09 Şubat 2017
Bu yazımda, ABD’nin Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan ve Ocak ayında yayımlanan Küresel Trendler 2030: Alternatif Dünyalar (Global Trends 2030:Alternative Worlds) [1] başlıklı raporun bir özetini kendi yorumlarımı da katarak sunmak isterim. Gelecek hakkında düşünmek için iyi bir çerçeve sunan bu rapora göre dünya 2030 yılına doğru belirsizlik ve kestirilemezlikle dolu bir dönüşüm süreci içinde. Öncelikle bu dönüşümün nasıl gerçekleşeceğini anlamak için her biri “tektonik kayma” yaratma potansiyeline sahip “Megatrendler’i” konuşmak gerekiyor. Mega trendleri, “tarihin akışı içindeki sebepleri hemen görünür olmayan ve zamana yayılan, uzun vadede kalıcı sonuçlara yol açan önemli küresel eğilimler” olarak tanımlamak mümkün. Bahsedeceğim trendler aslında bugün var olmayan eğilimler değil fakat önümüzdeki 15-20 yıl içinde bu trendlerin daha da ivme kazanacağını söylemek mümkün. Rapor bu megatrendleri dört kategoride inceliyor:
Megatrendler bize 2030’larda bir dönüşümün gerçekleşeceğini işaret ediyor ancak bu dönüşümün ne yönde olacağını sadece megatrendlere bakarak anlamak mümkün değil. Ancak, “Yön belirleyici Dinamikler” ile megatrendleri bir arada düşündüğümüzde, 2030 yılında nasıl bir dünyada yaşayacağımız hakkında fikir sahibi olabiliriz. Değişimin yönünün belirleyicisi olacak bu dinamikleri rapor altı ana kategoride inceliyor:
1- Krize Yatkın ve Kırılgan Küresel Ekonomi,
2- Yönetişim Açığı,
3- Potansiyel Çatışma Artışı,
4- Geniş Ölçekli Bölgesel İstikrarsızlıklar,
5- Yeni Teknolojilerin Etkisi,
6- ABD’nin Rolü.
Mega-trendler arasında ilk ve en önemli olanı bireyin güçlenmesi. Yoksulluğun azalması, orta sınıfın genişlemesi, eğitim ve teknoloji imkanlarına erişimin artması, hiper-bağlantılı dünya, bilginin bedava ve hızla yayılması ve sağlık hizmetlerinin gelişmesi gibi sebeplerden ötürü önümüzdeki 15-20 yıl içerisinde bireyler ulus-devletlere ve kurumlara kıyasla daha da güçlenecek. Bireyin güçlenmesi bir yandan küresel ekonominin genişlemesi, gelişmekte olan ülkelerin büyümesi, yeni iletişim ve üretim teknolojilerinin yaygınlaşması gibi alanlarda olumlu bir trend. Ancak diğer yandan bireylerin nükleer, biyolojik ve kimyasal yıkıcı ve ölümcül silahlara erişiminin kolaylaşacağı yakın gelecekte bireyin güçlenmesinin terör, organize suç vb. yıkıcı yan etkileri da söz konusu. Yani kısaca bireyin ulus-devletlere kıyasla gücünün artmasının hem yaratıcı hem de yıkıcı etkileri olacak.
