Askeri stratejideki en önemli kavramlardandır caydırıcılık. Küresel güvenlik ortamındaki hayati dengeleme mekanizmalarından olan caydırıcılığı hasma verilen ‘Eğer bana saldırırsan, ben de sana karşılık veririm ve günün sonunda sen daha çok bedel ödersin’ mesajı olarak tanımlamak mümkün. Her ülke caydırıcılık üretmek için asker besler, silah alır ve güvenliğe para harcar. 2014 yılında yaklaşık 1.5 trilyon $ olan küresel silah pazarında (dünya ekonomisinin yaklaşık 40’da biri) aslında harcanan her bir dolar tam da bu caydırıcılık dengesini kurabilmek içindir. ‘Bana bulaşırsan günün sonunda sen pişman olursun’ mesajı verebilmek için her bir devlet milyarlarca $’ı güvenliğe yatırır ve belki de hiç bir zaman kullanılmadan çöpe gidecek silah sistemlerini almaya, belki de ömründe bir defa bile savaşmadan emekli olacak askerleri beslemeye devam eder.
Devletler arasında caydırıcılık dengesinin oluşması için 3 önemli şarta ihtiyaç vardır:
Bunlardan ilki kapasite (askeri tabirle imkan ve kabiliyet)dir. Yani elinde sözünü ettiğin tehdidi yapabilecek kudret (güç) varsa sözünün kıymeti vardır. Örneğin Rusya’nın geçen ay Hazar denizinden fırlatarak Suriye’nin Rakka şehrindeki IŞID hedeflerini bombalayan Kalibre seyir füzeleri şayet İran ve Irak hava sahasından değil de Türkiye hava sahasından (örneğin yer+24 km irtifadan) geçseydi, bu füzeleri fark etsek bile müdahale edemeyecektik çünkü Türkiye’nin yer+24 kilometre irtifa ve üstüne müdahale edebilecek kapasitesi yok.
Diğer şart ise bu kapasitenizi gerektiğinde kullanabileceğinize dair iradenizin (niyetinizin) olması. Örneğin 24 Kasım’da Rus SU 24’nün düşürülmesi olayında Türk F-16’sı tarafından taşınan AIM 120 AMRAAM orta menzilli hava-hava füzenizi ateşlemeseydiniz Rus uçağını düşürme kapasiteniz var ama niyetiniz yok demekti. Ama Türkiye bu füzeyi ateşledi ve Rus uçağını düşürdü, yani bu olayda tüm dünyaya Rus uçağını düşürmek için hem kapasitesi hem de niyeti olduğunu gösterdi. Her ne kadar Türkiye başka alanlarda 24 Kasım’ın faturasını ödüyor olsa da 24 Kasımdan sonra bir Rus uçağı sınırımızı ihlal etmediğine göre demek ki bu olay en azından bu konuda Rusya’yı caydırmış da oldu.
Caydırıcılık dengesi oluşması için en son şart en önemlisi. Sizin çıkarınızı ilgilendiren bir konuda kapasite ve niyetiniz olduğunun hasım tarafından bilinmesi ve hasmın ona yönelttiğiniz tehdidin farkında olması gerekir. Yani hasımın cayması için sizden kaynaklanan tehdidin farkında olması gerekir. Aslında bu son şart sizle hasmınız arasındaki şiddetin düzeyi ve yönetimi konusunda ilginç bir iletişim dilinin kurulmasını, bir mesaj kanalının açılmasını zorunlu kılar. Yani aslında siz hasmınızı, hasmınız size çok iyi tanır ve bir sure sonar aranızda kapasite-niyet-farkındalık üçlemesi üzerinden bir caydırıcılık dengesi oluşur. Her devletin hasımları ile kurduğu caydırıcılık dengelerinin de bileşkesi üzerinden mevcut uluslararası sistemi yok edebilecek Hobbesian bir ‘kaostan’ uzak durulmuş olur. Aslında sistemdeki devletlerin hepsini tam anlamı ile memnun etmeyen bu caydırıcılık dengesi dünyayı istikrarlı, tahmin edilebilir, kestirilebilir, uzun soluklu bir güç statükosuna çevirir. Bu sayede biz ‘ezik siviller’ bu caydırıcılık dengesinin çok da farkında olmadan huzur içinde yaşayıp gideriz.
Acaba terör örgütleri caydırılabilir mi?
