23 Aralık 2018

Çarpıta çarpıta çarpıldılar!

Bugüne kadar, benzerini defalarca gördüğümüz, gazetecileri ve aydınları linç etme prosedürü hep aynı şekilde işledi

Fatih Portakal’ın, “Bu ülkede barışçıl eylem yapmak imkânsız hale geldi” sözleri, bugüne kadar yapılmış milyonlarca siyasi tespit arasında herhalde en hızlı doğrulanan tespit oldu

PAZARTESİ

 

Fatih Portakal’la “mandalina” diye dalga geçen son kişi herhalde ortaokul yıllarında kalmıştı. Kısmetinde 30 sene sonra bu şakayı yükseklerden duymak da varmış. İnsanoğlu hayatta çekeceği çileleri önceden bilemiyor tabii. O da herhalde sırasını savdığını umarak, “Bu hafta bana ne oldu öyle ya” diye düşünüyordur şimdi.

Fatih Portakal’ın, “Bu ülkede barışçıl eylem yapmak imkânsız hale geldi” sözleri, bu ülkede bugüne kadar yapılmış milyonlarca siyasi tespit arasında herhalde en hızlı doğrulanan tespit oldu. Süreç her zamanki gibi işledi elbette. Bu sözler önce malum medya eliyle seri şekilde çarpıtıldı, sonra top sosyal medyaya yuvarlandı, oradan gelen ortayla da santrfor topu kendince doksana taktı: “Enseni patlatırlar.”

Bugüne kadar, benzerini defalarca gördüğümüz, gazetecileri ve aydınları linç etme prosedürü hep aynı şekilde işledi. Bir paragrafı, cümleyi ya da kelimeyi al, bağlamından kopar, ona yeni bir anlam uydur, bu yeni anlamı hızla yaygınlaştır, insanları linç ettir, sonra linçi bir daha haberleştir…

Son olaydan sonra bu süreçle ilgili yeni bir fikrim var. Bence bu kesim bu çarpıtma işini yapa yapa, zihinsel başkalaşım geçirdi. Yani eskiden pekâlâ doğrusunu anlayıp da bilinçli olarak çarpıttıkları sözleri artık gerçekten anlayamaz hale geldiler. Önceden, “bu aslında böyle demek istemiş ama, biz buna böyle bir anlam taklası attıralım” dedikleri sözler artık kulaklarına direkt çarpıtılmış olarak geliyor. Eskiden asgari zekâ ve azami kötü niyet eseri olarak işleyen bu çarpıtma sürecine gerek kalmadı. Çarpıta çarpıta kendileri öyle bir çarpıldılar ki, lafın doğrusunu anlayamaz hale geldiler.

Kaz kesen gazeteciler

Alman medyasında tuhaf şeyler oluyor. Bugün bir Almanca haber sitesinde kaz çiftliğinde kaz kesen muhabirin videosunu izledim. Noel yaklaşıyor, Almanların geleneksel Noel yemeği kızarmış kaz diye, bir muhabiri kaz çiftliğine göndermişler. Buraya kadar tamam. Biz de televizyonlarda, gazetelerde her Kurban Bayramı öncesinde, kurbanlık haberi yaparız. Haber de genellikle kurban pazarlığı yapan bir alıcıyla satıcının birbirilerinin omuzlarını çıkarırcasına el sıkışmalarının geleneksel görüntüsüyle biter. Ama bugüne kadar hiçbir muhabirin bir kurbanlığı sırtladığı gibi gidip kestiğini görmedim.

İzlediğim videoda ise Alman muhabir kesimhaneye girip bir kazı elektroşokla bayılttı, sonra onu altı delik kovaya benzeyen bir hazneye baş aşağı yerleştirdi, hayvanın oradan sarkan boynunu kıtır kıtır kesti.

İşi bitince de kameraya konuştu. Yaptığı şeyden biraz sarsılmış gibiydi ama pişman değildi.

