Yazının başlığı yaptığım deyim Türkiye'de son derece geçer akçe olan bir tutumu anlatır. Burada herkesin dediği dediktir. Bir kişinin değeri ağzından çıkan sözü onaylayanların sayısına göre belirlenir diyebiliriz. Örneğin "faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur" diye, durmadan karşılaştığımız (çok zaman reddetmek amacıyla olsa da) ve hayatımızın önemli bir parçası haline gelen söz.
Ünlü İngiliz akademik ve eleştirmen F. R. Leavis, üniversite öğretimi üstüne konuşurken, üniversitede bir hocanın telaffuz ettiği her cümlenin sonunda, telaffuz edilmese de orada olduğunu bildiğimiz bir ibare olduğunu söylemişti: "Değil mi?" (Isn't it?"). Yani, ne demek istiyordu? Bilgiler, düşünceler her zaman tartışmaya açıktır. En kesin bilgi olarak bellediğimiz bir şey günün birinde yanlışlanabilir, değişebilir. Üniversitenin bilgiyi veren hocasının bilmesi gereken ilk şey budur. Onun "bilgi" olarak verdiği, sunduğu, öğrettiği her şey de yeni bir bilginin eklenmesi, yeni bir ufuk açılması sonucu değişebilir. Onun için ağzından çıkan her önerme aslında tartışmaya açıktır.
Bu kültür, Türkiye'de ne üniversitede, ne de akademi dışı hayatın bir yerinde benimsenmiş değil.
Dediği dedik olmanın çeşitleri de var tabii. Şu günlerde bana bunları yazdıran şey, "asgari ücret" konusu. Bilindiği gibi asgari ücret konusu konuşuldu, yaklaşık iki katına çıkarıldı. İki katı, beş katı falan filan... Bunu değerlendireceğiz elbette. Kolay olmalı, çünkü sonuç olarak bir "aritmetik" sorunu, rakamlara bakan bir şey. Ama öyle mi oldu? Hayır, ne münasebet? Hükümet ya da iktidar, ekonomiyi buralara getiren taraf olarak, yaklaşan seçimi de herhalde düşünerek, kendilerine göre yüksek bir rakamda karar kıldı. Bu, öncelikle iktidarın "propaganda" kolunda kutlanacak bir olaydı. Beklendiği gibi de oldu. Medyanın o kısmının olayı sunuş üslubuna baktığımızda, asgari ücretin açıklandığı günü bir "ulusal bayram" günü olarak kabul etmek gerektiğini düşünüyor insan -orada burada hâlâ birtakım soru işaretleri olsa da.
TÜİK hikâyesi sürüp gidiyordu. "Zam yapılacaksa TÜİK'in verdiği rakamlara göre yapılacak" diyenler vardı. Vardı da, bunun bir rezalet olduğunu bilmeyen yoktu. Herhalde iktidar kendisi de TÜİK'le yol almanın şiddetli infiale yol açacağını hesaplayarak zammı biraz daha yukarıda tuttu. Bununla bir "sürpriz" etkisi yaratacağını da ummuş olmalı.
Şimdi, bu işlerde "Üç bindi, dört bin oldu" gibi hesapların çok anlamlı olmadığı bilinen bir şeydir. Olayın bir "gelecek boyutu" var. Dört bine çıkardın, beş bine çıkardın, iyi; iki gün sonra bütün fiyatlar senin zam yaptığın günkünün beş katına çıkarsa ne olacak?
Böyle olmayacağının bir garantisi var mı? İktidar şimdiye kadarki davranışlarıyla böyle bir güven verdi mi topluma? Bunun cevabını zaten toplum davranışlarıyla veriyor. Ayrıca şimdiye kadar yediği birkaç kazığın anıları da var herhalde. Ama zaten şu aynı günlerde, doların vardığı nokta, yok akaryakıt zammı, yok şu, yok bu, gidiş kendini belli ediyor.
Bu dediğim işin "gelecek boyutu". "Gelecek" olduğu için kesin rakamlarla konuşamıyoruz. Önümüzde ne gibi olayların yattığını bilmiyoruz; kuvvetli tahminlerde bulunabiliyoruz, doğru çıkma ihtimali bayağı kesin görünen tahminler -gene de, henüz olmamış şeylerin belirsizliği söz konusu.
Ama işin aynı zamanda "geçmiş boyutu" diyeceğim bir şey de var. Bu da hesaplamasında herhangi bir güçlük olmayan bir şey: Verili rakamla ne alıyordun, şimdi eline geçecek parayla ne alabileceksin (bugünün fiyatlarıyla)?. Kolay bir hesap işi. Muhalefeti oluşturanlar da önce buraya bakıyor, bu basit hesapları yapıyorlar. Çıkan sonuç, İktidarı mutlu ve kıvançlı kılacak bir sonuç değil: Geçen yılın başında ne geçiyordu eline, onunla ne satın alabiliyordun; bu yıl eline ne geçecek (belli, ilan edilmiş rakam) ve bununla neler alabilirsin? Yani, iktidar açısından bugünlerde çirkin görünmeye başladığını tahmin ettiğim "alım gücü" kavramı ortaya sürülüyor. Sürülünce, asgari ücrette büyüyen rakama karşılık alım gücünün küçüldüğü sonucu çıkıyor. Demek ki aradan geçen zaman içinde enflasyon öyle bir enerjiyle çalışmış ki, bugün yapılan zam, kaybedilmekte olanı, bu kaybetme sürecini durdurmamış, etkisi tersine çevirmeye yetmemiş. Burada asıl açıklayıcı kavram da "alım gücü".
Yeterince açık, anlaşılır bir durum. İyiliğini, kötülüğünü, zorunluğunu, kaçınılmazlığını tartışmaya başlamadan önce bu durumun ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Anlayalım ki tartışacaksak neyi tartışacağımızı bilelim.
Peki böyle oluyor mu? Olmuyor. Bu "dediği dedik" olmanın bu biçimi. Bir arkadaşımız var, iktidarın çok iyi olduğuna, her yaptığını iyi yaptığına inanıyor, inanmak istiyor. İnanmak serbest elbette. Ama bu koşullarda olanın "iyi" olduğunu iddia ediyorsanız, alım gücünün düşmüş olduğunu bilerek (ve kabul ederek) iddia edeceksiniz. "Çin modeli öyle gerektiriyor" mu, ne diyecekseniz deyin; ama "Hayır, alım gücü düşmedi" diyerek tartışamazsınız. Yani, öylesini seçtinizse, ağzınızı açtığınız anda yanlış, dolayısıyla bir değeri olmayan bir iddiada bulunuyorsunuz demektir.
Ama bu toplumda hatırı sayılır sayıda insanın "tartışma"dan anladığı bu.