Acaba iki devlet arasında kolaylıkla kurulabilen caydırıcılık dengesi bir devletle bir devlet-dışı aktörle, örneğin bir terör örgütü ile kurulabilir mi? Bu soru özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Güvenlik Çalışmalarının en önemli sorularından biri haline geldi. İşte burada ulus-devletler ile devlet-dışı aktörlerin (özellikle terörü yöntem olarak kullanan örgütlerin) arasında geleneksel anlamda bir caydırıcılık ilişkisinin kurulamamasına neden olan paradoks ortaya çıkıyor. Bir görüşe göre bir devletle silahlı mücadele giren bir örgütü caydırmak mümkün değil. Onu toptan yok etmekten, yeryüzünden silmekten başka yol yok. Bir başka görüşe göre ise bir örgüt caydırılabilir, en azından güç kullanarak sivillere zarar veren şiddet eylemlerini terke zorlanabilir. Ama bu güç kaba güç (brute force) değil, amaca yönelik yani stratejik bir aklın kontrol ettiği güç (power) olmalı. Şimdi İngilizce force ile power kelimelerinin farklı anlamlar taşıdığını ancak kavram fakiri ülkemde bizim her iki kavramı da ‘güç’ olarak çevirdiğimizi üzülerek söylemeyelim. Kaba güçte (brute force) gücün kendisi amaç yani son nokta. Gücü daha çok güç kazanmak için kullanıyorsanız ve hasmı itaate zorlamak, itaat etmezse onu ‘yok etmek’ için gücü kullanıyorsanız o zaman ‘Force’ kavramının içindeyiz. Şayet kafanızda bir stratejik amaç ve otorite fikri varsa, gücü de bu amaç ve otorite fikri doğrultusunda kullanıyorsanız o zaman uyguladığınız gücün cinsi ‘power’. O yüzden örneğin İngilizce askeri güç derken ‘military power’ denir. Yani askerin gücü yani ‘power’ ‘seçilmiş sivilin siyasi iradesi elinde bir strateji aracıdır.’ ‘Force’ gücün amaçlaşmış, ‘power’ ise stratejik bir amaç için araçsallıştırılmış halidir. Tam da bu yüzden Yıldız Savaşları (Star Wars) filminin meşhur repliğinde ‘Güç seninle olsun (May the Force be with you!’ denir ve ‘The Force’ diyerek güce bir kutsiyet, bir son noktalık atfedilir.
Yukarıdaki kavramsal tartışmanın bazılarına sıkıcı geldiğinden eminim. Ama bu tartışma aslında tam da bu gün yaşadıklarımızın en varoluşsal paradoksu.
Kısaca bir devlet bir örgütle silahlı bir güç mücadelesine girdiyse:
- Şayet ona boyun eğdirmek, onu itaate zorlamak, bu olmuyorsa onu ‘yok etmek’ istiyorsa ‘Force’ a yani ‘kutsal güce’, (Burada o örgüte mücadele sonunda artık hayat hakkı yoktur)
-Şayet onu caydırmak, stratejik karar ve tercihlerinde değişiklik yaratmak istiyorsa ‘power’ a yani ‘araçsallaştırılmış güce’ (Burada prensipte mücadele sonunda o örgüte hayat hakkı vardır) ihtiyaç duyar.
Kısaca bir devlet bir örgütü ‘Force’ ile itaate zorlar, itaat etmezse yok etmeye çalışır, ama ‘power’ ile onu caydırmaya çalışır.
Şimdi bedelini giden canlarla ödediğimiz ve giderek bir şiddet kapanına dönüşen çatışmalarda acaba Türkiye’nin PKK’ya karşı uyguladığı güç ‘Force’ mu yoksa ‘power’ mı? Yani acaba Türkiye PKK’yı itaat etmeye, itaat etmezse yok etmeye mi çalışıyor, yoksa sadece caydırmaya mı çalışıyor? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Acaba Ankara PKK’yı tasfiye etmeye mi niyetli yoksa dönüştürmeye mi? Acaba Ankara’nın bu çatışmalardaki amacı ‘Force’ kullanarak PKK’yı itaat etmezse yok mu etmek, yoksa ‘power’ kullanarak çatışmaları dönüştürerek aşmak mı?
Türkiye’yi bekleyen soru: ‘Caydırma mı?'
‘Yok etme mi?' paradoksu
PKK ile çatışmada yakın dönemde iki farklı ihtimal öne çıkıyor:
1. ‘Force’ kullanarak Topyekün Mücadele ve en sonunda Çökertme-Tasfiye Etme (War of Attrition) stratejisi: Bu stratejide ‘göze göz ve dişe diş’ yaklaşımı ile terörü ve habitatını (sosyal, ekonomik, entellektüel, kültürel vb. tüm alanları kapsayacak şekilde) yani ‘fiziki varlığını ve fikriyatını’ komple tasfiye etme amacı var. Bu amaç için tereddütsüz ne pahasına olursa olsun son noktaya kadar gidilir.
