12 Şubat 2017
Bab’taki mevcut durum:
170’nci gününü dolduran ve 11 Şubat 2017 itibarı ile toplamda 65 mehmetçiğimizi şehit verdiğimiz Fırat Kalkanı Operasyonu şu anda belki de en kritik aşamasında.[1]
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Özel Kuvvetler, tankçılar ve komandolardan oluşan yaklaşık 1500 personeli ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin (yaklaşık 2 bin savaşçı) ortak olarak Bab’ın batısından 8 Şubat gecesi başlattığı taarruzda 11 Şubat’a kadar 13 askerimiz şehit oldu. Bab ilçe merkezinde yaklaşık 800 civarı IŞİD militanı ile hala 10 bine yakın sivil bulunduğu ifade ediliyor. IŞİD’in bu sivilleri ‘canlı kalkan’ olarak kullandığı da bilinen bir gerçek. Güvenlik kaynakları şimdiye kadar Bab ilçe merkezinin 25%’inde kontrol sağlandığını ifade ediyor. Ancak çatışmalar Bab’ın batı ve kuzey mahallelerinde olanca hızıyla devam ediyor. Şimdi Ordumuzu ve ÖSO’yu Bab’ın merkezine doğru çetin geçeceği kesin gözüken bir meskun mahal muharebeleri (şehir çatışmaları) süreci bekliyor.
Diğer yandan Suriye ordusu ve ona bağlı milisler de Bab’ın yaklaşık 3 km. güneyindeki Ebu Taltal bölgesini ele geçirmiş durumda ve kararlı bir şekilde güneyden Bab’a doğru ilerliyor. Bu ilerleme sürerse 1-2 güne Bab’ın Suriye ordusu ve bağlı milislerin Bab’ın içine girmeye başlayacağını söylemek mümkün ki bu Suriye ordusu ile önce ÖSO sonra da Türk ordusunu karşı karşıya getirebilecek bir çatışmaya neden olabilir. Çünkü artık sahada Suriye ordusu ve ona bağlı milislerle TSK ve onunla hareket eden ÖSO arasında askerde ‘Temas ve Koordinasyon Hattı’ dediğimiz bir hat kalmadı. Her ne kadar Bab güneyindeki Tadef yolunun sınır hattı olduğu yorumları geçse de bu bilgi henüz teyitli değil. Aradaki bu emniyet mesafesinin ortadan kalkması ve sahada TSK unsurlarının, ÖSO’nun, IŞİD’in, YPG’nin, Suriye ordusunun, Suriye ordusuna bağlı milislerin birbirlerine giderek YAPIŞMASI çok riskli bir çatışma ortamına işaret ediyor. Zaten Bab’ın güneybatısında ÖSO ile Suriye ordusuna bağlı milislerle arasında yer yer karşılıklı roket atışları ve çatışmalar yaşandığı söyleniyor. Kısaca Bab’ta saha çok sıcak ve önümüzdeki 7-10 gün Türkiye’nin 24 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Operasyonunun kaderini belirleyecek kadar kritik önemde.
Fırat Kalkanı’nın ilk aşaması olan Cerablus’un ele geçirilmesi ve 2. aşaması olan Cerablus-Çobanbey arasındaki sınır hattının temizlenmesi aşamalarında icra edilen harekât doğası gereği bir Özel Kuvvet harekatı idi. Çünkü biz sahada çok da direnmeyen IŞİD’a karşı asıl kara gücü olan ÖSO’ya Özel Kuvvet İrtibat timleri ile ateş desteği, yaralı tahliyesi ve lojistik destek gibi koordine hizmetleri sunuyorduk. Ama artık Bab’taki harekât çoğumuzun sandığının aksine bir Özel Kuvvet Harekâtı boyutunu çoktan aştı ve ciddi zırhlı birlik (tank ve mekanize) ve ciddi görmeyerek atış desteği (top ve roket) ve de Yakın Hava Desteği gerektiren konvansiyonel bir harekata evrildi.
