"Bazı dostları" Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a, küçük esnafın dükkanlarını, iş yerlerini kapattığını söyleyince, "yok öyle bir şey" yanıtını almışlar.
Önce Erdoğan'ın deyimiyle "bazı dostları" kutlarım.
Demek ki Erdoğan ile konuşma fırsatını bulanlar içinde hâlâ "dost acı söyler" düsturuna inananlar varmış.
Tabii Erdoğan'a yaptıkları bu uyarı işe yaramadı.
Kapanan işyerlerinin sayısı son on ayda 27 bin olmuş, ne önemi var.
Erdoğan "yok" diyorsa, yoktur.
Hatırlarsınız "askıda ekmek" tartışmaları çıktığında da "evine ekmek götüremeyen yok" diye fırçayı basmıştı.
Onun için kapanan işyerleri yok diyorsa, onun için yoktur, o kadar!
Hatırlar mısınız bilmem 2002 yılının Aralık ayında Moskova'da fuar gezerken "Kürt sorununu çözün" diyen işçiye şöyle yanıt vermişti:
"Sorun var diye inanmayacaksın. Yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen, sorun ortadan kalkar. Biz böyle bir sorun yok diyoruz."
Erdoğan, kendisine hayran bir kişilik.
En basit eleştiriyi bile "hakaret" diye algılayıp, ayağa fırlamasının nedeni bu.
Onun yönettiği bir ülkede, evine ekmek götüremeyen de olamaz, dükkanını kapatıp, işsiz kalan esnaf da.
Hapishaneler düşünce "suçlusu" kaynarken, sık sık dünyanın en gelişmiş ve ileri demokrasisinin Türkiye'de olduğunu söylemesini de yadırgamayın.
Bunları kabul ederse, o muazzam egosu ciddi bir hasar görür.
Nasıl yani? Hem Erdoğan iş başında, hem de sorun var? Olacak şey mi?
Bu onun için kabul edilemez bir durum.
Gerçeğe uyar, uymaz bunun o kadar önemi yok.
Onun inandığı neyse, onun için gerçek odur.
Onun gerçeği, bazılarımıza gerçek ötesi gibi gelse de!
Erdoğan gibi "otoriter popülist" liderlerin benmerkezci ruh yapısının sonucu bu.
Buradan "gerçek ötesi siyaset" çıkıyor.
Sorunlar ortadan kalkıyor, Reis'in ve kitlesinin duyguları ön plana çıkıyor.
Gerçek önemini tamamen yitiriyor. İsterse 27 bin değil, 270 bin dükkan kapansın, fark etmiyor.
O sorun yok dedikçe sorun da olmuyor.
Ama elbette tamamen sorunsuz bir dünyada kendisine de gerek olmayabileceğini biliyor.
Sorun yoksa, vatandaşlar da oylarını "bir de bunu deneyelim, memlekette Reis'in çözmesi gereken sorun yok nasıl olsa" diyerek Bay Kemal'e verebilirler, hafazanallah.
Onlara kafalarını takmaları gereken esas sorunları tekrar tekrar hatırlatıyor ki yanlışlıkla başkalarının sözlerine meyletmesinler.
Ortada darbe yapacak kimse yokken ana muhalefeti darbeci ilan etmek, elindeki bütün propaganda gücünü kullanarak memleketin en önemli sorununun Bay Kemal olduğunu kanıtlamak, HDP'yi şeytanlaştırmak, gününe göre bir yabancı düşman seçmek gibi...
Zamanında "camileri ahır yaptılar yine yaparlar" korkusu yaymak gibi.
O iktidarda olmazsa sokaklarda başörtülü kadınların kovalanacağı izlenimini yaratmak gibi.
"Valime nasıl militan dersin" gibi.
Valilerin parti militanı gibi davranıyor olmasının bir önemi yok çünkü. O, militan değil diyorlarsa, militan değil, o kadar!
* * *
Bankalar Kanunu'nu hatırlayan kaldı mı?
Ziraat Bankası'nın üst düzey yöneticilerine hatırı sayılır maaşlar ödendiği, Sayıştay'ın son raporuyla ortaya çıktı.
Sözcü'den Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre 9 üyeli yönetim ve denetim kurulu üyelerinin maaşlarının tavandan hesaplanması halinde bile yıllık 2 milyon 300 bin lira olması gerekirken, 5 milyon 400 bin liraya ulaştığı tespit edilmiş.
Bankanın bu üst düzey yöneticilerine ayrıca harcamaları banka tarafından ödenen kredi kartı da verilmiş.
Sayıştay'ın bu konuda ayrıntılı bilgi talebi de Banka yönetimi tarafından görmezden gelinmiş.
Biliyorsunuz, Sayıştay, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına kamu kurum ve kuruluşlarının denetimini yapan, bağımsız bir kurumdur.
Raporlarını TBMM'ye sunduğu gibi, kamu zararına yol açan durumları da kesin hükme bağlar.
Ancak Erdoğan rejiminde Sayıştay'ın kamu kurumları tarafından ciddiye alınmayan bir kurum haline dönüştürüldüğü de bir gerçek.
Nitekim, gördüğünüz gibi sorularına yanıt vermeye tenezzül bile etmeyen kurumlarımız var.
Onun için konunun bu kısmını şimdilik kapatıyorum. Çünkü konunun diğer boyutu mesleğimizin jargonunda "daha seksi" olarak nitelenebilecek bir durum.
O da bankayı zarara uğratan ya da fona devredilmesine yol açan yöneticilerinin, şahsi mal varlıklarıyla sorumlu tutulması durumu.
Bu iktidar döneminde kamu bankalarının, "yukarıdan gelen talimatlarla" boylarını çok aşan kredileri, asıl faaliyet alanlarıyla da ilişkili olmayan konularda bol keseden dağıttığı bir ticari sır değil.
Mesela "çiftçinin dostu" Ziraat Bankası'nın kredisiyle Demirören Grubu'nun, Doğan Medya'yı satın alması.
Ya da "esnafın dostu" Halkbank kredilerinin, otoyol inşa eden müteahhitlere gitmesi gibi!
Bu tür krediler, her zaman siyasi bir kararla verildi ve banka yöneticilerinin yukarıdan gelen bu emirleri uygulamaması bugünkü Türkiye'nin düzeninde mümkün değil.
Bu kredilerin başına ileride bir iş gelirse ve o sırada Erdoğan da iktidarda değilse, bugün "ballı maaş" peşinde koşanların başlarına ne işler açılır, tahmin edebilirsiniz.
Onun için geleceğe yönelik riskin büyüklüğü, bugünkü maaş düzeyini de belirliyor diye teselli bulabiliriz.
Tabii TBMM'nin kendisi adına denetleme görevini yerine getiren Sayıştay'ı ciddiye alıp yanıt vermeyenlere sesini çıkarmazken, bir yazısında "Tbmm" yazdı diye gazeteciyi hapse attırmak istemesindeki garabet de ayrı bir eğlence konusu.