Özelikle yer kürede orta sınıfın gelişmesi birçok dönüşümün kaynağı olacak. Orta sınıfta en büyük genişleme Asya’da Çin ve Hindistan’da yaşanacak. Öngörülen şu ki; gelişen orta sınıf bir tektonik kayma yaratacak ve tarih boyunca ilk kez dünyanın büyük çoğunluğu fakirlik çekiyor olmayacak. Fakirliğin azalması özellikle bireylerin güçlenmesine ve yönetişim alanında daha talepkar olmasına yol açacak. Yönetişimde bir aktör olarak yer almaya başlayan güçlenmiş bireyler çatışma çözümü alanında da önemli bir rol oynayacak. Bunun yanında, küresel orta sınıfın genişlemesi toplumların değerlerinde dönüşüme ve bunun sonucu olarak sosyo-politik değişim isteğine yol açacak. Tarihsel olarak bakıldığında, yükselen orta sınıfın politik alana yansıması ya popülizm ve otoriter yönetim tercihi ya da daha çok demokrasi talebi olarak kendini gösterecek. Bu iki uç arasındaki salınım genellikle ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre değişim gösterecek. Ülkelerin ve bireylerin ekonomik gelişmişlik düzeyinin en büyük belirleyicisi eğitim imkanlarına erişim düzeyleri olacak. Yani artık ‘gelişmiş’ gelişmekte olan’ ve ‘az gelişmiş’ gibi tüm ülkelerin içine konduğu sepetler yerine ‘demokrasiler’ ve ‘diğerleri’ şeklinde sınıflandırılacak.
Bireyin güçlenmesini tetikleyen bir diğer unsur da iletişim teknolojilerinin kullanımı olacak. Bu teknolojilerin yaygın kullanımı özellikle gelişmekte olan ülkelere yeni kabiliyetler kazandıracak. 2030 yılında, teknolojinin gelişmesiyle paralel olarak sağlık olanaklarında da gelişmeler yaşanacak fakat zengin ve fakir ülkeler arasındaki ortalama yaşam süresi farkı bu süre içerisinde daralmayacak. Sonuç olarak bireyin güçlenmesi ile ilişkili bütün bu etmenler çatışan ideolojileri içinde barındıran bir dünya düzeninin oluşumuna yol açacak. Çünkü Batı artık tek güç olamayacağı için bu bölgenin değerlerini yansıtan seküler Batılı modernite anlayışı uluslararası sistemde tek seçenek olarak kalmayacak. Devlet tarafından din ve topluma atfedilen rol tartışmaların merkezini oluşturacak. Bir diğer önemli tartışma da milliyetçilik fikri etrafında şekillenecek. Özellikle Doğu Asya gibi sınır çatışmalarının var olduğu bölgelerdeki devlet ve içinde etnik azınlık barındıran Türkiye gibi kırılgan devletlerde bu tartışmanın görülme olasılığı daha yüksek olacak.
2) Gücün dağılması
Gücün ulus-devlet merkezli sistemden siber aleme, informal ağlara dağılımı 2030 yılında büyük bir etki yaratacak. Çünkü bu yeni dağılım Batı’nın uluslararası arenadaki geleneksel hegemon pozisyonunu sarsacak ve Asya’nın global ekonomide ve dünya politikasındaki ağırlığını arttıracak. Öncelikle artık karşımızda Washington, Londra ve Brüksel’den oluşan farklı görüş ve yaklaşımlarda 3 farklı Batı olacak. Bu nedenle yakın gelecekte sık sık ‘Hangi Batı?’ sorusunu soracağız. Yine gücün dağılması kapsamında gözlemleyeceğimiz bir trend de şu olacak: BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) olmak üzere ‘diğer ülkelerin’ güç kazanması. ABD ve Avrupa’dan diğer ülkelere özellikle ekonomik ve sosyo-kültürel alandaki güç transferi nedeniyle 2030 yılına gelindiğinde dünyada ekonomik ve kültürel anlamda hiçbir ülke hegemon güç olmayacak. Ancak savunma/güvenlik alanında durum farklı. 