AKP Genel Başkanı, Türkiye’nin, Suriye Milli Ordusu’ndan bir grubu, Hafter güçleriyle savaşmak üzere Libya’ya götürdüğünü açıkladı.
Zaten bilinen bir konuyu, resmen teyit etti. Şöyle dedi:
"Suriye Milli Ordusu’ndan oraya gidenlerin ortak paydaları var. O ortak paydalar çerçevesinde onlar Libya’da bulunuyorlar. Kiminle beraber? Şu anda Suriye’de bizimle beraber mi bunlar? Bizimle beraber. Bizimle beraber olan bu kardeşlerimiz orada da beraber olmayı kendilerine şeref telaki ediyorlar. Ve oraya gidişlerinin bir manevi boyutu da ayrıca var. Ama bundan Bay Kemal anlamaz."
Suriye Milli Ordusu’nun, Libya’da bulduğu "ortak payda", Müslüman Kardeşler olmalı.
"Bay Kemal’in anlayamayacağı manevi boyut" da herhalde siyasal İslamcı ümmetçilik!
Erdoğan’ın ideolojik saplantıları nedeniyle kendisini Müslüman Kardeşler'in hamiliğine tayin ettiği bir sır değil.
Bu nedenle Suriye’de işlerin bu hale gelmesinde önemli bir rol oynadı, bu nedenle Türkiye – Mısır ilişkileri bozuldu. Katar dışındaki Körfez ülkeleriyle "papaz olmasının" nedeni de bu.
Ve öyle görünüyor ki Suriye Milli Ordusu adı verilen ve Erdoğan’ın yerlere göklere sığdıramadığı, Kuvayı Milliye’ye benzettiği bu örgüt yakın bir gelecekte artık Türkiye’nin iç sorunlarından biri olacak.
Libya krizinin başında Suriye Milli Ordusu’ndan bazı birliklerin bu ülkeye gönderilmesi söz konusu olduğunda yayımlanan haberleri hatırlayalım:
Maaşlarını Libya’nın Serrac hükümeti ödeyecekti.
Militanların İngiliz basınına verdiği demeçlere göre kendilerine dönüşte "TC vatandaşlığı sözü" de verilmişti.
Bu durum, yanıtını hiç alamadığımız bir soruyu tekrar gündeme getiriyor:
Suriye’nin görünür geleceğinde Esad’sız bir çözüm artık yok.
Esad’ın yönetmeye devam ettiği bir ülkede kendisiyle savaşan bu "unsurlar" ne olacak?
Gidebilecekleri bir tek yer var artık: Türkiye!
Deyim yerindeyse "ipten kazıktan kurtulmuş, insan öldürmek üzere eğitilmiş ve buna artık alışmış" bir ordu insan ile birlikte yaşamaya başlamak durumunda kalacağız.
Bunun ülkemizde ne tür sorunlar yaratabileceğinin farkında mıyız?
* * *
Gazeteci görünce şaşırdı tabii!
Bu işi Saray çevresinde kim yapar, buna kim cesaret edebilir bilmiyorum ama ben gönüllü olarak bu göreve talibim!
Ne de olsa söz konusu olan kişi TC Cumhurbaşkanı sıfatını haiz ve biz TC vatandaşları olarak onun iyiliğini istemek durumundayız.
Çözüm sürecine bila bedel katılmak istediğim sorun şu: Cumhurbaşkanı, gazetecilerle muhatap olmayı unutmuş! Ona bunu yeniden hatırlatmak gerek.
Uçağa bindirdiği, gazeteci kılığına sokulmuş maiyet memurları bu işin asıl sorumluları.
O yüzden Fox TV muhabiri "birkaç tane şehit sözünüz eleştiriliyor, ne diyorsunuz" diye soruyu pat diye sorunca bir an afalladı, şaşırdı.
Sonra yine iyi toparladı, başkası olsa şallak mallak olurdu vallahi!
Ve Fox TV’yi önce gazete olmaya davet etti, sonra yalan haber yazıyor dedi ki bu sözü söylediğine ilişkin video filmleri youtube’da cirit atıyor!
Sonra en iyi bildiği şeyi yaptı ve bir de baktık suçlu Bay Kemal olmuş.
