Geçen haftanın mezarlık kavgası yalnız geçen haftanın değil, oldukça uzun bir zamanın “tüy dikme olayı” oldu. Epey çirkin olay görüyoruz; “Bu kadarı da olmaz” diyoruz. Ama oluyor. Sonra gene oluyor. Bu birikime rağmen mezarlığa cenaze sokmama harekâtı ve “cesedi parçalarız” tehdidi kendi çapında bir rekor kırdı; kolay kolay erişilmeyecek bir çirkinlik menzili oluşturdu.
Bunları söyleyebilen, söylediğine göre düşünebilen, bunlar olduğuna göre dediklerini yapmaya hazır insanlar olduğunu görmek dehşet veriyor. Böyle kimselerin varlığı, hatta muhtemelen çokluğu, böyle kişilerin böyle olmasına yol açan bir ortamın varlığı, ürkütücü. Bu tür gürültülü işler yapan kişilerin bir gözü de çevreyi kolaçan etmededir her zaman: “Görülüyor muyuz? Bizi gözleyenler var mı?” Görülmek isterler, çünkü davranışlarından ötürü bir ödül beklemektedirler.
Yıllardan beri kırılmamış bir rekorun sahibi, Adnan Menderes zamanında oğlunu almış, “kurban” olarak kesmek üzere, öbür kurban sahiplerinin koyunları, danaları arasına yerleşmişti. Oğlunu kesemedi – engellediler! Sonra Menderes hapsedildi, idam edildi, o adamın adını sanını bir daha duymadık. O da adının belirli bir adrese ulaşmasını istemişti.
Bu adamlar da kahramanlıklarının haberinin bir yerlere ulaşmasını istemişlerdir. Nitekim, içlerinden birinin bakanla fotoğraf çektirmesi, isteğin önemli ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor.
Ancak, o cihetten dahi “aferin” sesi gelmiyor. Gelmediği gibi, ayıplayan, kınayan sözler geldi. Bu da, gösterilen “şecaat”in “matlub” ve “makbul” ölçülerini zedelediğini gösteriyor. “Vur dedikse öldür demedik” hesabı.
Ne var ki, bir kere “vur” demeye başlanınca, “vurma”nın kapısını bir kere açınca, o vuruşlardan birinin, birkaçının öldürmekle sona ereceğini bilmek gerekir. Zor bir şey değildir bunu bilmek. Burada da, bilinmediğini hiç sanmıyorum.
Bile bile, isteye isteye yaratılmış bir nefret ortamı sözkonusu. Bilinçli olarak, bilinçliden öte, sistematik bir şekilde, bir “intikam” atmosferi yaratıldı. Bunu yaratmak için biraz abartma, biraz çarpıtma gerekiyorsa, o abartmalar, o çarpıtmalar da yapıldı. Hattâ, yalan söylemek gerekiyorsa, “camide içki içtiler”, “kadının üstüne işediler” gibi yalanlar iş yapar diye umuluyorsa o yalanlar da söylendi. Belirli bir yerde çıkıntı oluyorsa, bir yığın görevli aletlerinin başına oturup “tweet”lerini ve sairelerini yazdı. Nefret etmek bir marifet haline getirilince, nefret aynı zamanda bir “yarış konusu” haline degeldi. Kimi telle adam boğma fantezisi kuruyor, kimi bıçağı kapıp sokağa fırlıyor, kimi tekme tokat dalıyor, nefret oskarını ötekilerden almaya çalışıyor.
İş gelip mezardan cenaze çıkarıp parçalamaya dayanınca, kantarın toğu kaçmış oldu. Kaçmış oldu ama günümüzde aranan başlıca erdem “sadakat”. Siz bir savaş ortamı yaratıyorsanız size “savaşçı” gerek; Florence Nightingale değil, Godzilla gerek. Dolayısıyla bir yandan zevahiri kurtaracak bazı jestler yapmanız gerekiyor; bir yandan da olayı geçiştirip unutturacak, ama aynı zamanda bir şeyleri kayda geçeceksiniz: “hîn-i hacette lazım olur.”
Bugüne kadar bir Ogün Samast fotoğrafımız vardı. Buna yenisi eklendi. O fotoğraflar yalnız bazı kişileri değil, tarihin akışını, bazı dönüm noktalarını, bazı durumları da tesbit ediyor ve ebedileştiriyor. Bu arada, fotoğraf çektirenlerin rütbeleri de yükseliyor.