Burada bir noktaya da dikkat çekmem lazım çünkü özellikle 15 Temmuz sonrasında gerek şehidimiz Ömer Halisdemir gerekse Öz. Kuv. K. Korg. Zekai Aksakallı paşamızın gerçekten sonuna kadar hak ettiği kahramanlığı nedeniyle kamuoyunda büyük bir Özel Kuvvetler ‘Balonu’ yükseldi. Bazı ‘popüler güvenlik uzmanlarımızın’ belki iyi niyetli ama maksadını aşan yorumları bu balonun daha da şişmesine neden oldu. Özellikle geçtiğimiz haftalarda üst düzey sivil bürokratlarla bir araya geldiğim ortamlarda onların Özel Kuvvetler ve Fırat Kalkanı konusundaki ‘ABARTILI’ görüşleri bana karar alıcılar düzeyinde de Özel Kuvvetler’in imkân kabiliyetleri, yapabilecekleri ve yapamayacakları konusunda bir kafa karışıklığı olduğunu gösterdi. Direkt Görev (bir kritik tesisin, yerin imhası, kaçırma vb.), d+üşman hatları derin gerisinde Uzak Mesafeli Keşif, Kontr-terör operasyonları, Dost Ülke İç Savunması (Dost ülke ve müzahir unsurlara askeri eğitim) ve Gerilla Harbi gibi görevleri olan Özel Kuvvetlerin gerçekleştirdiği harekât doğası gereği asıl harekâtı destekleyen, kolaylaştıran tali, yani yardımcı roldedir.
Eğer ortada Bab gibi ciddi zırhlı birlik ve görmeyerek ateş desteği gerektiren ‘konvansiyonel’ bir cephede Özel Kuvvet Harekatı ancak ÖSO ile koordineyi sağlar, ancak harekatın kendisi nizami harp gibi yürütülür. Ama belki de ileride yazmam gereken bir yanılgı nedeniyle biz Özel Kuvvetlere ‘KALİTELİ KOMANDO’ muamelesi yaptıkça Bab’ta işler zorlaştı.
Sözün özü: Bab’ta sahada Özel Kuvvetler gereklidir ve mutlaka olmalıdır ama artık Bab’ta yapılacaklar çoktan Özel Kuvvet Harekat Planlamasının ötesine geçmiş, Özel Kuvvet Komutanı ve karargahıyla çözülebilecek durumun ötesindedir. Zekai Paşa’mın harekatı yönetmesi doğru olabilir ama Bab’taki operasyonu yürüten karargahtaki Özel Kuvvetçi, tankçı, mekanize piyade ve Komando oranı ile bu personel arasında kimlerin görüşlerinin dikkate alındığı önem kazanıyor.
Bu sorunun cevabı basit. Çünkü Cerablus’u IŞİD zaten boşaltmıştı ama Bab’ta çok sıkı direneceği daha Kasım 2016’da açık kaynaklara düşen uydu görüntülerinden belliydi. Bab civarında IŞİD’ın kazdığı hendekler, tüneller, evlerde yaptığı tahkimat ve lojistik akışlar bunu gösteriyordu. Yani askeri planlayıcılarımız aslında daha Kasım 2016 sonundan itibaren IŞİD’ın Bab’ta sıkı direneceğini ve Bab’ta Fırat Kalkanı’nın bir özel kuvvet harekatından bir ‘konvansiyonel zırhlı birlik’ harekatına EVRİLECEĞİNİ hesaplaması gerekiyordu. Peki Bab’ta IŞİD nasıl bir savunma sistemi kurdu. Bu sistemin 5 boyutu var:
1. Araçlı intihar saldırıları: IŞİD bu intihar saldırıları ile şehrin etrafında her zırhlı birlik harekatında bakım, akaryakıt/mühimmat ikmali vb. sebeplerle kurmanız gereken geçici ve sabit toparlanma alanlarınızı, üs bölgelerinizi vuruyor, birliklerin kuşatma düzeninizi bozuyor ve psikolojik korku etkisi yaratıyor. Bu çok önemli bir şey. Zırhlı birlik harekatı yeniden toparlanmaya ihtiyaç duyar. Sürekli lojistik destek (ikmal, bakım vb.) çekmesi lazım. İşte IŞİD intihar saldırılarıyla bunu bozuyor.