2015 rakamlarına göre yaklaşık 1.6 trilyon dolarlık küresel savunma/güvenlik pazarında ABD (700 milyar dolar) ve Avrupa Birliği (toplamda 300 milyar dolar) yani Batı 1 trilyon dolar (toplamın %63’ü) savunma harcaması ile hala lider. Batının (ABD+Avrupa) savunma/güvenlik alanındaki bu hegemonyasını 210 milyar dolarlık savunma harcaması ile Çin, 90 milyar dolar ile Rusya, 55 milyar dolar ile Hindistan ne kadar kırabilir bilemiyoruz. Ama şu bir gerçek ki 2030’a kadar Batı’nın savunma/güvenlik alanındaki küresel hegemonyasına yönelik özellikle Çin, Rusya ve Hindistan’ın ne tepki vereceği çok önemli. Bir projeksiyona göre 2060’ye doğru Çin ile ABD’nin savunma bütçelerinin eşitleneceğini söyleyelim. Burada asıl soru ABD’nin Çin’e nasıl yaklaşacağı. Acaba ABD Çin’i ekonomik açıdan ‘ehlileştirilebilecek’ ve küresel ticarete entegre edilebilecek bir Pazar olarak mı görüyor (Bir an için 1 milyar Çinlinin Apple ürünleri kullandığını düşünsenize) yoksa güç kullanarak önce caydırılıp sonra mutlaka durdurulması gereken küresel bir güç adayı mı? Çin şu ana kadar küresel bir güç olma iddiasında olmadığını sürekli vurguladı ve niyeti varsa da başarılı şekilde bunu gizledi. Ama Çin’in Asya-Pasifikte artık yavaş yavaş dişini gösterdiğini ve bunun da Tayvan, Güney Kore, Japonya ve Avustralya gibi ABD müttefiklerini ürküttüğünü söyleyelim.
Artık yeni dönemde uluslararası ilişkilerin belirleyicileri komplike, çok cepheli, sınırları belli olmayan devlet ve devlet dışı aktörlerin oluşturduğu ‘aktör-şebeke paketleri’ de devletler kadar önem kazanıyor. IŞID, El Kaide, Hamas, Hizbullah gibi devletimsi yapılar yanında küresel kaçakçılık şebekelerinin başını çektiği bu ‘Aktör-şebeke paketleri’ yeni aktörler olarak karmaşık yapılarından ötürü devlet karar alıcılarını çok rahatsız etmeye devam edecek. Devlet dışı aktörlerin güçlendiği bu yeni dönemde, özellikle bu aktör şebeke paketlerine uygulanan gücün meşruiyeti, kısa vadede sorun çözen ama uzun vadede daha çok sorun yaratan ‘kaba güç’ yerine ortak rıza ve ikna süreçleri ile ‘erdemli güç’ kullanımına kayacak. 2030’lara giderken askeri güçle sorun çözen ve düşmanın fiziki varlığını/iradesini yok etmeyi hedefleyen geleneksel yaklaşımlar yerine rızayı hedef alan ve toplumsal meşruiyeti hedefleyen güç kullanımlarının istikrar ve huzur üretme şansı olacak.
3) Demografik dönüşüm
2030 yılına gelindiğinde dünya nüfusu yaklaşık 8.3 milyarı bulacak ve bu dönemde ülkelerin demografik modellerinde üç ana trend belirleyici rol oynayacak;
60 yaşın üstündeki nüfusun artması ile beraber dünyanın nüfusu her geçen gün giderek yaşlanıyor. Beş yıldan az bir süre içerisinde dünyada her beş insandan biri en az 60 yaşında olacak. Ortalama yaşam süresinin 2050 yılı itibarı ile gelişmiş dünyada 83 yıl, ve az gelişmiş dünyada 72 olacağı öngörülüyor. Bugün ise ortalama gelişmiş ülkelerde 78, gelişmemiş ülkelerde ise 67. Bu rakamların 1950'de 66 ve 42 olduğunu bilmek size ilginç gelebilir. Yakın gelecekte, yaşlı nüfusun genç nüfusa oranı mevcut durumun neredeyse iki katına çıkacak ve 60 yaşın üstündekilerin toplam sayısı 810 milyondan yükselerek iki katına çıkacak ve 2 milyar sınırına dayanacak. Yaşlanma, dünyanın belirli bölümlerini çok daha erken etkileyecek, dönüşen nüfuslara en çarpıcı örnek Japonya. Japonya’da yaşlı nüfusun çalışan nüfusa (15-64 yaş) oranı şu an zaten yüzde 38'in üstünde ve bu oranın 2050'de neredeyse yüzde 70'e ulaşması beklenmekte. Avrupa ülkeleri ve Rusya da yaşlanma konusunda riskli ülkelerden. İlginç şekilde dünyanın en genç nüfusu eski kıta Afrika.
