19 Şubat 2016

Acilen kuşatıcı duygusal ve zihinsel tahkimat zamanı

Amaç saldırılarda ölenler değil, seyreden milyonlar ve o milyonların verdiği tepkidir

2010-2015 yılları arasında 5 yıl süreyle kullandığım servislere yapılan araçlı intihar saldırısında çoğunu tanıdığım 28 kişi hayatını kaybetti.

Saldırıdan sonra gene ‘güvenlik’ odaklı tartışmalara başladık. Böyle saldırılar olmaması için çözüm mü? Çoğuna göre daha fazla güvenlik. Daha fazla güvenlik olursa bu saldırıları önleriz. Ama ben iddia ediyorum önümüzdeki yeni nesil terör dalgasında ne kadar güvenlik cıvatalarını sıkarsanız sıkın artık kolay ölebilen gençler deposu ve fabrikasyon bombalı düzenekler çöplüğü haline gelen bu coğrafyada toplumsal olarak yüzde 100 güvende değiliz.

Tam da bu nedenle bence asıl soruyu ıskalıyoruz. Asıl soru bu tür eylemleri nasıl daha çok  güvenlikle önleriz yerine ‘Türkiye niçin terör saldırılarının amacına kolaylıkla ulaştığı bir ülke oldu?’ olmalı. Unutmayın bir ülkede rahatlıkla amacına ulaşan bir terörü yok edemezsiniz...

Terörle mücadelede acilen gücü esas alan 'güvenlikçi' yaklaşımlardan empatiyi esas alan duygusal ve zihinsel tahkimata yönelmemiz gerekiyor. Acilen 78 milyonun tamamını kuşatan bir duygusal ve zihinsel tahkimata yönelmezsek içinden geçmekte olduğumuz bu ‘alaca karanlık kuşağı’nda dağılırız. Bu kadar net....

Türkiye niçin terörün amacına rahatlıkla ulaştığı bir ülke haline geldi? Ben Türkiye'nin asıl sorununun terör değil toplumun terörle olan ‘ben-öteki’ ilişkisi olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle giderek terörün kolay amacına ulaştığı bir ülke haline geliyoruz. Unutmayın terör eylemleri kişisel intikam hissi ile yapılmaz. Stratejik amacı vardır. O amaç da saldırılarda ölenler değil, seyreden milyonlar ve o milyonların verdiği tepkidir. Türkiye ne yazık ki önümüzdeki günlerde yeni nesil bir terör dalgası ile tokuşacak gibi. Ve Türkiye bu tokuşmaya sınır tahkimatı yanında 78 milyonun tamamını kuşatacak duygusal ve zihinsel tahkimat yapmadan girerse ne yazık ki Türkiye denizaltısının içindeki hepimiz için sonuç pek hayırlı olmayacak.

Eski bir asker olarak Güneydoğu’dan bilirim. Şehit veren her birliğin üstüne bir süre ‘ölüm kokusu’ siner. Bu koku ile hayat durur, zaman akmaz, her şey anlamsızlaşır, dişler ve yumruklar sıkılır, her yer buram buram öfke kokar. Şimdi görüyorumki yavaş yavaş Türkiye’nin üzerine ve geleceğine bir ölüm kokusu siniyor. Ülkemde hayat duruyor, zaman akmıyor, her şey anlamsızlaşıyor. Ancak daha da önemlisi dişler ve yumruklar sıkılıyor, her yeri buram buram öfke kaplıyor.

İşte anlatacaklarım tam da bu ‘öfke’ ile ilgili. Türkiye’nin son 8 aydır yaşadığı karamsar bilanço ortada. Peki bu bilançodan kim sorumlu, kime öfke duymalıyız? Yazımın amacı bu soruya cevap aramak.

Öncelikle terörle aramızdaki ‘ben-öteki’ ilişkisini düzeltmek için öncelikle terör konusunda 'gücü' esas alan geleneksel paradigmadan 'empatiyi' esas alan terör eko-sistemi paradigmasına geçmemiz gerekiyor. Yoksa Türkiye'nin üzerine yavaş yavaş sinen ölüm kokusu hepimizi zehirleyecek. Ama nedir terör eko-sistemi paradigması ve 'biz' niçin terörün bir parçası olmak zorundayız?

