Türkiye, uzun yıllar boyunca farklı nedenlerden dolayı Ortadoğu coğrafyasına sırtını çevirmişti. Yüzyıllar boyu aynı coğrafyada yaşayan, aynı kültürel suda yıkanmış komşu ülke ve halklara uzak durmuş Ortadoğu çok yakın, ama bir o kadar da uzak diyar haline gelmişti.
Bu manzarada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki tercihinin Batı’dan yana çok net çizgilerle belirlenmesinin, Osmanlı coğrafyasından kesin kopuşun, birçok asılsız tevatürle karışık Arap düşmanlığının, soğuk savaş paradigması ile Amerikan dış politikasına biat etmenin payı vardı.
Kuşaklar boyu birçok siyasetçi, hariciyeci, gazeteci, akademisyen de böyle yetişti. Tabii ki bu zihniyette, Ortadoğu’yu Batılıların gözünden değerlendiren, Edward Said’in “oryantalizm” dediği bakış açısının da payı vardı. Oysa biz Türkiyeliler de o oryantalist bakışın odağındaydık. Belki de derdimiz, o kompleksi doğuya uzak durarak aşmaktı. Zaten en kötüsü “Doğulu Oryantalist” olmaktı.
*****
Uzun yıllar Ortadoğu’da gazetecilik yapan, naçizane Ortadoğu çalışan bir gazeteci olarak bu kopuşu bizzat gözlemleyenlerden biri olarak durumu tuhaf karşılamıştım. Reel politik çıkar anlayışlarının, önyargıların Ortadoğu halkları ile buluşmayı engellemesine karşı çıkmıştım.
Oysa Filistin bize çok yakın, Şam hiç yabancılık çekmediğimiz bir kent, Beyrut gerçek bir mozaiğin başkenti, Kudüs insanlığın ortak tarihinin işgal edilmiş ruhuydu. Diğer yandan bölge yıllarca (ve hâlâ) emperyalist güçlerin, büyük zenginlikleri halkıyla paylaşmayan diktatörlüklerle el ele tutuştuğu bir dünya merkeziydi. Kısaca Ortadoğu, handikapları, acıları, duyguları ile hem bizdendi hem de bizden ıraktı.
*****
11 Eylül sonrası dünya konjonktürü durumu değiştirdi. Müslüman ve Arap düşmanlığı hemen yanı başımızdaki coğrafyayı kan gölüne dönüştürdü. Irak’ın işgali, 2006 Lübnan savaşı, geçen yılki Gazze saldırısı ve daha onlarca gayri insani saldırılar Türkiye’deki bakış açısını farklılaştırmaya başladı. AKP’nin böyle bir konjonktür üzerine oturması da Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik ilgisini arttırdı.
Dış politik enerjisinin büyük kısmını bölgeye yöneltmesi kendi siyasi görüş ve tercihinden kaynaklansa da AKP’nin önemli bir adım attığını söylemek lazım. Bu yaklaşımın sadece “din kardeşliği” üzerinden yürütülmemesi, AB ekseninden kayılmadığı sürece devam ettirilmesi gerekiyor. Tabii ki bu durum reel politika adına Ortadoğu’daki anti demokratik yönetimleri, Amerika ile iş tutan şeriat rejimlerini, anti semitizmi, hatta dünya görüşünü paylaşmasak da Hamas’a yönelik haksızlıkları dile getirmeyi engellemiyor.
*****
Söylenmesi gereken şu: Türkiye’nin son dönemdeki Ortadoğu politikasını ne abartarak ne de küçümseyerek ele almak gerekiyor. Büyük sonuçlar alınır ya da alınmaz, her girişimden sonuç çıkar ya da çıkmaz ama bölgeyi yok sayma, küçümseme ve rol almaktan kaçınma politikası artık geçerliliğini yitirmiştir.
Ne Irak’ın işgaline karşı çıkmamız ve Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı dünyanın sonunu getirdi ne de Amerikan biatçılarının iddia ettiği gibi Türkiye çok zor durumda kaldı. Ne Halit Meşal ziyareti, ne Hamas arabuluculuğu Türkiye’nin prestijini sarstı. Tabii ki bunları da abartarak, Türkiye’nin bölgede çok önemli rol oynadığı yanılgısına düşmemek gerekiyor.
*****
İşte bu noktada Ahmet Davudoğlu’nun tüm süreçte oynadığı önemli role değinmek gerek. Davudoğlu, geçmişte de “fiili dışişleri bakanı” olarak bölge politikasını belirledi. Halid Meşal, Hamas girişimlerinin arkasındaki isim oydu. Belki el attığı tüm konularda istenilen sonuçları alamadı, bir kısmı yarım kaldı, bir kısmı tahmin edilen sonucu vermedi. Ancak, özellikle medya ile iletişim kurarak tüm süreçleri açıklıkla dile getirmeye, eleştirileri karşılamaya çalıştı.
Ama önünde bu kez zorlu bir süreç var. Çünkü artık danışman değil, Dışişleri Bakanı. Tahminler yine medya ile tüm konuları paylaşacağı yönünde. Ama Davudoğlu ile Türkiye’de Ortadoğu tabusunun yıkıldığı söylenebilir. Bu önemliydi. Şimdi “bakan” olarak Batı’ya nasıl “bakacağını” hep birlikte göreceğiz.