2030 yılına gelindiğinde; değişen ekonomik olanaklar, ülkeler arasındaki gelir dağılımı eşitsizliği, hızlanan globalleşme, doğal kaynaklara erişim olanaklarında (özellikle kuraklık) değişkenlik ve artan şehirleşmeden ötürü hem iç hem dış göç hız kazanacak. Bu göçler kontrollü olmazsa çatışma, insan hakları ihlalleri, emeğin sömürüsü ve insan ticareti gibi istenmeyen sonuçlar doğurma riski taşıyacak.
Avrupa ve Doğu Asya ülkeleri- ekonomik üretkenlik ve gayri safi milli hasılanın artışında gerileme ya da duraksama riski taşıyacak. Ekonomik duraksama veya gerilemeden ötürü bu ülkelerin askeri yatırımları da minimuma inecek. Her ne kadar bu durum genellikle çatışmayı ve toplumda uyuşmazlık oluşması riskini minimize edecek gibi görünse de bu ülkelerde ikamet eden göçmenlerin topluma entegrasyonu gerçekleşmediği takdirde sosyal uyum problemleri ortaya çıkabilir ve sonucunda gerici politikalar yükselişe geçebilir. Öte yandan genç nüfusa sahip ülkelerin askeri ve sivil çatışma ihtimali yüksek kalmaya devam edecek. Bu dönemde çatışma riskini arttıracak bir diğer demografik trend de etnik azınlıkların ve bölgesel nüfusunun toplam ülke nüfusunda genç kalması olacak. Bu trend özellikle; Pakistan, Afganistan, Hindistan, Türkiye ve İsrail’de görülecek. Burada size bir TUİK verisi paylaşmak isterim. Edirne’nin yaş ortalaması 36 iken Siirt’inki 20.
Dünya nüfusu hızla kırsal alanlardan kentlere kayıyor. 2030’da dünyada her 5 kişiden 3’ü kentlerde yaşayacak. Şu anda dünyada 10 milyon ve üstü nüfusa sahip 20 megakent varken 2030’da bu rakam 30’u bulacak. Lagos, Karaçi, Kahire ve Dakka gibi mega kentlerde düzen kurmanın ve hizmet sağlamanın ne kadar zor olduğu şimdiden görülüyor. Bu nedenle kentleşmeye paralel olarak kentlere gelen göçmenlerin ‘kentlileşmesi’ arasındaki makas açıldıkça daha çok kentleşme daha çok kaos, daha çok yönetişim sorunu ve çatışma olarak kendini gösterecek.
4) Yemek, su ve enerji kıtlığı
Dünya nüfusundaki hızlı artış ve genişleyen orta sınıfın tüketim alışkanlıkları, 2030 yılına gelindiğinde yemek, su ve enerjiye duyulan talebin 50% oranında artmasına sebep olacak. Fakat, küresel ısınma ve dünya nüfusunun yaklaşık 8.3 milyar insana ulaşması bu artan talebin karşılanması noktasında çeşitli sıkıntılara yol açacak. Ama bu demek değildir ki, dünyada büyük bir kıtlık yaşanacak. Eğer politika yapıcılar ve özel sektördeki iş ortakları proaktif davranırsa kaynaklara erişim dünya için bir problem olmak zorunda kalmayacak. Kaynakların fiyatında meydana gelecek artıştan ötürü, bu dönemde ithalata dayalı ekonomiler ile yeni gelişen büyük marketler arasındaki makas genişleyecek.