İçine ölüm sinen her öfkede biraz da yansıtma isteği vardır. Kendini o ölümün soğuk sorumluluğundan kurtarma, sorumluluğu üzerinden atma çabası. Gene Güneydoğu’dan bilirim. Tim komutanı tercihini yapar ve emrini verir: “Bu güzergahtan gidilecek.” Kendisine “Komutanım o güzergah mayınla tuzaklanmış olabilir. Diğer güzergahtan gidelim uygun görürseniz” diyen tim komutan yardımcısına kızar. Çünkü askerlikte ‘emir mütalaa edilmez’ her şart ve koşulda ‘mutlak itaat’ istenir. Operasyon başlar. Komutanın istediği güzergahtan gidilir ve tam da ‘o güzergahtan gitmeyelim’ diyen tim komutan yardımcısı mayına basar ve şehit olur. Şimdi düşünün tim komutanının belki de mezara kadar gidecek o yansıtma, sorumluluğu üzerinden atma çabasını. Sonuç ne ölüm? Suç kimde? Mayına basan tim komutan yardımcısında mı? Çünkü o bastı. Onun attığı adım mekanizmayı tetikledi. Emri veren kendisinde mi? “Suç acaba ben de mi onda mı?” İşte o lanetli soru ve sorumluluğu ölen yardımcısına atarak aşma çabası tim komutanının beynini kemiren bir kurt olarak mezara kadar ona yoldaş olur.

İşte aslında içine ölüm kokusu sinen ‘terör’ de soğuk bir kavramdır. Terör kelimesini duyunca önce bir irkiliriz, sonra ondan uzaklaşmaya, ucu bize dokunmadıkça yokmuş gibi davranmaya ve ondan kaynaklanan sorumlulukları üzerimizden atmaya çalışırız. Bunların hepsi normal insani refleksler. Ama ya toplumsal düzeyde ve aklın, rasyonalitenin önde olması gereken siyasi boyutta bu refleksler insani olsa da ne kadar sağlıklı?

Her yönüyle siyasi kutuplaşmanın bir aynası haline gelen medyamızdaki haber ve yorumlar analiz edildiğinde “Yukarıdaki bilançonun sorumlusu kim?” sorusuna yanıt olarak;

- PKK,

- PKK ve HDP,

- PKK, HDP ve yerli müttefikleri,

- PKK,HDP, yerli müttefikleri ve dış güçler,

- Cumhurbaşkanı Erdoğan,

- Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP

- İktidarı ve muhalefeti ile siyaset

Veya yukarıdaki seçeneklerin çeşitli kombinasyonlarının öne sürüldüğü görülüyor. “Bu bilançonun sorumlusu kim?” sorusuna benim cevabım mı? Çok basit: Biz, hepimiz! Çünkü bana göre terör bir eko-sistem ve hepimiz onun bir parçasıyız. Aldığımız kararlar ve yaptıklarımızla veya almadığımız kararlar ve yapmadıklarımızla aslında bu bilançoyu biz, hep birlikte ürettik. Ölen her şehidimizin kanında hepimizin sorumluluğu var.
 

Terör konusunda geleneksel paradigma
 

Hani dedim ya ölüm kokan ‘terör’ kavramından uzak durma, sorumluluğu üzerine almama ve yansıtma insani bir reflekstir. İşte bu zihinsel refleksin bir sonucudur  terörü ve terörle ilişkili olan her şeyi önce ötekileştirme sonra şeytanlaştırma çabası. Bu çaba bizi bizi dikotomik (ikili) bir bakış açısına götürür. Bu paradigmada her kavram ve olgu bir huninin içinden akan su misali daralır, daralır ve günün sonunda ‘ben’ ve ‘öteki’ ilişkisine dönüşür. İşte bu yüzdendir mevcut paradigmada terör ve terörle mücadele günün sonunda gayri-milli ile millinin, hainle vatanseverin, batıl ile hakkın, ‘gavurla’ ‘İslam’ın’, Kabil’le Habil’in mücadelesine dönüşür. Ötekileştirme terörden uzaklaşmayı, şeytanlaştırma da sorumluluğu üzerinden atmayı sağlar. Bu sayede terör ve teröre ait olan her şeyle her türlü mücadele meşruiyet zeminine çekilir ve her şey ‘yasal, helal, görev, vacip ve hatta farz-ı ayn’ olur.