Çocukluktan beri kurban görüntülerinin “o anından” kaçınan ben, bu vesileyle bir kesimi izlemiş oldum. Bunu böylece yayınlamak bana tuhaf geldi, herhalde bizim haber sitelerinde böyle kanlı şeyler yayınlanmaz demeye kalmadan başka bir videoya denk geldim. Bu defa bir kadın Alman muhabir, domuz mezbahasını ziyaret ediyordu. Neyse ki bu haberde hayvanı kendisi kesmedi ama şakır şakır boşalan kanlar arasında kasapla röportaj yapıyordu.

İki video arka arkaya tesadüf olamaz dedim. İnsanların hayvanları besine dönüştürme süreçleri eskiden kapalı kapılar ardında olurdu. Şimdi bu süreç giderek şeffaflaşıyor. Gerçi buradaki asıl amacın, insanlara et tüketimlerini sorgulatmak olduğunu düşünüyorum. (Vejetaryen lobisi yani.) Amaç herhalde masaya köfte veya sosis olarak gelen etin aslında bir hayvan olduğunu hatırlatmak.

İki yıl önce Mark Zuckerberg kendi yiyeceği hayvanı kesmeye başlamıştı. Facebook’un kurucusu, yediği şeye yabancılaşmamak için bundan sonra kendi kesimini kendisinin yapacağını söylemişti.

Mark hala kendi koyununu kesiyor mu bilmiyorum ama Alman medyasında kan gövdeyi götürüyor, onu gözümle gördüm.

SALI

İstanbul Havalimanı’nın akıbeti

Yeni yapılan İstanbul Havalimanına taşınma tarihi ertelendi. Havalimanıyla ilgili haftanın ilk haberi buydu. Sonraki günlerde havalimanı otoparkını su basınca taşınma konusu gündemden düştü. Bu su baskını, ilk günden beri konumu tartışmalı havalimanının başına geleceklerin habercisi mi, zamanla göreceğiz. Ama ben ilk konuya geri dönmek istiyorum, taşınma meselesine.

Çok olmadı, havaalanı 29 Ekim’de büyük bir törenle açıldı. İnşaatın bu tarihe yetiştirilmesi için yüklenicilere büyük yüklenildi, günde bir iki Ankara, Azerbaycan ve Kıbrıs uçuşuyla tesis görüntüde çalışmaya başladı. Asıl taşınma yılbaşında olacaktı. Ama İstanbul Havalimanı’nı görüp de işten birazcık anlayanlar, “hayatta yetişmez” diyordu.

Nitekim geçen hafta Ulaştırma Bakanı bürokratlarla bir toplantı yaptı. Toplantıdan sonra bir açıklama gelmedi ama taşınmanın ertelendiği öğrenildi. Ne zamana? Mart deniyor ama belli değil. Dünyanın “en büyük” havalimanı açıldı mı, açıldı. Her yer pankartlarla donandı mı, donandı. Propagandası yapıldı mı, yapıldı. Ama konu tatsızlaşınca kimseye bir açıklama yapmaya gerek duyulmuyor. Yine insanın aklına, inşaatı 29 Ekim’e yetiştireceğiz diye iş kazalarına kurban edilen, “insanlık dışı koşullarda çalıştırılıyoruz” diye isyan ettikleri için tutuklanan onca işçi geliyor. Demek her şey bir inat içinmiş. O tarihte açtık işte havalimanını, ne oldu? 

(Not: Toplantıdan dört gün sonra açıklama yapıldı ama tarih verilmedi.)

ÇARŞAMBA

 

Zenginin eski mutfağı

“Zengin Mutfağı” oyununu Vasıf Öngören 1977 yılında yazmış. Oyun İstanbul Şehir Tiyatrolarında ilk sahnelendiğinde başrolde aşçı Lütfü’yü oynayan Şener Şen, 40 yıl sonra aynı rolde yine sahnede.

Oyun, 1970 yılındaki 15-16 Haziran işçi eylemi sırasında geçiyor. Apolitik hatta biraz da oportünist biri olan aşçı Lütfü’nün mutfağına başlangıçta solcular girip çıkarken, mutfak ve konak giderek faşistlerin palazlandığı bir yer haline gelir. Başına bir de konak sahibi fabrikatörün getirdiği köpekleri besleme işi çıkınca, aşçı Lütfü isyan bayrağını yükseltir.

