Çin, Dünya Sağlık Örgütü’ne yeni tip Koronavirüs salgını duyurusunu geçtiğimiz yılın son gün yaptı.
Buna rağmen 20 Ocak gününe kadar salgının boyutlarını saklamak, önemsiz göstermek için de elinden geleni yaptı.
20 Ocak’a gelindiğinde artık virüs tamamen kontrol edilemez hale gelmişti.
Çok önemli 20 gün boşa harcanmış ve Çin, Wuhan gibi koca bir kentte herkesi evine hapsetmekten başka bir çare kalmadığını da anlamıştı.
Çin, 11 Mart tarihinde virüsün yayılmasında tepe noktasına ulaşıldığını, hastalığın kontrol altına alınmakta olduğunu, yayılmasının giderek düştüğünü açıkladı.
Çin’in bunu sağlaması çok sıkı karantina ve sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte mümkün olabilmişti.
Bu bize şunu söylüyor: Çok sıkı karantina koşullarında bile virüsün yayılma hızının kesilebilmesi 2 ay içinde mümkün olabildi.
Bilim insanları, virüsün bir tehlike olmaktan tamamen çıkmasına ise daha çok zaman olduğunu söylüyor. Salgının hızı giderek düşecek ama tamamen yok olması daha çok zaman alacak.
İtalya’da ilk Koronavirüslü hasta 31 Ocak günü Roma’da tespit edildi. Kuzey’deki Lombardia bölgesinde 16 yeni hastanın tespit edildiği tarih ise 21 Şubat.
Bugün İtalya’da ilk ölümün üzerinden bir ay geçmiş bulunuyor ve virüsün yayılması durdurulabilmiş değil.
İtalya, hastalıkla mücadelede çok değerli olan ilk üç haftayı hiçbir şey yapmadan geçirdiği için bugün Çin’den daha çok ölümün gerçekleştiği ülke konumunda.
Türkiye’nin bugünkü durumu da İtalya’ya benziyor.
Önlemler alınıyor ama hep gecikilerek.
Oysa ne yapılması gerektiği çok açık. Nitekim Bilim Kurulu üyeleri de bunun için uyarıyor.
Eğer Güney Kore’nin imkanlarına sahip değilseniz, herkese test yaparak hastaları sıkı karantina koşulları altına alamıyorsanız, yapmanız gereken toplumu karantina altına almak.
Türkiye’de virüsün kendini göstermesi (11 Mart) ile ilk ölümün gerçekleşmesi (17 Mart) arasında geçen süre 6 gün.
Çin’deki salgının İran’a ulaşması ve bu ülkede ölümlü vaka sayısının hızla artmasından sonra Türkiye de değişik tedbirler aldı.
O günlerde yazdığım yazıda alınan önlemleri "Nasreddin Hoca’nın türbesine" benzetmiştim. (17 Mart 2020)
Bu süre içinde kahvehane barlar vs. kapatıldı ama lokantalar düne kadar açık kaldı.
Salgının Türkiye’ye girmesinin an meselesi olduğu günlerde maçlar seyircili oynandı, ertesi hafta seyircisiz oynandı, sonra tehir edildi.
Okullar kapatıldı, öğrenciler yurtlarından çıkıp otobüslere binerek, Türkiye’nin dört bir yanına dağıldılar. Kaçı beraberinde virüsü de taşıdı, bilmiyoruz.
Ve hâlâ ciddi bir karantina önlemi alınmış değil.
Vatandaşlarımızın, bilinçli bir sorumlulukla hareket edeceklerini varsayıyoruz ama eğitimlisi, eğitimsizi fark etmiyor, herkes sokaklarda.
İşyerleri tatil edilmediği için insanlar toplu ulaşımı kullanarak işlerine gidip gelmeye devam etmek zorundalar.
Ve hükümetin bulabildiği tek çare 65 yaşın üzerindekilere sokağa çıkma yasağı getirmek.
Onlar evlerinde oturacak ama virüsü onlara bizler götüreceğiz anlamına geliyor bu.
