Türkiye “normal” bir ülke olmaktan çıktı. “Normal bir ülke” nedir, neye benzer? Bu tabii çetrefil bir konu; kolay kolay cevabı yok. Belki her toplu için “normal” kelimesi değişik bir anlam ifade ediyor. Afrika’nın ısısıyla İzlanda’nın normal ısısı arasında ciddi farklar olduğu gibi ölçüme gelmez daha manevi konularda da neye “normal” deneceği toplumdan topluma farklılık gösteriyordur. Örneğin Belarus’ta insanların “demokrasi” dediği şeye Norveç’te muhtemelen başka bir ad veriyorlardır – “otokrasi” gibi.- İnsanların neye alışık oldukları herhalde önemli bir etken. Dolayısıyla birinin “normal” bulduğu bir düzen, bir başkasına tamamen “anormal” gözüküyor olabilir.
Bu saydığım etkenleri de göz önünde bulundurarak “Türkiye ‘normal’ bir ülke olmaktan çıktı” diyorum. Daha çok alışık olunanı gözeterek kullanıyorum “normal” sıfatını. Bu, “Türkiye demokratik bir ülkeydi; ama şimdi demokratik olmaktan çıktı” anlamına gelmiyor. Türkiye hiçbir zaman “demokratik” bir ülke olmamıştı. Fark öyle olup olmamakta değil, “anti-demokratik” olmanın temellerinde ve üslubunda ve bir de derecesinde.
Türkiye Cumhuriyeti de değil, 2. Mahmud çağından beri oldukça dar (ama bunca yıllık bir süreçte yavaş yavaş genişleyen) bir “seçkinler” zümresinin oldukça sert komutlarla belirlediği ve yönlendirdiği bir toplumken şimdi “plebisiter diktatörlük” adıyla tanınan yani “seçkin-olmayan” bir çoğunluğun onayıyla iktidar sürdüren bir otokrasinin belirlediği ve yönlendirdiği bir toplum olma yoluna girdi. 2. Mahmud çağı ya da cumhuriyet bu toplumun muhafazakâr denecek kesimlerine travmalar yaşatmış olabilir. O kesimler düşünerek verilmiş bir ideolojik kararla “muhafazakâr” olmamışlardı. Bildikleri hayat tarzı buydu ve bildikleri gibi yaşamaya devam etmek istiyorlardı. Onun için de onlara “gerici” filan gibi sıfatlar yakıştırıp hakaret etmenin bir anlamı yoktu.
Şimdiyse, neredeyse iki yüz yıllık irili ufaklı dönüşlerden sonra görece farklı bir hayat tarzı kurulmuşken “Hayır böyle değil, Abdülhamid zamanında olduğu gibi yaşayacaksın” diye bir emir geliyor. Bu hayat tarzının kendisinden önce, onu empoze etmeye hazırlanan iradenin bunu yapması için önünü açan ve yetkilerini olabildiğince genişleten siyasi-hukukî düzenlemeler geliyor; başkanlık, yargı bağımsızlığının ve onunla birlikte kuvvetler ayrılığının kalkması, OHAL adı altında iktidardan gelen her türlü keyfiliğin meşrulaştırılması gibi şeyler. Bunlar Türkiye’nin siyasi hayatında hiç de azımsanmayacak değişiklikler yarattı, bu gidişle yaratmaya devam edecek. Ama bunlar şimdilik siyasi-hukukî düzeyde. Gerisi, toplumsal hayatı topyekûn değiştirmesi beklenen “tedbir”ler olacak. 2. Madmud’un, Cumhuriyet’in yarattığı travmayı gidermesi beklenen “kontr-travma”lar…
Oysa “travma” bir toplum için iyi bir şey değildir (onun bireyi için de iyi olmadığı gibi) ve travmanın intikamı bir zaman gelir.
Dolayısıyla başta başkanlık, çeşitli seçmenlerin yaklaştığı bu dönemde, iktidar için elbette değil ama muhalefet için ivediyet toplumun yeniden “normal”e dönmesi olmalıdır diye düşünüyorum. Bununla kastım da şimdiye kadar tersyüz edilmiş kurum ve teamüllerin yeniden tersyüz edilmesi.
Kuvvetler ayrılığı olmadan demokrasi olabilir mi? Olamaz. Zaten bunu ortadan kaldıran da bunu biliyor ve demokrasiyi ortadan kaldırmanın ön adımı olarak bunu yapıyor. Kuvvetler ayrılığını geri getirmek için her şeyden önce yapılması gereken şey; yargıyı yürütmenin boyunduruğundan kurtarmak. OHAL’in kalkmasından söz etmeme gerek yok. Bir de yürütmenin emir eri olarak çalışan yargının şimdiye kadar verdiği olmadık kararların ve sonuçlarının düzeltilmesi gerekiyor.
Başkanlık seçimini şimdiki açmazdan kurtarmanın yolu, muhalefetin kimin aday olacağı sorunundan önce hangi ilkeleri yerleştirmek üzere çalışacağını gözden geçirmesi olabilir. Şu anda yürürlükte olan “başkanlık” düzeni değil de düzeneği, bir kişi için düşünülmüş bir “hilkat garibesi.” Buna göre başkan seçilecek kişinin eğer demokrasiye saygısı varsa ilkin bu garabete son vermek için işe koyulması gerekiyor. Başka bir değişle bu Türkiye’nin siyasi rejiminin yeniden “normal” haline dönmesi demektir.
Ama bunu söylediğimiz anda, yeni bir parantez açmak gerekiyor; on yıllık aralarla askeri müdahaleler, üstüne plebisiter diktatörlük, bütün bu “badire”lerden geçen Türkiye’nin bu “badire siyaseti”nden yakasını kurtarıp artık demokrasiye geçmesi gerekir. Bu demokrasinin temelleri, kurumları, neler olmalıdır. Bunları da şimdiden tartışmaya başlamak, iktidarın oldukça usta olduğu “gündem belirlemek” silahını onun elinden almayı kolaylaştırabilir.
Bunu Haziran seçiminden sonra da söylemiştim. Yaşadığımız olağandışı dönemlerden sonra çığırından çıkanları yeniden “çığırına sokmak” gibi geçici görevler üstelenen, hedeflerini ve yöntemlerini şimdiden ilan ederek bunun niçin zararlı olduğunu anlaşılır bir dille topluma anlatabilen bir siyasi yapıya ihtiyacımız var.