1) Krize yatkın ve kırılgan küresel ekonomi
2030 yılında global ekonominin ana belirleyicileri, farklı hızlarda büyüyen bölgesel ve milli ekonomiler olmaya devam edecek. Farklı hızlarda büyüyen ekonomiler iki olası sonuca yol açacak; ya bildiğimiz anlamda küresel ekonomik sistemin çöküşü veya birden fazla ekonomik güç merkezinin oluşumu ile gelen yıkıcı denge. Ülkeler için en büyük risk hızla yaşlanan nüfus olacak. Bu trendden en çok Avrupa, Amerika -diğer ikisine göre bir nebze daha iyi durumda olması muhtemel- ve Japonya etkilenecek. Genç nüfus avantajına sahip olan Hindistan ve Brezilya ekonomik anlamda daha iyi bir performans sergileyecek. Fakat Çin ve Hindistan için başka riskler ihtimal dahilinde olacak. Her ne kadar nispeten genç nüfusa sahip olsa da, hızlı yaşlanma bu dönemde Çin’i tehdit eden unsurlardan bir tanesi olacak. Bir diğerinin de olası ekonomik büyümesini yavaşlatma riski taşıyan orta gelir tuzağı olacağı öngörülüyor. Hindistan’ın büyümesini tehdit eden unsurlar da Çin’den çok farklı olmayacak fakat Hindistan hem genç nüfus oranının Çin’den fazla olması hem de yönetim şeklinin demokrasi olması sebebiyle bir adım önde olacak.
Alışılmışın aksine 2030 yılına gelindiğinde global ekonominin gidişatını gelişmiş ülkelerin değil gelişmekte olan ülkelerin performansı belirleyecek. Bu dönemde özellikle; Kolombiya, Endonezya, Nijerya, Güney Afrika, Güney Kore, Meksika ve Türkiye’nin başarı veya başarısızlıkları dünya ekonomisinin işlemesinde kilit bir role sahip olacak.
a. Yönetişim açığı
2030 yılında bir yönetişim açığı oluşup oluşmayacağı öncelikle devletlerin ve uluslararası organizasyonların hızlı gelişen değişimlere ayak uydurup uyduramamış olmasına bağlı olacak. Megatrendlerde belirtildiği gibi orta sınıf genişlerse, hukukun üstünlüğü ve hükümetlerin meşruluğu konuları daha fazla önem kazanacak. Öte yandan teknolojinin gelişmesi devletler dışında üçüncül aktörlerin siyasi arenada aktif rol almaya başlamasıyla sonuçlanacak ve bu şekilde artan aktör sayısı hem yerel hem de uluslararası karar verme süreçlerini zorlaştıracak.
Bu dönemde yönetişim boşluğu, yaşanan hızlı politik ve sosyal dönüşümlerden ötürü uluslararası arenadan önce iç siyaset düzeyinde hissedilecek. Yönetişimde istikrarsızlığı en çok otokrasi ve demokrasi arasında gidip gelen devletler ile gelişmişlik düzeyi yönetim biçimiyle uyuşmayan devletler yaşayacak. İlk kategorideki ülkeler; Sahra Altı Afrikası, Güneydoğu Asya ve Orta Doğu ülkeleri, 2030 yılına gelindiğinde hala demokrasi ve otokrasi arasında gidip gelmeye devam ediyor olacak. İkinci kategorideki ülkeler yani demokrasi açığına sahip ülkeler; Çin ve Körfez ülkeleri (Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn vb), demokratikleşme gerçekleştiremedikleri takdirde uluslararası sistem için bir risk olarak kalacaklar.