2. Çatışmaları mevcut tempoda bir süre daha sürdürme (statükoyu koruma) ve ‘Power’ kullanarak PKK’nın en azından Türkiye içinde silahlı mücadeleye devam etme azim ve kararlılığını yıpratma ve onu caydırıp, güçsüzleştirmek, uygun görülen anda tekrar masaya dönmek.
Ne yazık ki şu an Ankara modernite içine sıkışmış bir bürokrasinin vereceği tepkiyi veriyor. Yani önüne çıkan ‘teröristleri’ birer birer ‘etkisiz hale getirerek’ yoluna devam ediyor. Ama yukarıdaki açıklamalarımdan yola çıkarsak kritik soru: Acaba Ankara ‘etkisiz hale getirerek’ PKK’yı caydırmaya mı yoksa yok etmeye mi çalışıyor?
Bir de PKK’nın sürekli üzerinde sörf yaptığını vurguladığım genç dinamiğini düşünün. Kafasında radikal bir fikir olan ve kolay ölebilen her bir genci teker teker ‘etkisiz hale getirerek’ o gençler arasında ‘otoriteye itaat’ fikri yaratabilir misiniz?
Acaba meşhur Fransız düşünür Oliver Roy’un IŞID’ı açıklamak için dillendirdiği ‘Küresel genç direnişinin İslamlaşması’ tezini biz bölgesele (en azından Suriye-İran-Türkiye-Irak dörtgenine) uyarlarsak bir ‘bölgesel genç direnişinin PKK’laşması’ olgusundan bahsedebilir miyiz? Veya bunun için henüz erken mi?
Acaba PKK için şu anda elinde silah tutan bu 30 yaş altı ‘genç teröristleri’ bazı şiddet türlerinde eylem yap(a)maz hale getirmek mümkün olabilir mi ve onları silahlı şiddetten uzak süreçlere nasıl entegre edebiliriz? Hem sert hem de yumuşak yaklaşımlarla bu gençler arasında giderek militerleşen (bu trendden çok kaygı duyuyorum) şiddeti nasıl ‘aktivist şiddet’ seviyesine düşürüp Türkiye’nin demokratik süreçlerine entegre edebiliriz? Veya acaba etmeli miyiz? Belki de en iyisi onları birer birer ‘etkisiz hale getirmeye’ devam etmek?
Acaba Ankara dikkatini PKK’yı yok etmeye mi yoksa örgütü belli şiddet formlarından caydırmaya mı vermeli?
Yazının başına dönersek bir de caydırıcılık üretmenin son şartını da hatırlamamız gerekecek. Yani sizin ‘yok etme’ kapasiteniz ve bu kapasiteyi kullanma konusunda da ‘niyet ve kararlılığınız’ tam olabilir ancak acaba hasmınız bu kapasiteyi ve niyeti nasıl algılıyor? Acaba PKK’ya nasıl bir bedel ödetip ona ‘itaati’ öğretebiliriz? Bedel ve kaybedecekleri konusunda PKK’nın kafası net mi?
PKK ile mücadelede başarıyı nasıl tanımlıyoruz ve ölçüyoruz? Genelkurmay Başkanlığının sitesinde her gün güncellenen ‘etkisiz hale getirilen terörist sayısı’ başarıyı ölçmek için uygun bir kriter mi, yoksa başka kriterlere de kafayı yormalı mıyız?
İşte ileride Ankara’nın bir gün masaya dönme niyeti varsa bu soruların cevapları ilk gündem maddesi olacak. Acaba hangi eylemler ‘terör eylemi’ kabul edilmeli, hangileri ‘aktivist şiddet’, kapsamında değerlendirilmeli? Hangi eylemlere askeri tedbir gerekir, hangileri kriminal boyuta girer, hangileri demokratik gösteri ve protesto hakkı kapsamında değerlendirilir ve suç sayılmaz? İşte masaya dönme niyeti varsa bu soruların cevaplarında Ankara’nın kafasının net olması gerekecek.
Peki sizce Ankara’nın PKK ile mücadelede uyguladığı güç acaba ‘Force’ mu yoksa ‘power’ mı olmalı? Ben bu soruya biraz kafa yorun derim. Son bir hatırlatma: Unutmayın ‘Force’ yok etmek, ‘power’ dönüştürmek içindir.
Birbirimize iyi geldiğimiz günlere bir an önce kavuşmak dileği ile. ‘Erdemli Güç’ sizinle olsun......