Neredeyse bir haftadır İrlanda’dayım; Dublin’de. Bu ülkeye ve bu kente ilk gidişim! Dublin’e gitmek üzere bu yaşıma kadar beklemiş olmama kendim de şaşırıyorum. Edebiyatlarını bayağı iyi bilirim ve çok beğenirim. Böyle olunca İrlanda tarihiyle de aşina olmak gerekir tabii. Üstüne üstlük, yalnız iki kitabıyla da olsa, James Joyce çevirmeniyim. Bu da, o memlekete gitmemi gerektiren bir etken sayılabilir.
Bir süreden beri bu ülkede İrlanda’ya vize almanın bir hayli güç olduğuna dair söylentiler kulağıma çarpıyordu. Benim için öyle olmadı, dolayısıyla söyleyeceğim bir şey yok. Yalnız, gene duydum ki, İngiltere’den (Britanya’dan diyelim) geçince vize istemiyorlarmış. Bunu bilsem, bunca gidişimde Britanya’ya, punduna getirir, giderdim birkaç günlüğüne. Ama bunu da yeni öğrendim; hem de, altı aya kadar; Britanya’ya bir gitmişliğin uğramışlığın varsa gene vizeye bakmadan kabul ediyorlarmış.
Uzağız tabii, İrlanda’yla; biri Avrupa’nın en doğusunda, biri en batısında. Başka birçok bakımdan da uzağızdır ama mizaç bakımından yaklaşırız; duygusal, fevri v.b.
Dublin’deydim hep; kırlık bölgelere uzanıp yeşil İrlanda’yı görme fırsatım olmadı. Buranın kır-köy hayatının da epey keyifli olacağını tahmin ediyorum. Bakalım, belki bir başka sefer olur. Dublin nüfusu bir buçuk milyonun az aşağısında; bizim ölçülere göre “minicik” bir kent. Ancak burada yüksek bina yok gibi; onun için “yaygın” bir kent.
Derin bir koy içinde. Kuzeyde Howth adında, bir burun üstüne kurulmuş bir köy var. Güneyde ise Dún Laoghaire ve Dalkey koyun ucu oluyor. Ulysses’in başındaki, Stephen Dedalus’un oturduğu Martello Kulesi bu güneydeki burunda. Bunlar aslında Napoléon zamanında, muhtemel bir Fransız saldırısında karşı gözetleme kuleleri olarak yapılmış; 1803-1804 gibi tarihlerde bunlardan otuz kadar varmış. Uçaktan indikten kısa süre sonra gittiğimiz Howth Burnu’nda da bunlardan bir tane vardı. Zaten topu topu üçü ayakta kalmış bugüne.
Howth üstünde Dublin’e yaklaşırken deniz kenarını (“yalı boyu”nu) izledik. Genellikle iki katlı evler. Ama kent merkezine geldiğimiz zaman da bu durum pek değişmiyor. En fazla dört, beş kata çıkıyor. “En yüksek bina budur” diye gösterdikleri ve “gökdelen” diyerek sözünü ettikleri bina da yirmi kat ya vardır ya yoktur. Böyle kentler görme alışkanlığımızı sürekli kaybettiğimiz için Dublin’in beni şaşırttığını söyleyebilirim. Ama, tabii, kent dediğin yükselmeyince yayılıyor. Her şeyin bir bedeli var. Herhalde önemli olan nüfusu bir yerde tutabilmek. İrlanda’nın toplam nüfusu sanırım beş milyonu bulmamıştır. Onun için bu “yayılma” da çok tehlikeli olmasa gerek.
