Öncelikle 15 Temmuz sonrası giderek belirginleşmekte olan bir fay hattına artık dikkat çekmek gerekiyor. En başından beri İstanbul’da hem sokaktan (Fatih’te İBB önünde, Vatan Caddesi’nde, Kısıklı’da ve Bakırköy’deki demokrasi nöbetlerimizde insanlarla konuşarak) hem de sosyal medyadan 15 Temmuz sonrası süreci takip etmeye çalışıyorum. 15 Temmuz sonrası “Darbeyi kim önledi?” konusunda aralarındaki makas giderek büyüyen ve hiç de ihtiyacımız olmayan bir zamanda yeni bir toplumsal yarılma riski taşıyan iki farklı yaklaşımdan söz etmeliyim. Zira bu yarılma iyi yönetilemezse devletin kendi toparlaması ve bunun için gerekli olan toplumsal meşruiyet arasında bir uyum yakalanamaz.
‘Darbeyi kim önledi?’ sorusuna sokağın (milletin) verdiği cevapla devletin verdiği cevap farklı gibi.
İstanbul’da gece demokrasi nöbetindekiler ‘Darbeyi millet önledi. Nöbete devam’ asabiyesinde. Bu asabiyeyi ‘Ordu 15 Temmuz gecesi neredeydi? Millet polisle bu işi başardı’ kanaati ve ‘Okçular tepesini terk etmek yok!’ yargısı besliyor. Bu asabiye Sayın Cumhurbaşkanının ‘Tehlike geçti!’ mesajına kadar pek de düşmeyecek gibi. Diğer asabiye ise devlette, özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) yakın çevrelerde ‘Darbenin TSK’nın esas evlatlarının direnci sayesinde önlendi’ anlatısı. Burada ‘Darbeyi ordu önledi. Şimdi orduyu yeniden dizayn zamanı’ yaklaşımı ağır basıyor. Bu yaklaşımı Balyoz-Ergenekon mağduru subaylarımızın (özellikle denizciler) ana akım medyada şu sıralar sıklıkla duyduğumuz anlatıları da güçlendiriyor.
Bu anlatılar yaklaşıma ideolojik bir renk katıyor. Ordu-millet birlikteliğinin sınandığı zor günlerden geçiyoruz. Fatih’te “O uçaklardan çok korktum oğlum. Ama bak millet sokağa çıktı, göğsünü tanka siper etti. Ordunun bizi korkutmaya ne hakkı var?” diyen 70 yaşındaki Halil Amca’nın kalbi ile “Hulusi Paşa direnmeseydi veya Özel Kuvvetler’de Ömer Başçavuş şehit olmasaydı bu iş bitmişti” diyen Emre Yüzbaşı’nın kalbinin artık SENKRONİZE edilmesi gerekiyor. Veya ‘Uhud tepesindeki okçu’ olmayacağım diyenle kendini ‘Mustafa Kemal’in son askeri’ hisseden arasında bir zihinsel ve kalbi bir uyum yakalanması gerekiyor. Bu sayede kışlaların önünde askeri rencide eden o hafriyat kamyonları milleti üzmeden, sorunsuz şekilde çekilebilir. Dilerim 28 Temmuz’daki kritik YAŞ toplantısı sonrası ordu-millet senkronizasyonu ivedilikle başlar.
Gülenci ağ ve gizli şebekesi
Gülenci yapı Türkiye’de 40 yıldan beri aktif, dünyanın 130’a yakın ülkesinde eğitim, sağlık ve ticaret alanlarında faaliyet gösteren yıllık cirosu 50 milyar doların üstünde olan ve yüzbinlerce aktif çalışanı olan bir küresel örgüt. 15 Temmuz gecesine rağmen uluslararası medyanın büyük bir kısmı bu şebekeyi hala ılımlı İslam’ı savunan, farklı kesimlerle diyaloğa açık, demokratik değerlere bağlı bir İslami bir sivil toplum örgütü olarak görme ısrarında.
15 Temmuz sonrasında bile bu ısrarın sürmesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duyulan öfkenin de payı olduğunu görmek gerekiyor. Bu öfke ve özellikle 15 Temmuz sonrası süreçte Türkiye’deki otoriterleşme eğilimlerinin kurumsallaşacağı endişesi özellikle batı medyasının Gülencilere bakışını zehirliyor.
Peki uluslararası kamuoyunun (ve kaldıysa Türkiye’de toplumun bir kısmının) bu konuda niçin kafası karışık? Öncelikle biz Gülenci yapılanmayı hala hiyerarşik, örgüt içi disiplini yüksek, karizmatik liderine sıkı sıkıya bağlı modernist paradigma içinde örgüt olarak görme eğilimindeyiz. Bu eğilim Gülenci yapıyı analiz ederken bizi yanıltıyor.