2. IŞID’ın anti-tank füzeleri: IŞİD aynen Musul’da yaptığı gibi (ki ben Ankara’nın IŞID’ın savunmadaki yetenekleri konusunda Musul’u çok da analiz etmediği kanaatindeyim) başta Kornet, Fagot ve TOW gibi tel güdümlü anti tank füzeleri ile Bab ilçe merkezine tankların geçebileceği kritik yaklaşma güzergâhlarında ‘tank ölüm bölgeleri’ oluşturabildiğini gösteriyor. Bu nedenle Bab içinde yaya unsurların ihtiyacı olan zırh koruması ve ateş gücünü oluşturamıyorsunuz.
3. Tünel savaşları: IŞİD Bab'ın altını gergef gibi işlemiş. Siz havadan hedef tespiti yapmaya çalışıyorsunuz. Ama IŞID tüneller sayesinde görünmeden yer altından çok ciddi kuvvet kaydırabiliyor, mobiliteyi sağlıyor. Bir sokağın başından anti-tank füzesini ateşliyor. Adama yoğunlaşıyorsunuz ama o size farklı bir yerden ateş açıyor. Tünelleri kullanarak IŞİD aktif ‘vur-kaç’ saldırıları yapabiliyor.
4. İnsansız Hava Araçları (Drone’lar): Bab’ta IŞİD 400 dolarlık insansız hava araçlarıyla sağlam keşif ve gözetleme yapıyor. Sizin toparlanma faaliyetlerinizi takip ediyor. Bir sonraki hamlenizi kestiriyor, nereden saldıracağınızı hesaplıyor ve savunmasını değiştiriyor. Hatta silahlandırdığı bazı basit İHA’lar ile savunma hatlarının gerisinde toplu hedeflere korkutma/yıldırma amaçlı saldırılar dahi düzenliyor.
5. El Yapımı Patlayıcılar (EYP): Musul operasyonun bu kadar uzamasına neden olan EYP’ler Bab’ta da birliklerimizin en büyük belası. 65 şehidimizin büyük çoğunluğunun araçlı intihar saldırıları ile, daha sonra da EYP’lerle verdiğimizi hatırlatayım. Yani IŞİD savunmada iken doğrudan çatışmadan kaçınıyor. Bu nedenle IŞİD’la çatışarak şehit olan personelimizin sayısı çok az.
Aslında sahaya ve hızlı diplomatik gelişmelere bakarsak 3 temel senaryo karşımıza çıkıyor.
1. Fırat Kalkanı’nın daha da gelişerek Rakka’ya doğru büyümesi ve TSK’nın Rakka’ya ilerlemesi (veya bana göre ittirilmesi),
2. Bab ele geçirildikten sonra TSK’nın Bab’ta uzun süreli (belki 2-3 yıl) bir ‘kalış için tutunmaya çalışması,
3. Bab ele geçirildikten ve bir süre elde tutulduktan sonra ya diplomasi ile masada ya da Suriye ordusunun çatışmaya başlaması ile Bab’ı Suriye ordusuna teslim edip Türkiye’ye geri çekilme.
İşte bu noktada beni korkutan olasılığı 1 Şubattaki ‘Ve Trump Fırtınası başladı...’ başlıklı yazımda[2] vurgulamıştım. 2017 yılı belki de Türkiye’nin Suriye’den çıkmak isteyip de çıkamadığı bir yıl olabilir. Çünkü yaklaşan Rakka’ya yönelik operasyonda ciddi zırhlı birlik (tank ve mekanize birlik) ile görmeyerek atış desteği (top ve roket) ihtiyacı var. Şimdi soru şu: Acaba maliyeti ve faturası büyük olasılıkla yüksek olacak bu ihtiyacı kim karşılayabilir?
Ben Ankara’nın Rakka konusundaki çelişkili açıklamalarından ABD ile sıkı pazarlıklar yürütüldüğünü anlıyorum. Ama bakın ABD bizim Rakka’ya bulaşmamamızı değil, tam tersine kulağımızdan tutup bizi Rakka’ya doğru götürmek istiyor.