Zengin mutfağını bu hafta galasında izleme şansını buldum. Hepimizin kendisini daha fazla görmek istediğimiz bir dönemde Şener Şen’i sahnede izlemek gerçekten büyük bir ayrıcalık. 40 yıl önce bu rolü nasıl oynuyordu bilmiyorum ama Şener Şen sahnede oradan oraya, kıpır kıpır oynuyor. Durduğu yerde salladığı eliyle koluyla bile niye bu kadar özlendiğini gösteriyor bize.

Oyun Lütfü Usta’nın yaşadığı dönüşümü anlatıyor. Bir yanda solcu öğrenciler ve işçiler, diğer yanda onların üzerine salınan faşistler var. Oyun 1978 yılında Şehir Tiyatroları’nda sahnelenirken de 2012 yılında aynı sahnede sahnelenirken de ülkücülerin hedefi haline gelmiş. 40 yıl önce Fatih’teki salonun fuayesi bombalanmış, altı yıl önce de ülkücü bir izleyici bozkurt işareti yaparak, Lütfü Usta’nın sahnede faşizme saydırmasını protesto etmiş. Lütfü Usta bugün de “Ben böyle faşizmin gelmişini, geçmişini…” diye saydırıyor. O replik alkış da alıyor. Ama eminim 40 yıl önceki kadar coşkulu bir alkış değil bugün aldığı.

Faşizm ortadan kalktığı için değil. İzleyicilerin faşizme alerjisi de azalmamıştır herhalde… Belki oyun solcu-ülkücü eksenine oturduğu, bugünün reel faşizm tehdidi ise oradan gelmediği içindir!..

Nitekim oyunu bugün izlemekle 40 yıl önce izlemek arasında güncellik açısından da bir fark var… Faşizm sorunu aynı ciddiyette olsa bile, oyun bir dönem oyunu olarak kalıyor. Oyundaki faşist hâlâ “Bütün dünya bize karşı. Bizi çökertmek istiyorlar. Bu bir savaş” diyerek işçilere saldırmaya gidiyor ama gerçek hayatta yöntemleri de söylemleri de, güçlerini aldıkları yerler de giderek daha sofistike bir hal aldı geçen yıllarda.  

DasDas’ın Ataşehir’deki yeni sahnesinde oynayan “Zengin Mutfağı”, faşizmin (daha az acımasız değil ama) daha “naif” olduğu yılları hatırlamak, hele Şener Şen’i görmek için kaçırılmayacak bir fırsat.

PERŞEMBE

 

Yeni bir resmi tarih

TRT bir belgesel hazırlatmış. Adı, “Yüzyılın Terör ve İhanet Şebekesi: FETÖ”. TRT’nin yaptığı açıklamaya göre 85 dakikalık belgesel “Fetullahçı terör örgütünün kuruluşundan başlayıp 15 Temmuz hain darbe girişimine giden süreçte yapısı, yapılanması, işleyişi ve kaynakları hakkında bilgiler” içeriyormuş. Belgeselde FETÖ’nün devleti ele geçirme faaliyetleri, kumpaslar, uluslararası destekçiler de yer buluyormuş. 

İyi bir girişim. Tabii belgesel yaparken, içine hangi bilgiyi koyduğunuz kadar, neyi dışarıda bıraktığınız da önemli. Hikâyeye nereden başlıyorsunuz, anlattıklarınızda boşluklar, atlamalar, kopuk neden sonuç ilişkileri var mı dikkat etmek lazım. Yoksa yaptığınız resmi tarihe bir sayfa eklemekten ibaret olur.