Şehir Üniversitesinden dostum Kahraman Şakul’le bir sohbetimizde kendisi bana bu tarz örgütleri açıklamada SPIN modelinden bahsetti. Bu modeli dinleyince kafamda bir sürü yeni lamba yandı.
Öncelikle Gülenci yapıyı anlamak için modernist paradigmayı bir kenara bırakıp içinde karmaşık ağların olduğu iki farklı şebekeden bahsetmek gerekiyor. Kısaca Gülencilerin şebekeleşme modeli medya yorumların aksine klasik terör örgütlerinin piramit modelini takip etmiyor. Cemaate vücut veren şeffaf ağlar (ticaret, finans, eğitim, medya, sağlık, sosyal medya) ve gizli ağlar (askeri ve istihbarat bürokrasisi) var. Bu şeffaf ağları zararsız bir sarmaşık demetine, gizli ağları ise zehirli bir sarmaşık demetine benzetmek mümkün.
Kökü Pennsylvania’da ikamet eden Fethullah Gülen’e uzanan bu şeffaf ağlar (zararsız sarmaşık) ile gizli ağlar (zehirli sarmaşık) parçalı (segmented), çok merkezli (polycentric) ve ideolojik açıdan bütünleşmiş (ideologically integrated).
Böyle bir şebekede lider Fethullah Gülen, kurguladığı büyük anlatı ve öğreti ile şeffaf ve gizli ağlar arasındaki nihai bağlantıyı sağlayan tartışılamaz lider. Öncelikle lider kültünün yarattığı bir ideolojik bütünleşme hem açık hem de gizli şebekeyi besliyor.
Ancak Gülencilerin parçalı (segmented) yapısı nedeniyle açık ve gizli şebeke birbirlerinden net ayrılmış, bu birinden diğerine kolaylıkla gitmeyi çok zorlaştırıyor. Bu noktada darbe girişimine katılan cuntacıların itirafları çok önem kazanıyor. Diğer yandan artık küresel bir ağ haline gelen Gülenci yapının açık ve gizli şebekeleri çok merkezli (poly-centric) olduğu için çok karmaşık iletişim ağlarına sahip.
Fethullah Gülen kültü
Fethullah Gülen’in şeffaf ağlardaki resmi anlatıda bir ‘kanaat önderi’ olarak sunulduğu görülüyor. Bu anlatıda ‘hizmeti’ dünyaya Allah rızası için yaymak, dünyayla iş yaparak küresel barışa hizmet etmek ve dinler/kültürler arasındaki önyargıları yıkmaya çalışmak, dinlerarası diyalog sağlamak Gülen’in temel amacı olarak sunuluyor. Bu anlatı Nurculuk kökenli bir öğretiye dayanır. Öte yandan, tutuklanan FETÖ’cü subayların ifadelerinde görüldüğü gibi gizli ağlardaki hakim anlatı farklı. Bu Mehdici- kıyametçi bir anlatıda küresel bir vizyonla İslami bir kurtuluş müjdeleniyor. Gülen’in (veya Mehdi’nin) kutsal amaca ulaşmak için verdiği talimatları sorgulamadan yerine getirmek, her hal ve şartta mutlak itaat salık veriliyor. Amaca giden her yol bu şekilde mubah kabul ediliyor.
Yine 15 Temmuz soruşturma sürecindeki sanık ifadelerinden 1990’lı yıllardan itibaren gizli şebekeye mensup ‘Abiler’ tarafından ‘Altın Nesil’ olarak görülen fakir aile çocuklarının Gülen’in ‘devletin kılcal damarları’ olarak nitelediği ordu ve yargıya yönlendirildikleri anlaşılıyor.
Şeffaf ağlarla yayılan resmi anlatı ve öğretiye ‘paralel’ bir başka anlatı ve öğreti gizli şebekeye hakim duruyor. Gizli şebekede birbirinden bağımsız hücreler büyük anlatı ve müphem öğretinin üyelere belletildiği yerler olarak karşımıza çıkıyor. Gizli şebekenin göbeğinde olan grup gizli-saklı yaklaşımla sorgulanamaz talimatlarını ‘abiler’ ve ‘ablalar’ aracılığıyla ve birebir görüşme yöntemi ile ordu içinde bulunan gizli şebeke mensuplarına yayıyor. Mensuplar sadece kendilerinden sorumlu sivil ‘abileri’ aracılığıyla verilen emirleri yerine getirmekle mükellefler. Gizli şebekenin elemanlarının neden-sonuç ilişkisini hiç sorgulamadan ve şebeke içerisindeki üstten alta tek yönlü seyreden iletişim anlayışını kabul etmeleri bekleniyor. Bu kurallar ‘abi’ sıfatına sahip olup astlarınca kod adlarıyla bilinen üyeler için de geçerli. Bu sayede TSK içindeki çoğu yüksek lisans, doktora yapmış parlak subay görevleri gereği elde ettikleri bilgileri gerçek adını ve soyadını bile bilmedikleri sivil abilerine sorgulamadan teslim edebiliyorlar.