Yerel siyasetin yanında, yeni teknolojilerin kullanımı da yönetişime etki edecek. Daha önce de bahsedildiği gibi teknoloji kullanımının yaygınlaşması ve erişimin kolaylaşması bireyleri güçlendirecek. Arap Baharında görülen örgütlenme tipi bu dönemde daha da kolay bir hal alacak. Ancak bu teknolojiler sadece kişilerin perspektiflerini geliştirmesine veyahut da otoriteye karşı ayaklanmasına yardımcı olmayacak aynı zamanda partizanlık ve milliyetçilik gibi yıkıcı sonuçlar doğurabilecek fikirlerin de yayılmasını kolaylaştıracak. Ayrıca teknolojiye erişimin kolaylaşması terör, uyuşturucu ve insan ticareti, bilgi hırsızlığı gibi suçlara karışmış yasa dışı örgütlerin de faydasına olacak. Teknolojinin yaygınlaşmasının hükümetler nezdinde bir diğer sonucu da hesap verilebilirlik ve şeffaflık ilkelerine yapılan vurgunun artması olacak. Özellikle otoriter rejimlerde, halk hükümete bu ilkelere uyması için daha fazla baskı uygulayabilecek. Uluslararası düzlemde de eşitlik ve adillik ilkeleri en çok tartışılan konular olacak. Bu ilkeler ile ilgili gelişmekte olan ülkeler için en büyük sorunlar; Amerika’nın seçkinci liberalizmi, Batı’nın otoriter rejimlere destek vermesi, nükleer silah kullanımında çifte standart, insan haklarını ve uluslararası hukuku çiğneyen eylemler olmaya devam edecek. Eşitlik ve adillik ilkelerinin uluslararası sisteme uygulanması için baskılar artacak.
Yönetişimin yönünü belirleyecek bir diğer dinamik de yeni idari yapılar olacak. 2030 yılına gelindiğinde politik manzara bugünkünden çok daha karmaşık olacak. Megaşehirler ve bölgesel gruplaşmalar güç kazanırken dönüşüme ayak uyduramayan ülkeler ve uluslararası kuruluşlar güç kaybedecek. Kentsel alanın ekonomik gelişimi sebebiyle, şehirler gelecekte bugünden daha önemli bir rol oynayacak. Öte yandan bölgesel entegrasyonun artması ile bölgesel yapılanmaların önemi artacak. Ve bu dünya düzenin bölgesel yapılanma üzerine kayma ihtimalini doğuracak. Ayrıca bu dönemde IMF, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası gibi kuruluşlar yeni dünya düzenine ve değişen ekonomik hiyerarşiye uyum sağlamak için büyük dönüşümler geçirecek.
b. Potansiyel çatışma artışı
Ne yazık ki 2030’a doğru ülke içi çatışma riski azalırken, ülkeler arası çatışma riski uluslararası sistemdeki değişikliklere bağlı olarak artıyor. Ülke içi çatışma riski nüfusun yaşlanmasının da etkisiyle dünya genelinde azalırken genç nüfusa sahip etnik azınlıkları barındıran Türkiye, Lübnan, Tayland gibi ülkelerde bu risk artacak. Genç etkin azınlık barındırmanın yanında yetersiz doğal kaynaklar ve bu kaynaklara erişim sorunu Sahra Altı Afrikası, Güney ve Doğu Asya’da ülke içi krizlere sebep olacak.
Öte yandan ülkeler arası çatışma riski uluslararası sistemin parçalı hale gelmesi, ana aktörlerin hesaplarındaki değişiklikler, su ve diğer doğal kaynakların kısıtlı olması, ulaşılabilir hale gelmiş geniş yelpazeye -bio terör silahları, siber enstrümanlar vb.- sahip savaş gereçleri sebebiyle artacak. Bu dönemde Çin süper güç olma amacını birinci önceliği yapacak ve bu durum global arenadaki güç çekişmesine taşıyacak olursa küresel bir çatışma ihtimali yüksek. Çin’in Hindistan’ı çevreleme politikası ve nükleer silahlanma alanında Pakistan’la işbirliği yapması Hindistan ve Çin arasındaki gerilimi sıcak tutacak. Rusya’nın bu dönemdeki stratejik hesapları uluslararası sisteme entegre olup olmama kararına göre değişecek. Avrupa’nın konumunu güç kullanma ve askeri müdahale konusundaki kararı belirleyecek. Savunma anlamında daha kooperatif bir Avrupa insani müdahalelerde önemli bir rol oynayacak. Çatışma riskini en çok arttıracak faktör ABD’nin dünya güvenliğini sağlama görevinden vazgeçmesi olacak. ABD bu kararı verdiği takdirde çatışma riski çok artacak.