CUMA

 

Turkuaz çinilerin altında Pandeli

İstanbul’un 117 yıllık Pandeli Lokantası yeniden açıldı. Mısır Çarşısı’nın denize yakın kapısından girince solunuza bakın, hemen göreceksiniz. Yıpranmış taş merdivenlerle çıkılan, duvarları turkuaz çinilerle kaplı, beyaz örtülü masalarıyla İstanbul’un alameti farikalarından biri. İşletmecileri pes etmişti, iki yıldır kapalıydı. 14 ay süren bir uğraşın ardından yeni işletmecilerinin elinde hayata döndü. Eski servis elemanları, eski menü, yeni şefle desteklenmiş eski mutfak personeli derken, Pandeli yola devam ediyor. Hem de şıkır şıkır.

Geçen yüzyılın başından bugüne uzanan bir tarihi olunca, restoranla ilgili yığınla hikâye anlatılıyor. En sevilenleri de Atatürk’le ilgili olanlar.

Mustafa Kemal gençliğinde burada yemek yermiş. Doğru mu yanlış mı bilmem, ay sonuna doğru da hesabı veresiye yazdırıp maaşını alınca ödermiş. Cumhuriyet kurulduktan sonra da mekâna gelmeye devam etmiş. Cumhurbaşkanı olarak ilk geldiğinde lokantanın sahibi Bay Pandeli Gazi’ye yanaşıp “Paşam parasızsan zararı yok, maaşı alınca ödersin” diye takılmış.          

Pandeli’nin lokantayı nasıl kurduğuna, Mısır Çarşısı’na nasıl taşındığına, 6-7 Eylül’den sonra göç edecekken Celal Bayar tarafından durdurulduğuna dair gırla hikâye var. Ama benim en sevdiğim, mutfak alışverişini aşağıdaki çarşıdan yaparken, çiğ dolmalık biberin içine rakı doldurması, bir yandan rakısını içerken bir yandan meze niyetine biberi dişlemesi… (Pandeli yalnızca öğlenleri açık.)  

Skandal gibi skandal

Rus futbolcu Andrey Arshavin geçen gece St Petersburg’da dağıtmış. Pek de güzel dağıtmış. İki kadınla birlikte striptiz kulübünden çıkmış, orada bulduğu bir ata binmiş, etraftakiler onu görüntülüyor diye de polisten yardım istemiş. Atın sahibi de atın kirasını ödemediği için futbolcuyu polise şikâyet etmiş. İşte tatlı bir magazin haberi… Bizim futbolcuların karıştığı, kabadayılık, dayak, silah içeren skandallardan da epey farklı. Kafayı bulup Gizli Kalsın’dan ata binip ayrılan bir Arda canlandı gözümde, şarkıcılarla itişip kakışmasından daha sevimli geldi.

Bu hafta ne yaptım

Ercan Kesal’la önce söyleşi yaptım, sonra muhabbet ettim. Tanıdığım en çalışkan insanlardan biri, yazar, senarist, oyuncu, hastane sahibi Doktor Kesal’la yazarlığını konuştuk. Kesal, Can Kozanoğlu’yla yaptığımız podcast serisi İlk Sayfası’na konuk oldu, yaşamından kesitleri nasıl edebiyata dönüştürdüğünü anlattı. 2003 yılındaki belediye başkan aday adaylığını anlattığı “Nasipse Adayız” romanını, o romanın filme dönüşmesini; Bir Zamanlar Anadolu’da filminin senaryo yazımından çekilmesine kadar yaşanan süreci anlattığı Evvel Zaman adlı günlüğünü konuştuk. Tabii kayıt-dışı dakikalarda da Çukur’dan, dizide oynadığı rolden ve rolün getirdiği şöhretten konu açtık, tatlı tatlı anlattı.      

Yazarın Diğer Yazıları

Linç olmayı bize bırakın!

Hakarete uğramasın diye özel yasayla korunan bir makam sahibinin linç edilmekten yakınması ikna edici değil

İçinizdeki dolandırıcıyı serbest bırakın!

Monopoly cheaters edition: Yeni oyun, adından anlaşılacağı üzere baştan sona hilebazlık, dolandırıcılık üzerine kurulu

Müslümanların sevdiği İncil

Hayrettin Karaman'ın durup dururken bunu yazmasında bir hikmet var mı?