Diğer yandan 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan protestocu veya siviller tarafından yapılan ve sosyal medyada paylaşılan görüntü ve ses kayıtlarından gizli şebekenin özellikle 17-25 Aralık sürecinden sonra Türkiye siyasetine ve topluma, özellikle son bir yılda da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına yönelik radikalleşme içinde olduğu görülüyor. Bu gizli şebekenin siyaset kurumuna, topluma ve Erdoğan’ın şahsına yönelik kin ve nefret biriktirdiği net olarak görülüyor.
Kısaca en çok TSK’nın yönetici elitleri olan general ve seçkin subaylar kitlesi olan kurmaylar arasında örgütlenen gizli şebekenin son bir yıldaki radikalleşmesinde;
- Topluma (17-25 Aralık sürecinden sonra yolsuzluk, iddialarına yeterince tepki vermediği için)
- Siyasete,
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına yönelik ciddi öfke ve kin biriktirdiği görülüyor.
İleride TSK içindeki FETÖ’nün gizli şebekesinin 17-25 Aralık sonrası yaşadığı radikalleşme, bu radikalleşme ile kritik askeri karargahlarda (özellikle Genelkurmay Karargahı) ‘darbeci refleksi’ nasıl tetiklediği daha net anlaşılır.
Yine Gülencilerin gizli şebekesinde hiyerarşik bir piramit modeli yok. Yani bu şebekede üstten alta emir-komuta zinciri içinde dikey hiyerarşi değil, yatay hiyerarşi esas. Örneğin 15 Temmuz gecesi pek çok generalin, albay ve daha düşük rütbelilerden emir aldığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bir astsubayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yakalamak için generallere talimatlar yağdırdığı iddiaları var.
Buradan da Gülencilerin TSK içinde rütbece yükselme yerine gizli şebekenin kritik liderlerine yakın olma gibi farklı motivasyonları olduğunu gösteriyor. Yani general olmak isteyen bir albay TSK’nın resmi hiyerarşisindeki sıralı komutanları ve liyakati esas alan ‘resmi’ terfi ve tayin sistemine göre FETÖ’nün gizli şebekesinin ‘paralel’ terfi-tayin sisteminden faydalanmak için sadakatle şebekedeki ‘gayri resmi’ liderine daha yakın olmayı seçebiliyor.
Ayrıca ifadelerden görebildiğimiz kadarıyla bir şekilde FETÖ’nün TSK içindeki gizli şebekesine giren subay/astsubay kendisi bağlarını koparsa bile şebeke onun peşini bırakmıyor. İfadelerden anladığımız kadarıyla 3-4 yıl şebekeden ayrılıp sonra tekrar şebekeye dönen subaylar var.
Yine gizli şebekedeki subay/astsubayların ‘Gülenci kimlikleri’ artık o kadar çok arka plana itilmiş ki bu kimliklerini günlük pratiklerinde yaşamak yerine şebeke liderlerinin istediği zaman açılabilen/kapanabilen bir düğme gibi davranışlarını kontrol edebilen bir ‘motivasyona’ dönüşmüş. Örneğin Org. Hulusi Akar’ın emir subayı cuntacı Levent’in ifadesinde vurguladığı gibi gizli şebeke onu emir subaylığına tayin ettirdikten sonra (ki Yarbay Levent bunun farkında değil) içinde kendisine hiç iş yaptırılmadan yıllarca uyuyan ‘Gülenci motivasyon’ uyandırılıp Genelkurmay Başkanları’nın odasına dinleme cihazı yerleştirme ve onu her gün düzenli şekilde sokup çıkarma davranışına dönebiliyor.
TSK içindeki gizli şebekenin bir diğer önemli özelliği ise ‘okumuş subaylardan’ oluşması. Ne yazık ki bu gizli şebekenin Balyoz-Ergenekon travmalarından sonra TSK’nın içine düştüğü ‘entellektüel sermaye eksikliğini’ çok iyi görüp bu boşluğu doldurarak kritik karargah pozisyonlarını ele geçirdiği görülüyor.