Şimdi ilk kritik soru acaba CIA direktörü Pompeo’nun Ankara ziyaretine denk gelen bu ‘dost ateşi’ saldırı gerçekten de Rusya’nın dediği gibi kendisinin çok da suçlu olmadığı (Burada Rusya sahadan kendisine Suriye ordusu tarafından iletilen istihbaratla hedef listelerini oluşturduğunu bu istihbaratın da Türkiye ile koordine edildiğini bu nedenle bu dost ateşinde çok da hatası olmadığını vurguluyor) bir tesadüf mü yoksa Rusya bunu yüzünü ABD’ye dönmeye başladığını düşündüğü Türkiye’ye bir ders mi vermek istemişti?
İlginç şekilde saldırıyı yapan Rusya değil ama saldırıya uğrayan Türkiye olayın bir ‘kaza’ olduğunu ispatlama derdinde. Türkiye’de güç kazanan bir yoruma göre, Rusya’nın bu saldırısına neden olan şey Suriye ordusunun sahadaki istihbaratı manüple ederek Rus Hava Kuvvetlerine kasten yanlış hedef vermiş olabileceği.
Yani ‘Rusya’yı Esad kandırdı’ tezi Ankara’daki en popüler olan tez gibi.
Ama ben Rusya’nın şimdilerde Türkiye’yi cezalandırma gitme bir amaç güttüğü fikrinde olmadığını düşünüyorum. Çünkü Zaten halihazırda Türkiye, Suriye kuzeyindeki operasyonlarını zaten büyük ölçüde Rusya’nın çizdiği sınırlar dahilinde yürütüyor. Öte yandan, siyasi ve diplomatik planda “yeni Suriye” konusunda da Moskova, Ankara’yı kendi pozisyonuna önemli oranda yaklaştırmış durumda. Buna en güzel 2 örnek: Rusya’nın Astana zirvesinde sunduğu Suriye’nin yeni anayasası taslağındaki Kürtlere -kültürel de olsa- özerklik önerisinin Ankara’da tepkiyle karşılanmaması ve Türkiye’nin Esad’ın görevi bırakmaması konusundaki ısrarından vazgeçmiş görünmesi.
Ayrıca Türk askerlerine yönelik saldırısı Bab bölgesinde NATO üyesi Türkiye ile Rusya ve Suriye ordusunun gerçekleştirdiği askeri operasyonlardaki “istihbarat işbirliğinde” büyük sıkıntılar olduğunu gösteriyor. Has sözlerine şöyle devam ediyor: ‘Rusya bu hadisenin Türkiye açısından “acı sonuçlarını” Suriye’deki çıkarlarını maksimize etme amaçlı kullanarak Ankara’yla askeri ve özellikle istihbarat alanındaki işbirliğini derinleştirme yönünde değerlendirmek isteyecektir. Dolayısıyla bundan sonrası için Türkiye ile Rusya arasında Suriye’de sahadaki ilerleyişte askeri planlama noktasında daha yoğunluklu bir eşgüdümün ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacak.’ Rusya ile daha sıkı askeri-istihbarat ilişkilerinin de ABD’yi pek de memnun etmeyeceği ortada.
Yine Rusya Türkiye’nin Suriye kuzeyindeki nüfuz alanının el-Bab’ın kontrolünü tamamen eline alabilecek ölçüde genişlemesine Rusya’nın razı olacağı kanaatinde değilim. Ayrıca Rusya’nın el-Bab sonrası Türk ordusunun Rakka’daki operasyona da katılmasına çok sıcak bakmayacağını düşünüyorum.
Türkiye kamuoyunda Bab’a stratejik önem atfediliyor ve Bab’ın TSK tarafından ele geçirilip geçirilemeyeceği yaklaşan referandum sürecinde iç siyasi tüketim için açısından önemli. AKP hükümeti için Bab’ın 16 Nisan 2017’deki başkanlık düzenlemesine ilişkin anayasa referandumunda önce IŞİD’den kurtarılması bir ‘askeri zafer’ ve bir ‘başarı hikayesi’ olabilir. Ama Bab aslında Suriye’deki IŞİD ile mücadele açısından giderek stratejik önemini yitiriyor. Gözler giderek Rakka’ya doğru kayıyor.