Bu gelişmeler ışığında olası bir savaş bugünkünden farklı olacak ve birden fazla savaş şeklini içinde barındıracak. Gelecekteki savaşla bugünkü savaşın ortasını Küresel Selefi-Cihadçı yapılar ile Hamas, Haşdi Şabi be Kudüs Gücü gibi devlet destekli örgütlerle yaşanan çatışmalar oluşturacak. Bu dönemde küresel aşırıcı Selefi akımların nasıl bir dönüşüm içinde olacağı ve başta ABD ile Rusya’nın ‘İslamcı Terör’ ile mücadelede öne çıkaracağı da önemli.
c. Geniş ölçekli bölgesel istikrarsızlıklar
Bu dönemde bölgesel çatışmalar etrafına sıçrama ve güvenlik problem yaratma riski taşıyacak. Orta Doğu’nun geleceğini ülkelerin demokratikleşip demokratikleşmemesi, Israil-Filistin sorununun gidişatı ve İran’ın nükleer silaha yaklaşımı belirleyecek. Siyasal İslam ve demokrasi uyumu bir şekilde yakalanabilirse ve İsrail-Filistin sorununun çözümü için ortak hareket etme kararı alınırsa bu, bölge için olumlu sonuçlar doğuracak. Fakat İran’ın nükleer silahlanma konusunda atacağı adımlar ile milis güçleri ile ‘Şii ideolojisini’ ilgi alanına yayma çabaları bölgemizin uzun süre istikrarsız olmasına neden olabilir.
Güney Asya’da istikrarsızlık Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Çin sonucu oluşacak. Afganistan ve Pakistan’da yavaş büyüme, gıda fiyatlarında artış, enerji kıtlığı ve en önemlisi genç nüfusun yüksek işsizlik oranı bu ülkelerde yönetişim zorlukları yaratacak. Hindistan ekonomik olarak gelişse de eşitsizlik, alt yapı eksikliği ve eğitim sistemindeki eksiklikler birer sorun olarak kalacak. Bu gelişmeler sonucunda Asya çok kutuplu bir hal alacak, bölgede çıkar çatışmalara meydana gelecek, ülkelerde karşılıklı güven duygusu sarsılacak. Çin’in güçlenmesi diğer ülkelerde korku, Çin’de milliyetçilik yaratacak. En çok tartışılan konulardan birisi ABD’nin Asya-Pasifikteki varlığının nasıl olacağı.
Avrupa’yı bu dönemde Avrupa Birliği içerisindeki politik ve ekonomik krizler tehdit ediyor olacak. Bu krizlerin yenilmesi halinde Avrupa dengeleyici görevini üstlenecek.
Rusya’yı da gelecekte iki farklı senaryo bekliyor olacak. Uluslararası sisteme entegre olup, serbest piyasa ekonomisine uygun üretim yaparsa sonuç ‘istikrar’ olacak. Fakat entegrasyonu başarısız olur ve daha liberal demokratik bir düzene geçemezse dünya için bir Rusya’nın revizyonist tutumu bir risk faktörü olmaya devam edecek. Latin Amerika ve Sahra Altı Afrikası’nda bölgesel dayanışma artacak ve bu da bölgelere stabilite getirecek.