İrlanda halkının hayatı kolay geçmemiş. Yoksulluktan çok çekmiş bir halk. Ünlü patates kıtlıkları kırmış geçirmiş; ama daha önce de pek bolluk görmemişler. Onun için hep bu adayı terk edip gidenler olmuş. Tabii “Yeni Dünya” diye bir yer ortaya çıkınca, oraya akın edenlerin başında İrlandalılar olmuş. Orada da rahata erdikleri söylenemez. Kuraldır, “eski göçmenler” “yeni göçmenler”i sevmez. Boston’da bir tür “özür dileme” gibi dikilmiş bir İrlandalı göçmenler anıtı vardır. Kennedy başkan seçilen ilk İrlandalı ve ilk Katolik oldu. O da Massachusetts’ten geliyordu. “Boston Celtics” de herhalde bir İrlandalı takım olarak kurulmuştu.
Yoksulluktan çekmişler, bir de İngilizlerden çekmişler. Bu tabii tuhaf bir ilişki. İki remi dillerinden biri Kelt lehçesinden “Gaelic” dedikleri dil ama bütün teşvik ve çabalarına rağmen bunu bilen az, herkes İngilizce konuşuyor. İrlandalıların bağımsızlaşma girişimlerini İngilizlerin medeniyet ve insanlık dışı tedbirlerle engelledikleri de doğru. Bunlar hiç unutulmamış. Yani ilginç ve girift bir biçimde iç içe geçmiş bu farklı kültürler. Bugün İrlanda’da varkalmış “İngilizlik”i özel bir âletle kazıyıp atmak mümkün olsa, “İngilizlik”le birlikte çok miktarda “İrlandalılık” a kazınma durumunda kalır. Kültürler öyle su ile zeytinyağı gibi ayrı ayrı durmuyor.
Bunu anlatan (ima eden) bir fıkra da var. Kuzey’deki çatışma sonrasında IRA’dan adamlar bir köprüye patlayıcı yerleştirmiş, hangi saatte geçeceğini bildikleri İngiliz devriye arabasını bekliyorlar. Düğmeye basınca uçuracaklar. Ama nedense devriyenin saati şaşmış, adamlar yok ortada. IRA’lılardan biri “On beş dakika oldu görünmediler, umarım başlarına bir şey gelmemiştir” diyor.
Tarihleri acılı olsa da İrlandalılar neşeli insanlardır. Belki bu ikisi bağlantılı. Sıkıntıyı tanıyan insan gülmenin, gülebilmenin değerini iyi biliyordur. Zaten İrlanda mizahında her zaman bir ekşi potansiyel de hissedilir. Swift örneğin komik olmasına komik, ama aynı zamanda iyice karanlık.
Bir de “dramatik” yöneliş var sanki. Edebiyatlarında tiyatro yazarlarının öncelikli yeri var: Sheridan, Goldsmith eskilerden; Bernard Shaw ile Oscar Wilde’ın İrlandalılıkları çok ön planda değil. Ama Yeats, Lady Gregory, Synge, O’Cesey, Brebdan Behan son derece İrlandalı yazarlar. İrlanda milliyetçiliğiyle “bitmeyen kavga”ya giren James Joyce “İrlanda edebiyatı” denince akla gelecek ilk yazar. Edna O'Brien, Frank O’Coonor, Dan Leavy (Amerika’da doğmuş olsa da İrlandalı) Seán Ó Faoláin ve daha birçoğu daha yeni zamanların yazarları. Yanılmıyorsam, hepsinde de zengin bir mizah yeteneği var.
Mizahla birlikte bir de müzikten söz etmek gerek. Çok zengin bir folklor gelenekleri var. Bu gelenekten “kent-folk” diyebileceğimiz bir kol daha oluşmuş. “Dubliners” gibi gruplar da bu geleneklerde parlak eserler vermişler. İrlanda müziği çok melodik. Milliyetçi şarkılarını bile insan zevk alarak dinleyebiliyor bu melodi inceliğinden ötürü.
Her yerde canlı müzik. Performansı yapanlar her yerde çok başarılı. Çalanlar coşkulu dinleyenler daha coşkulu.
Hasılı, keyifli bir ülke İrlanda.