Terörden kendimizi ne kadar uzaklaştırırsak onunla ‘ben-öteki’ ilişkisi o kadar güçlü kurarız.  Güçlü bir ‘ben-öteki ilişkisi de günün sonunda karşısındakinin bileğini önce bükmeye sonra kırmaya, sonra karşısındakinin tüm varlığını yok etmeye en sonunda da ötekinin tüm izlerini dünyadan tamamen silmeye dönük bir mücadeleye kapı aralar. Artık bu ‘biz ve bizden olanla’ ‘terör ve terörden olanın’ karşısındakine yaşam hakkı tanımadığı bir şiddet spiralidir. Empatiye ve karşısındakini  anlama çabasına yer tanımayan bu paradigmada zaman geçtikçe şiddet spirali tarafları öylesine içine çeker ki karşısındakinin aman dilemesine bile imkan tanımayan şiddetin araçtan amaca dönüştüğü dramatik bir tablo da ortaya çıkabilir.

 

Terör konusunda önerdiğim eko-sistem paradigması

 

Terör konusundaki Eko-sistem paradigmasında da bir ‘ben ve öteki’ ilişkisi vardır ama bu ilişki empati yapma ve karşısındakini anlamaya çalışmayı engellemez. Çünkü bu paradigmanın temel varsayımı şudur: ‘Hem karşı tarafın hem de bizim yaptıklarımız terör eko-sisteminin bir parçasıdır. Bu nedenle sonuçtan (bilançodan) her zaman yüzde 50 karşı taraf, yüzde 50 biz sorumluyuz.’

Bazı okuyucularımızı rahatsız edebilir ama bu paradigmada ‘biz’ de ‘terör’ kümesinin içindeyiz. Yani bu paradigmada yukarıdaki ‘ben-terör’ ilişkisinin aksine her iki taraf da terör kümesinin içinde olunca bir ‘ben ve öteki’ ilişkisi var. Yani aslında bizim tercihlerimiz, yaptıklarımız/yapmadıklarımız da ‘terörün’ bir parçası. Kısaca ‘biz’ yüzde 50 teröristiz, yüzde 50 ‘biziz.’ Ama unutmayın ‘öteki’nin de yarısı terörist, yarısı değil. Daha da önemlisi her iki taraf da sonucun veya çözüm, ancak yüzde 50’sini etkileyebildiğinin farkında.

Empati ve karşıdakini anlama bu paradigmanın olmazsa olmazı. Çünkü taraflar hem sorunun yüzde 50’sinin kendisinden kaynaklandığını hem de çözümün yüzde 50’sini etkileyebileceklerinin farkındalar. Müzakereye açıklık ve karşısındaki ile asgari de olsa bir güven ilişkisi kurma ihtiyacı bu paradigmanın bir başka olmazsa olmazı. Belki de en önemlisi bu paradigmada her iki tarafın da hem tarih hem de gelecek nesiller önünde sorumluluğu üzerine alma, ‘biz beraber başardık’ veya ‘biz beraber kaybettik’ deme dürüstlüğünü gösterme zorunluluğu.

Bu paradigmada başta Ankara’daki siyasi ve askeri karar alıcıların kararları, sahadaki güvenlik güçlerinin mücadele stratejileri, sivil toplumdaki tartışmalar, bölünmeler ve karşılıklı suçlamalar, yani anlayacağınız her şey terör eko-sisteminin bir parçası. Kısaca söylediğiniz bir söz, attığınız bir tweet, yaptığınız bir yorum, yazdığınız bir yazı, aldığınız bir karar terörle ilgili ise onlar ve dolayısı ile siz de terör eko-sisteminin bir parçası haline geliveriyorsunuz. Bu kısaca şu demek: Eğer terör eko-sisteminde bir etkileşim yaratıyorsanız o zaman siz aynı zamanda terörün de bir parçasısınız.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye politikasızlığımızın artan maliyeti: Peki çözüm ne?

Peki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mevcut askeri yığınaklanması ve operasyonel gücü sayesinde Rusya hava sahasını da açarsa Tel Rıfat’ı almasına alır da bu bölgenin alınması Türkiye’nin Suriye politikasının siyasi hedefine hizmet eder mi?

Fırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var?

Soçi’deki zirvede ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var; muhatabımız Moskova

Suriye, İdlib, TSK'dan istifalar ve tarihe bir not

İki jeopolitik gerçeklik ve iki operasyonel gerçeklik ışığında İdlib’de sahadaki durum değişti. Peki ne yapmalı?

"
"