d. Yeni teknolojilerin etkisi
Bu dönemde dünyayı dört teknolojik alan şekillendirecek: Bilişim Teknolojileri, Otomasyon ve Üretim Teknolojileri, Doğal Kaynak Teknolojileri ve Sağlık Teknolojileri. Bilişim teknolojileri, devletler ve insanlar için nasıl kullanıldığına bağlı olarak avantaj veya tehdit olacak. Bu teknolojiler ile büyük miktarda veri kolaylıkla depolanabilecek ve analiz edilebilecek. Her ne kadar avantajlı bir durum gibi görünse de devletler bu verileri vatandaşlarını izlemek ve kısıtlamak için kullanırsa, vatandaşların bu teknolojilerin yasaklanması için devletlere baskı uygulama ihtimali olacak. Bunun yanında, sosyal ağ oluşturma da yeni teknolojiler vasıtasıyla kolaylaşacak. Bu, bireyleri güçlendirirken yasadışı grupların da destekçi toplamasına hizmet edebilecek.
Gelişen otomasyon ve üretim teknolojileri güvenlik bağlamında düşünüldüğünde büyük bir tehdit oluşturma riski taşıyacak. Özellikle uzaktan kontrol edilebilen insansız hava araçlarının üretiminin yaygınlaşması büyük çaplı şiddet uygulayabilme gücünü devletlerin tekelinden çıkaracak. Bu yeni araçlar insanın kullanımını gerektirmediği ve uzaktan kontrol edilebildiği için yasadışı gruplar tarafından büyük rağbet görecek.
Öte yandan, kısıtlı doğal kaynakların üretimini veya yeniden dolanımını sağlayabilecek kaynak teknolojileri dünyada çatışma riskini azaltma anlamında önemli rol oynayacak. Özellikle su ve enerjinin üretiminin sağlanması dünyada stabilitenin korunmasına büyük fayda sağlayacak.
Sağlık teknolojilerinin gelişmesi, dünya nüfusunun ortalama yaşam süresini uzatacak. Bu durumda en büyük sorun ekonomik büyümede duraksama ve yaşlıların yaşam kalitesinin sağlanması olacak. Diğer yandan, nüfusun yaşlanması tarihsel olarak çatışmanın da azalmasını işaret ettiği için bu anlamda faydalı olma ihtimali doğacak.
e. ABD’nin rolü
Amerika’nın uluslararası düzenin yenilenmesi sürecinde yeni partnerlerle çalışıp çalışamayacağı dünyanın geleceğinin belirlenmesinde büyük önem arz edecek. Her ne kadar dünya düzeni çok kutuplu bir hale gelecek ve gelişmekte olan ülkeler ABD’den hızlı büyüyecek olsa da ABD büyük güçlerin arasındaki birincil yerini koruyacak. ABD’nin bu dönemdeki rolü öncelikli olarak kurduğu ortaklıklara ve uluslararası krizleri yönetme becerisine ya da isteğine bağlı olarak değişecek. Vereceği kararlara ve dış faktörlere bağlı olarak ortaya çıkma ihtimali en düşük olan sonuç uluslararası düzende ABD’nin yerini başka bir ülkenin alması olacak ki bu 2030’larda pek de mümkün görünmüyor.
Bakalım bu megatrendler ve yön belirleyici dinamikler ışığında Türkiye 2030’lara nasıl ilerleyecek ve gelecekteki daha karmaşık sorunlarla nasıl baş etmeye çalışacak?
[1] Raporun tamamına ulaşmak için bakınız: https://globaltrends2030.files.wordpress.com/2012/11/global-trends-2030-november2012.pdf (erişim 6 Şubat 2017)
Peki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mevcut askeri yığınaklanması ve operasyonel gücü sayesinde Rusya hava sahasını da açarsa Tel Rıfat’ı almasına alır da bu bölgenin alınması Türkiye’nin Suriye politikasının siyasi hedefine hizmet eder mi?
Soçi’deki zirvede ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var; muhatabımız Moskova
İki jeopolitik gerçeklik ve iki operasyonel gerçeklik ışığında İdlib’de sahadaki durum değişti. Peki ne yapmalı?
© Tüm hakları saklıdır.