Epeydir, ellerimizle avladığımız hayvanları dişlerimizle parçalayıp yemiyoruz.
Hormonlarımızın sesini dinleyip canımız istediği anda canımızın istediği kişiyle uluorta sevişmiyoruz.
Engelli doğan çocuklarımızı "Bu nasıl olsa yaşamaz" diyerek ölüme terk etmiyoruz.
Şimşekler çaktığında, hortumlar çıktığında, yer yarıldığında, sular taştığında, yanardağlar patladığında başımıza gelenin nasıl bir doğa olayı olduğunu iyi kötü biliyor, "Tanrılar çıldırdı" diyerek korkudan yerlere göklere tapınmıyoruz.
Yani doğamızda var olan "hayvana"a yakın yığınla güdüyü dizginlemeyi, bilincimizle bilgimizi eşleştirip somut ve soyut kavramlar geliştirmeyi, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi olumlu ve olumsuz değerler üzerinden bir ahlak belirlemeyi denemeye başlayalı binlerce yıl oldu.
Ama hâlâ arkaik kültüre ait şiddeti, bir sorun çözme yöntemi olarak kullanmayı iştahla sürdürüyoruz.
Düşünerek, konuşarak ve tartışarak mantık çerçevesinde halletmek için ısrar edilebilecek yığınla meseleyi şiddete başvurarak çözümsüz hale getirmek kadim bir insanlık geleneği.
Evdeki babadan, devletteki babaya kadar her türlü otoritenin elinden düşmeyen şiddet kılıcını meşrulaştıran ve sıradanlaştıran insanın en büyük çıkmazı "şiddetsiz" bir dünyayı hayal edemeyecek kadar aklını yitirmiş olması.
Sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmadan hakkımızı savunamayacağımızdan eminiz. İhtiyaçlarımızı karşılamak ya da elimizdekileri tutmak için hayatı irili ufaklı şiddet kalkanlarıyla çevreliyoruz.
O yüzden çocuk annenin, anne babanın, baba devletin şiddetinden korkuyor.
Annenin çocuğunu beslerken "Bunu yemezsen büyüyemezsin" demesinin bile şiddet içeren bir tehdit cümlesi olduğunu ne kendisi ne de toplum zinhar fark etmiyor.
Babanın evdeki kadını, bir insan olarak görmeyip önce anne olarak kutsarken onun varlığı üzerinde nasıl bir şiddet uyguladığı kayıtlara geçmiyor.
Çocuğun rasyonel akla değil de içinde bulunduğu toplumun inançlarına, geleneklerine, göreneklerine göre eğitilmesi bile ona uygulanan korkunç bir şiddet ve bunu dile getirmek büyük bir cüret gerektiriyor.
Toplumun bireyden standart başarı beklentisi külliyen şiddet içeriyor.
Silahlandıkça silahlanan ve dünya savaşlarını numaralandıra numaralandıra tarihine kazımayı marifet sanan insanın kurduğu sistemler, insanlara güven ve huzur vaat ederken bunun bedeli birtakım yasaklar ve cezalarla tahsil ediliyor.
İnsan da bu bedeli gıkı çıkmadan son kuruşuna kadar ödüyor. Ve bunun nasıl bir şiddet olduğu da diğerleri gibi kayda bile geçmiyor.
Oysa güçlüyle güçsüzü, akıllıyla aptalı, yeterliyle yetersizi, başarılıyla başarısızı, bütünle eksiği birbirinden ayıran ve onlara farklı değerler yükleyerek sınıflandıran ahlakın ne tür bir şiddet olduğunu düşünmeye başlarsanız…
Son derece masum görülen yarışmaların, müsabakaların hatta çocuk oyunlarının bile insan elinde şiddeti içselleştirmek ve kanıksatmak için nasıl korkunç enstrümanlar olabileceğini görürsünüz.
Ama şiddet üzerine düşünmeye ve şiddetsiz bir dünya hayal etmeye başladığınızda, şiddeti beslememek için durmanız gereken yerin, şu an herkesle birlikte durduğunuz yerden çok uzakta ve farklı olması sizi hemen caydırır.
Çünkü şiddeti reddettiğinizde duracağınız o yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder.
Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız.
Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.
Çünkü bilirsiniz bunları yaptığınız anda eski yerinize, şiddeti kaçınılmaz bir savunma aracı olarak kabullenen sıradan kalabalığa geri dönersiniz. Sözlü şiddetinizle ayağa kaldırdığınız o fiziksel şiddet yandaşları kalabalığın içine kolayca ulaşır, size bir yumruk atar. Ve şiddet çift taraflı olarak bir kez daha şaha kalkar.
Kalabalıkların meşrulaştırırken sıradanlaştırdıkları şiddetin neyi çoğaltıp neyi azalttığını, neye yarayıp neye yaramadığını tartacak teraziyi kırıp atmanın bile bir şiddet eylemi olduğunu fark etmememenin bedeli çok ağırdır.
İyilik için yapılan kötülükler üzerine artık düşünmez olursunuz.
Daha da kötüsü, siz de iyilik için kötülük yapanlardan biri olursunuz.
Mine Söğüt kimdir?
Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.
Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.
Yayımlanmış yapıtları
- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000) - Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003) - Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003) - Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004) - Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006) - Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007) - Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009) - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010) - Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011) - Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011) - Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019) - Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020) - Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)
|