Acaba IŞİD içinde 220 bine yakın sivilin yaşadığı ve 10 bine yakın militanının olduğu söylenen Rakka’yı aynen Musul ve Bab gibi sonuna kadar savunacak mı? IŞİD’in Rakka içinde ve civarında yaptığı tahkimattan böyle olduğu anlaşılıyor ve Rakka’daki çatışmaların da bir özel kuvvet harekatından ziyade aynen Bab’ta ve Musul’da olduğu gibi ağır zırhlı araçlarla tankların ön planda olduğu, top ve roketlerle görmeyerek atış ihtiyacı olan bir konvansiyonel şehir muharebesi gibi yaşanacağa benziyor. Yani IŞID yukarıda sıraladığım ve Bab’ta başarı ile uyguladığı 5’li savunma sisteminin belki de çok daha güçlü olanını Rakka’da uygulayacak.
Şimdi askeri açıdan Rakka’ya yönelen piyade gücünün çoğunluğunu PKK bağlantılı YPG güçlerinin oluşturduğu Suriye’nin Demokratik Güçleri (SDG)’nin olacağı görülüyor ki zaten bu güçlerin ‘Fırat Gazabı operasyonu kapsamındaki ilerlemesi Rakka’nın yaklaşık 10 km. kuzey ve kuzey batısına ulaşmış durumda.
Şimdi kritik soru şu: Rakka Operasyonu’nda şiddetle ihtiyaç duyulacak ağır zırhlı birlik (tank ve zırhlı araç) ile görmeyerek ateş desteği ihtiyacını kim karşılayacak? Gerçekten de SDG’nin şu anki askeri gücü ile ABD havadan destek verse bile yeterli zırhlı ve görmeyerek ateş desteği olmadan Rakka'yı temizleyemeyeceği ortada. Tam da bu yüzden ABD’nin Ankara eski büyükelçisi James F. Jeffrey’e göre Rakka konusunda ABD himayesinde bir Türk Ordusu-SDG kombinasyonu, yani aslında Türkiye ve PYD işbirliği olmazsa olmaz bir şart. [3]
Şimdi size Rakka operasyonu için olası kombinasyonları sıralayayım:
1. ABD himayesi/desteğinde bir Türkiye-ÖSO operasyonu: (Türkiye’nin en çok istediği ama ABD’yi ikna edemediği seçenek) Bu seçenek Türkiye’ye PYD’yi aradan çıkarmak ve bu sayede Fırat doğusunda bulunan ve Rakka’nın kuzeyindeki Kobane kantonunu da kontrol altına alması için büyük fırsat sunuyor. Ama SDG’nin dışlandığı bu teze ABD’nin sıcak bakmadığı biliniyor.
2. ABD himayesi/desteğinde Türkiye ve SDG operasyonu: (ABD’nin en çok istediği ancak Türkiye’nin PYD rezervi nedeniyle ayak dirediği seçenek) Bu seçenek için Washington’un ne yapıp edip Ankara’yı ikna etmesi gerekiyor. Tam da bu nedenle bizi ‘kulağımızdan tutup’ Rakka’ya doğru sürüklemesi gerekiyor. Bir de tabi en azından Suriye içinde bir Türkiye-PYD normalleşmesi. Bence Pompeo’nun Ankara ziyareti bu seçenekle çok ilgili idi. Bakalım görelim.
3. ABD ve Rusya himayesi/desteğinde Türkiye-FSA ve Suriye Ordusu operasyonu: Hem ABD ve Rusya arasındaki güç mücadelesi hem de Ankara ile Şam arasındaki ‘kan davası’ nedeniyle bu seçeneğin gerçekleşme ihtimali çok düşük.
