendisinde yaratılan kamplaşma, cepheleşme. Bunun yarattığı husumet diner mi, hangi koşullarda, nasıl diner, bilemeyiz.
Bunlar olmak zorunda mıydı? Böyle olması kaçınılmaz mıydı? Bence değildi. Her şey, şimdi olduğundan ve ileride olacağından çok daha iyi olabilirdi. Oldurmayan, belirli bir zihniyet, belirli bir siyasî üslûp.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş biçiminin neredeyse "ebedi" olması tasarlanmış bir "vesayet" getirdiğini hepimiz biliyoruz. O düzene bağlı ya da o düzenin "sahibi" olanlar da bunun bir "vesayet" olduğunu biliyordu. "Vesayet"le "demokrasi"nin bir arada varolmayacağı da bir sır değildi. Ama "Bu iş burada ancak böyle olur," diyorlardı, bundan ötürü bir güven de duyuyorlardı.
Bu yapı, AKP'nin iktidar olmasını önlemek için cansiperane mücadele etti. 2002 seçiminden sonra darbelerin Demokles kılıcı sürekli AKP'nin tepesinde sallandırıldı. Daha önceki hükümetlerin hiçbirinden görmediğimiz bir direniş gösterdi. Askerî müdahaleleri adamakıllı güçleştiren uluslararası konjonktürün de yardımıyla, darbe tehditleri "tehdit" olmanın ötesine geçemedi. Geçemeyince, sivil-parlamenter güçlerin toplumda ağırlığı arttı.
Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin bu kadim sorunu nihayet tarihe karışacak gibi göründü. Ama yalnız "göründü." Temmuz girişiminin sefaleti, bir bütün olarak TSK'nın performans düzeyini göstermiyor. "Rahatsız" kelimesinin AKP cephesinde tetiklediği "rahatsız"lığa bakınca (bu kelimenin konduğu "bağlam"a hiç bakmayı bilinen eski bağlama göre tepki göstermek) iktidarın kendisinin hiç de "rahat" olmadığı anlaşılıyor. Ama bu alanda gelişmeler kesin bir sonuca varmadan durduruldu.
Türkiye'nin en büyük, en ciddi sorunu Kürt sorunudur. Bu alanda AKP iktidarı, gene daha önce hiçbir sivil hükümetin yapmadığı şeyler yaparak ve sözler söyleyerek, bir an, bu sorunun nihayet yatışacağı umudunu yarattı. Ama burada da, bir eliyle verdiğini (ya da "verir gibi yaptığı"nı) öbür eliyle aldı-misliyle. Bu konunun bugün girdiği çıkmaz sapmasının bütün sorumluluğu AKP iktidarının hesabına yazılamaz. Kazılmış siperlerle "barış" sağlanması çok kabul edilebilir bir durum değil. Ama AKP'nin gerilim yaratma yeteneğinin de kazılan sipere bağlı olduğunu düşünmemiz için neden yok. Tayyip Erdoğan, "Anadil falan yok!" diyerek eşit haklar konusunda tutumunu belli etmişti (Daha bir yığın sözüyle zihniyetini belli etmişti).
"Barış" yolunda bir ışık gördükten sonra bugün buraya gelmek, çok büyük bir hayal kırıklığı, Kürt halkı için. Bundan böyle bu hayatî alanda ne olur, gene cevabı olmayan bir soru. Ama görünenler, iyi bir şey olacağı, olabileceği umuduna imkân vermiyor.
Oysa "barış"tan söz edilebildiği günlerde iki taraftan da-öncelikle Kürtlerden- sıcak bir halk desteği vardı. O desteğin bir daha bulunması bir mucize olur.
Ermeni sorunu böyle maddî düzeyde tırmalayan bir sorun olmayabilir, ama manevi düzeyde müthiş bir ağırlığı var. Orada da önemli adımlar atılmıştı. Gül'ün Erivan'da maça gitmesi diplomatik düzeyde atılmış adımların en önemlisiydi. Ama Tayyip Erdoğan bu gelişmeyi kendi siyasetine uygun görmemiş olmalı ki arkası gelmedi; daha doğrusu arkası karşıt yönde geldi.
Uluslararası siyaset düzeyinde kaçırılan fırsatlar bence bunlardan daha önemsiz değil.
Sanırım şu günlerde Kıbrıs'la anlaşmaya varmanın son şansını da kaçırmak üzereyiz. Tabii burada da Rum kesimi elinden gelen katkıyı yapmış durumda. Ama onları barışa doğru zorlamanın yolları bulunabilirdi.
"Türkiye doğu ile batı arasında bir köprüdür" cümlesi nicedir telaffuz edilir; ama AKP iktidarının erken yıllarında gitgide daha çok insan bunun gerçekten böyle olabileceğini düşünmeye başlamıştı. "Liberal demokrasi"nin kurum ve kurallarını kabul etmiş (ya da "etmiş görünen") bir İslâmcı parti hükümet kurmuştu. Avrupa Birliği'ne katılma yolunda içtenlikli bir azim gösteriyordu. Kendi toplumunda davranışları da bunlarla uyumluydu. Obama'nın ziyareti gibi olaylar bu hükümetin varlığından Batı'nın duyduğu memnuniyeti de gösteriyordu.
Şimdi bir "ey" edebiyatı yaparak yedi düvelle kavgalıyız. Birilerine "Nazi" diye bağırıyoruz (memleketi bir hapishaneye çevirmiş olarak. Girmeyelim şimdi bunun ayrıntısına); bu tavrımızın da "anti-emperyalizm" olduğunu söylüyoruz. Bu anti-emperyalizm edebiyatı artık çok eskidi. Somut bir hedefi de yok.
Kaldı ki, AKP'nin durduğu yeri sağlamlaştıran, askerî darbelere prim vermeyen uluslararası konjonktürü yaratanlar da bu "ey" diye bağırdığımız, "emperyalist" dediğimiz ülkeler - Rusya ya da Çin değil.
Bunlar hepsi çok kötü. Ancak hiçbir şey, toplumun içinde yaratılan düşmanlık havası kadar kötü değil. "Batılılaşma" denilen olay-süreç başlayalı beri iki ayrı millet halinde ayrışan bu toplumda, yukarıda saydığım koşullar, nihayet uyumlu ("aynı fikirde" demiyorum, bu bir "ideal" olamaz, ama "uyumlu") bir toplum olma umudunu yaratıyordu. Birbirimizle konuşmanın, anlaşabildiğimiz yerde anlaşmanın (tanışmadığımız yığınla alan var), anlaşamadığımız yerde de birbirimizin varlığını kabul etmenin kapısı aralanmıştı. AKP iktidarının bugünkü politikası, kendisinden farklı düşüneni ya da "olan"ı, yok etmek üzerine.
Bu saydıklarımı ben Türkiye'nin sağlıklı bir toplum olmasının asgarî koşulları olarak görürüm. Bunlar mümkündü; ama bunlar reddedildi. Siyasetin dümeni bunların tam tersi yöne kırıldı. Bu potansiyel heba edildi.
Ne uğruna?
Bunları heba etmenin büyük bir vebali olduğunu düşünüyorum. Bunları heba eden zihniyetin şimdi kendine daha geniş yetkiler talep etmesi karşısında ne demek gerektiğini de bilmiyorum.