"Biz rakam da olur, sayısal olarak o dediğiniz ifadeyi de kullanmış oluruz. Beni muhalefet mi yargılayacak. Arkadaşlar bizim kendimize ait iki tane Libya'da şehidimiz var. Şimdi bu rakamı ben açıkladım. Bay Kemal ne yapacak bunu?" diye sordu.
Benden duymuş olmasın ama evet bayım, muhalefet yargılayacak!
Maalesef demokrasilerde işler böyle yürüyor, soru soran muhalefet değil, soruyu yanıtlamayan iktidar sorumlu tutuluyor.
Buna "eleştiri" diyoruz ki muhalefetin işi de budur zaten.
Muhalefet eleştirir, varsa bir yanıtınız siz de onu söylersiniz.
Kabul edin ki söylediğiniz söz, sadece Türkçe bilginizin zayıflığı ile açıklanabilir bir şey değil.
Bu iftihar edilecek bir durum değil tabii ama şu güzel ülkede kendi dilimizi bile öğretmeyi başaramayan bir eğitim sistemimiz var ne yazık ki.
Ama bir Cumhurbaşkanı, en azından, şehitlerden söz ederken, kullandığı kelimeleri özenle seçmesi gerektiğini öğrenebilir.
Atalarımız ne demiş: Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp!
Bunu, politik amaçlarınız için, şehit sayısını az göstermek amacıyla yapmadığınızı varsaymak istiyorum elbette!
* * *
Pilotu hapse atmakla iş bitiyor mu?
İstanbul’da pistten çıkarak parçalanan uçak ile ilgili soruşturmada, Pegasus uçağının pilotu tutuklandı.
Savcılık bu tutuklama ile neyi hedefliyordu, bilmiyorum ancak bu kaza ile ilgili soruşturmanın dönüp dolaşıp iki pilotun başına patlama olasılığının giderek yükseldiğini düşündürtüyor bana.
Uçağın kara kutularının deşifresi elbette birçok gerçeği ortaya koyacak ama hepsini değil.
Türkiye’de havacılık sektörünün hızlı büyümesi sonucunda ortaya çıkan kaptan pilot açığının, "hızlı eğitimle" çözülmeye çalışıldığını biliyoruz.
Hatta uçak şirketleri kendi pilot okullarını bile kurdular, pilotlar eğitim için gerekli uçuş saatlerini yolculu uçuşlarda tamamladı.
Pistten çıkan uçağın kaptanının uçtuğu uçaktaki kaptanlık tecrübesi 1 yıl. Hollandalı ikinci pilot, zaten tecrübe kazanmakta olan 1,5 yıllık bir pilot.
Bu durumda suçlu sadece pilot mudur, tecrübesi yetersiz iki pilotu aynı kokpite koyup, uçurtan mı?
Türkiye’de çok sayıda yabancı ikinci pilotun bulunduğu, bunun nedeninin kendi ülkelerinde uçuş saati yetersiz olan ikinci pilotlara eğitim vermek olduğu iddiaları var. İddiaya göre havayolu şirketleri bu işten para da kazanıyorlar.
Bu doğru mu? Bu uçuş için risk teşkil etmiyor mu?
Yabancı ikinci pilotun Türkçe bilmediği için kulenin anonsunu anlamadığı ile ilgili haberler vardı.
Ulaştırma Bakanlığı, kulelerde havacılık dili İngilizceyi bilmeyen elemanlar mı çalıştırıyor?
Havayolu şirketlerinin (Pegasus dahil) uçuş okullarındaki eğitimin düzeyini kim denetliyor? Sertifikalar nasıl veriliyor? Bunlar uluslararası kabul edilebilir standartların içinde mi?
Pistin eskimiş olmasının, bu kazadaki rolü nedir? Böyle bir "yorgun" pistte, bu tür kazaların olması öngörülemez miydi?
Pist kusurluysa, bu meydanı sivil uçuşlar için açık tutanın kusuru ve kazadaki sorumluluk payı nedir?
Bütün bu soruların yanıtını alamayacağımızı şimdiden söyleyebilirim.
Tren kazalarındaki müteselsil sorumlular ne kadar tespit edilip, cezalandırıldıysa, bu uçak kazasında da aynı şey olacak.
Makinisti ve pilotu hapse atarak sorunu çözdüğümüzü zannedeceğiz, yeni bir kaza gelene kadar!
Göz göre göre gelene ne kadar "kaza" diyebiliriz, bilmiyorum!