4. ABD ve Rusya himayesi/desteğinde SDG ve Suriye Ordusu operasyonu: Bana göre ABD şayet 2 No’lu Kombinasyondan ümidini keserse Türkiye’yi dışlayarak kesinlikle bu kombinasyona yönelecek. Bu seçenek gerçekleşirse bir yandan Rakka’ya sürüklenmiyoruz diye rahatlarız ancak bu seçenek bizi aynen 24 Kasım 2015 Rus uçağının düşürülmesi gibi Suriye kuzeyinde oyun dışı bırakır.
5. Rusya himayesinde PYD ve Suriye ordusu operasyonu: ABD’nin kendisinin dışlanacağı bu teze ne kadar sıcak bakacağı belirsiz. Ama ben Rusya ile PYD arasında sıkı fıkı ilişki ve paralel süreçler nedeniyle olasılık dışı görmüyorum. Sahi Sn. Cumhurbaşkanın Rusya ziyareti esnasında Putin’i bilgilendirdiği ve Putin’in açık olduğundan haberi olmadığını kendisine ifade ettiği, sonra da Putin’in ‘bizzat ilgileneceğini’[4] söylediği Moskova’daki PYD ofisi hala açık mı acaba?
Tüm bu kombinasyonlar aslında esasta bir soruna işaret ediyor: Suriye kuzeyinin ABD ile Rusya arasında kimin ‘nüfuz bölgesi’ olacağı konusunda ABD ve Rusya arasındaki kafa karışıklığı. Zannımca Rusya Suriye kuzeyinin tamamını kendi nüfuz bölgesi olarak düşlerken ABD’nin kafasında Fırat doğusunun ABD’nin batısının ise Rusya’nın nüfuz bölgesi olması gerektiği tezi var. İşte ABD ve Rusya arasında Suriye kuzeyine ilişkin bu kafa karışıklığı da sahaya daha çok kan ve gözyaşı olarak yansıyor. Sanırım artık Washington ve Moskova’dakilerin artık karar verme ve kartlarını en azından şimdi dürüstçe ve açık oynama zamanı. Ama bunu beklemek büyük güç ilişkilerinde biraz naiflik. Ankara’ya düşen mi? İki şey:
1. Suriye’de sıkışıp kalmamak için Rusya ile ABD arasındaki ilişkinin yeni doğası, karakteristikleri ve evrimini iyi analiz etmek.
2. Başta Kürt meselesi olmak üzere kendi sorunlarını çok da bölgesele ve küresele taşırmadan kendi içinde çözebilmek becerisini güçlendirmek. Çünkü ‘2017’ye Girerken Riskler ve Fırsatlar’ başlıklı yazımda da[5] dediğim gibi bu ‘kaotik fırtınada’ kendi sorunlarını kendi içinde çözebilecek bir kapasite geliştiremeyen, bu sorunları Trump’ın ve Putin’in insafına bırakmış bir Türkiye’nin ödeyeceği bedel ağır olabilir.
[1] Bu yazıda yazarın Al Monitor sitesinde yazdığı bir kaç yazıdan alıntılar mevcuttur.
[2] Lütfen bakınız: http://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan/ve-trump-firtinasi-basladi,16481 (erişim Şubat 11, 2017)
[3] Bakınız: http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-plan-to-defeat-isis-key-decisions-and-considerations (erişim Şubat 11, 2017)
[4] Lütfen bakınız: http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/393792.aspx (erişim Şubat 11, 2017)
[5] Lütfen bakınız: http://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan/2017ye-girerken-riskler-ve-firsatlar,16186 (erişim Şubat 11, 2017)
Peki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mevcut askeri yığınaklanması ve operasyonel gücü sayesinde Rusya hava sahasını da açarsa Tel Rıfat’ı almasına alır da bu bölgenin alınması Türkiye’nin Suriye politikasının siyasi hedefine hizmet eder mi?
Soçi’deki zirvede ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var; muhatabımız Moskova
İki jeopolitik gerçeklik ve iki operasyonel gerçeklik ışığında İdlib’de sahadaki durum değişti. Peki ne yapmalı?
© Tüm hakları saklıdır.