Şimdi size kritik bir soru: TSK’nın generaller yani yönetici elitler dünyasını düşünün. Bu habitat yani yaşam alanı FETÖ’nün gizli şebekesinin bir virüs misali sızıp çoğalabilmesi için çok uygun. Çünkü yüksek derecede gizlilik, yıkıcı rekabet, kariyerist bir hayat algısı, pragmatist tavırlar, geçici ittifak ve düşmanlıklar içeren bu güç ilişkileri ağında geçici ve bireysel düzeydeki çıkar ilişkileri yerine, bilgi asimetrisi, grup içinde davranma ve şebekeye verdiği kadar şebekeden istifade etme gibi faktörlerin bir avantaja dönüştüğü de görülüyor.
Ne yazık ki gizli şebeke mensubu bir FETÖ’cü tipolojisi yok. Tam da bu nedenle gizli şebekede FETÖ’cülük bir kimlikten ziyade iş arkadaşlarınızın kesinlikle bilmediği, belki de eşinizin, çocuğunuzun bile haberi olmadığı bir motivasyon. Bu motivasyon lidere mutlak iman ve ‘mutlu gelecek’ gibi apokaliptik dip faktörlerden kaynaklandığı kadar kariyer (kurmaylık, generallik, yurt dışı görev vb.) veya siyasetten/toplumdan nefret gibi pratik nedenlerden de kaynaklanabiliyor.
Peki bu gizli şebeke 15 Temmuz gecesi niçin başarılı olamadı ve lokomatifi olduğu cunta trenini hedefine ulaştıramadı? Bu başarısızlıkta halkın, sivil siyasetin, medyanın ve ordunun direnci gibi dış faktörlerin yanında aslında bu gizli şebekenin ‘gizliliğe’ verdiği önem büyük. En basit anlamı ile bu gizli şebekenin o güne kadar en güçlü yanı olan gizliliği 15 Temmuz gecesindeki başarısızlığın da sebeplerinden biri oldu. Koordineli hareket gerektiren, ortak bir ideoloji, ortak harekat merkezi ve bir lider gerektiren darbe girişimi bu gizlilik nedeniyle fiyaskoya dönüştü. Ayrıca belki eşlerinin, çocuklarının ve yakın çalışma arkadaşları tarafından bilinmeyen bu ‘gizli kimliklerin’ tespit edilmemesi için FETÖ’nün gizli şebekesinin çok iyi maskeleme yaptığı da görülüyor. TSK içindeki üyeleri kendileri ile zaman zaman irtibatı kesse de ya onları kariyer teklifleri (sınav sorularını verme, iyi yerlere tayin ettirme vb.) ya da tehdit/şantajla sürekli şebeke içinde tutma çabasında olduğu çok belirgin. Bu açıdan gizli şebekedeki FETÖ’cü subayların Gülenci yapı ile bağımlılığını akıldan ziyade duyguların ağır bastığı bir eroin bağımlılığı gibi düşünmek mümkün.
Şu ana kadarki ifadelerden tutuklanan darbecilerin 3 farklı tipi çıkıyor:
- Pişman olan itirafçılar,
- ‘Darbeyle işim yok, devletçiyim, darbeyi önlemeye çalıştım’cılar,
- ‘Evet darbeciyim, gerekçelerim var, sonuçlarına da hazırım’cılar.
Şu ana kadar ikinci sıradaki tip öne çıkıyor. Bu tip öne çıktıkça da kafalarımız karışıyor. Umarım pişman olan itirafçıların sayısı artar da FETÖ’nün gizli şebekesi bir hayalet olmaktan çıkar ve karşımızda ete kemiğe bürünür.
Şimdi şu kritik sorular önem kazanıyor:
- Türkiye’de yaşanmakta olan bu büyük çaplı tasfiyelerden sonra FETÖ’nün gizli şebekesi (yani ordu, yargı, polis ve istihbarat içindeki elemanları) tamamen temizlenebilecek mi?
- Bundan sonra FETÖ’cülerin Türkiye’deki ve dünyadaki açık ağları nasıl bir dönüşüm geçirecek? Bu açık ağlar zaman içinde yer altına mı inecek, yoksa şeffaflaşacak mı?
- Türkiye’de FETÖ ile mücadelede gizli ve açık şebekedeki insanları ve aile yakınlarını (ki 15 Temmuz sonrası süreçte kamu görevine son verilen memur sayısı 50 bin kişinin üstünde) kapsayan bir radikallikten arındırma süreci ihtiyacı var. Bu ihtiyaç nasıl karşılanacak?
- FETÖ’nün gizli şebekesinin başta ABD ve etkin olduğu diğer ülkelerde kritik devlet kurumlarına sızmış uyuyan hücreleri var mı?