Hükümet durumu idare etmeye çalışıyor ama böyle yaptıkça bu işin daha da büyüme potansiyeli kazanmasından başka bir şeye de hizmet etmiyor.
Çin’deki durumu tekrar hatırlayalım: Sıkı karantina koşullarında bile virüsün hızının düşürülmesi 2 ayı buldu.
İtalya, bir ayı geride bıraktı ve hala yolun yarısında bile değil.
Hükümet, en ciddi önlemleri bugün almaya karar verse bile Nisan sonundan önce bunun sonuçlarını görebilmemiz mümkün olmayacak.
Bu gidişle Mayıs ayını bile kaybetmemiz ihtimali çok yüksek.
Bakkal hesabı yaparak, palyatif önlemlerle kendilerini oyalıyorlar ama farkında değiller ki acı reçeteleri uygulamaktaki gecikme bütün ekonomiyi çökertme tehlikesini de içinde barındırıyor.
Sağlık Bakanı, her gün televizyonlara çıkıyor, gazetecileri azarlamıyor diye "hükümetin bu işi çok iyi idare ettiğini" zannedenler var, bunu biliyorum.
Bunu yazdığım için bana kızacaklarını da biliyorum ama yazmak zorundayım:
Zamanında yapılabilecekleri yapmadıkları için şimdi çok daha ağır kararları almak zorundalar.
Bunu geciktirdikleri her günün bedeli daha çok ölüm olacak, üzgünüm ama gerçek bu, "hükümet bu işi çok kötü idare ediyor!"
* * *
Evde kal, çarşafları kemir Türkiye!
Günün gözde sloganı bu: Evde kal Türkiye!
Evde kim kalabilir?
Ben mesela. Emekli maaşım bankaya yatıyor, yazımı da evden yazabiliyorum. Artan zamanda kitap okurum, film izlerim, yemek pişiririm.
Ve benim gibiler kalabilir. Benim gibi olanlar kaç kişidir sizce?
Aşağı yukarı 20 milyona yakın 15 yaşından küçükler var, onları evde oturtabiliriz.
4 milyon 400 bin işsiz var, onlar da evde kalabilir.
28 milyondan biraz fazla insanımızın bir işi var.
Bunların yarısı hizmet sektöründe. Bunların önemli bölümü işe gitmez, evde oturursa aç kalır.
Varlıklarından bile haberdar olmadığımız bazı insanlarımız işe gitmezlerse, hayatımız yaşanılmaz hale gelir.
Çöpler toplanmaz, marketler çalışmaz, doğal gaz yanmaz vs.
Sanayi kuruluşlarında çalışanlar işe gitmezlerse neler olur, onu da tahmin edebilirsiniz.
Ekonomi çöker filan ama bütün hepsinden önemlisi, Türkiye evinde kalırsa, insanlarımızın kahir ekseriyetinin gelecek hafta ekmek alacak paraları olmaz.
Peki nasıl olacak da, "Türkiye, evde kalacak" ve virüsün yayılma hızı düşecek?
Bir tek yolu var: Devlet, kimsenin işini kaybetmeyeceğinin garantisini verecek. Herkesin cebinde hayatta kalabilmesini sağlayacak kadar para olmasını da sağlayacak.
Kimsenin şirketini de kaybetmeyeceğinin garantisi ile birlikte tabii.
Üç ay duracak ve üretim yapamayacak şirketlerin, prim ve vergi borçlarını üç ay ertelemenin ne faydası var? Bugün kazanamadığı için ödeyemediği vergi ve SGK’yı üç ay sonra hangi parayla ödeyecek?
Hükümetin, ağır kararları almakta neden tereddüt içinde olduğunun gerekçelerini bu tabloda bulabiliriz.
Ama şunu da unutmamak gerek: Bu iş uzadıkça, alınması gereken acı tedbirlerin maliyeti de, durdurulamayan virüsün hepimize ödeteceği bedel de daha ağır olacak.