19 Kasım 2020

Diyarbakır'da doğru söyler, İstanbul'da şaşar

Türkiye'de suç işleyen memuru önce amiri korur. Onun korumasının yetmediği durumda, yargılama kaçınılmaz olursa da mahkeme o görevi üstüne alır, suçlu memuru korur. Onun için Türkiye'de işkence de bitmez, polisin silah kullanma yetkisini kötüye kullanmasının önüne de geçilmez

Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nin bir sanık ile ilgili kararını okurken gözlerime inanamadım, "nihayet!" dedim, "bir ceza davasında, yargılamanın nasıl yapılması gerektiğini bilen bir hakim de çıktı!"

Mahkemenin sanık hakkındaki beraat kararında şöyle deniliyordu:

"Sanığın bu suçu işlediğini gösterir ve cezalandırılmasına yeter nitelikte her türlü kuşkudan uzak, kesin ve inandırıcı delil elde edilememiştir."

Beni çılgın bir sevince boğan bu durum, aslına bakarsanız bütün ceza yargılamaları için geçerli olmalıdır.

Ceza yargılamasında, deliller suçu ortaya koyacak netlikte değilse, sanığın o suçu işlediğine ilişkin olarak ortaya konulan deliller kuşkulu ise ya da hakim suçlu olmasından kuşku duyduysa, o yargılama beraat ile bitmelidir.

Sanık, gerçekten suçlu da olsa böyle olmalıdır, gerçekten masum da olsa böyle olmalıdır.

Çünkü ceza yargılamasında kuşku, sanığın lehine bir durumdur.

Yargıç, beceriksiz polis ve yetersiz delil ile iddianame kuran savcının sorumluluğunu sırtında taşımaz.

Soruşturmayı bilerek eksik bıraktıklarını düşünüyorsa da bunlar hakkında suç duyurusunda bulunur, sanığı da salıverir.

Diyarbakır'daki yargılamada da beraat kararı bu nedenle çıkmış.

Niye Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Oda TV'ciler, Cumhuriyet gazetesi mensupları için böyle olmamış diye de sormayın.

Sebebi çok basit: Çünkü o yargılamalar siyasi! Normal bir yargılama olsa, çoktan hepsinin beraat etmiş olması, hapistekilerin de dışarı çıkmış olması gerekirdi. Normal bir ülkede, zaten o davalar da açılmazdı ya, orası ayrı bir hikâye.

Aslına bakarsanız, ceza yargılamasının gereklerini yerine getiriyor gibi görünen Diyarbakır'daki karar da siyasi!

Diyarbakır'da eksik soruşturmadan kaynaklanan kuşku nedeniyle beraat eden kişi, cinayet suçlamasıyla yargılanan bir polis memuru.

Kurban da silahsız olduğu ayan beyan ortada olan, kolayca yakalanabilecekken polisin açtığı ateş ile öldürülen Kürt genci Kemal Kurkut.

Zaten en başından beri idare, bu genç vatandaşımızı öldüren polisi aklamak için yarışa girmişti.

Vali, yarı belinden yukarısı çıplak olan Kemal Kurkut'un "canlı bomba" olduğunu iddia etmişti, hem de gözlerimizin içine baka baka!

Sonrası bilinen hikâye.

Türkiye'de suç işleyen memuru önce amiri korur. Onun korumasının yetmediği durumda, yargılama kaçınılmaz olursa da mahkeme o görevi üstüne alır, suçlu memuru korur.

Onun için Türkiye'de işkence de bitmez, polisin silah kullanma yetkisini kötüye kullanmasının önüne de geçilmez.

Ama işte geriye böyle mahkeme kararları kalır.

Ceza yargılamasının gerekleri mecburen hatırlanır.

"Peki o sanık için söz konusu olan bu sanık için niye söz konusu olmuyor" diye sorarız ama alacağımız yanıt büyük bir sessizlik olur.

* * *

Mafyanın kanatları altında

Türkiye’nin nasıl bir ülke haline geldiğinin en açık örneklerinden birini iki gündür yaşıyoruz.

Organize suç örgütü yöneticisi, kendisi için özel hazırlanan af ile hapishaneden salıverilen bir adam, Türkiye’nin ana muhalefet partisi genel başkanını açıkça tehdit ediyor.

Tehditleri arasında bolca hakaret savurmaktan geri de durmuyor.

Ve iki gündür bunu yapan kişi hakkında ilgili savcılığın bir soruşturma başlattığını da duymadık.

Savcılar adına utanç verici bu durumu bir kenara bırakın.

İktidarın küçük ortağının bir de bu tehditlere sahip çıkmasına ne demeliyiz?

Belli ki Devlet Bahçeli, kendi çaresizliğini bir Mafya şefinin arkasına saklanarak, "dava" kılığına sarıp örtmeye çalışıyor.

İktidarın büyük ortağı da sesini çıkarmadığına göre durumdan hoşnut olmalı.

Kestaneleri tutabileceği bir maşa bulmanın tatlı huzuru içinde sanırım.

Geçmişte, bu tür karanlık ilişkileri, bu amaçla kullanabileceğini zannedenlerin ülkenin başına ne çoraplar örülmesine neden olduklarını da mı hatırlamıyorlar?

Mafyanın kanatları altına saklanarak, muhalefeti rahatça tehdit edebileceklerini, susturabileceklerini zannediyorlar.

Türkiye giderek hukuksuzluğun egemen kural haline geldiği bir ülkeye dönüşüyor.

Mafya gemi azıya almış, işi siyaseti tehdide kadar vardırabiliyor ve kimse ona dokunmuyor.

AKP iktidarının,18 yılda Türkiye’yi getirdiği yer burası.

Mafya, iktidarın fedailiğine soyunmuş durumda ve onlar da bunu zevkle kabullenmişler belli ki.

Bunu bile gururunuza yedirebiliyorsunuz ya, size ne diyeyim, bilemiyorum!

* * *

Nasreddin Hoca tedbirlerinde ısrar

Uzakdoğu ülkelerinin deneyimi açık olarak gösteriyor ki salgına karşı sert kapanma önlemleri almak, hem can kaybını minimuma indiriyor hem de salgının kontrol altına alınmasıyla birlikte ekonomik canlanma da daha hızlı gerçekleşiyor.

Bu zaten sürpriz bir durum da değil.

16 Haziran 2020 günü T24'te yayımlanan yazımda, bu konudaki simülasyonlara ve tarihteki salgınlardaki deneyimlere yer vermiştim. ("Bilgiye Önem Vermemenin Bedeli" başlıklı yazıma, buradan ulaşabilirsiniz.)

Salgının birinci dalgasında, kapanan ülkeler, kapanmayan ve sürü bağışıklığını deneyenlere göre çok çok daha az can kaybı verdiler ve ekonomileri de daha az zarar gördü.

Ancak ülkemizdeki iktidarın, bu tür bilimsel gerçekleri görebilecek durumu yok.

Çünkü bu işi yönetebilecek çapta bilgili insanlara, bu iktidarın yönetici kadrosunda yer yok.

Nitekim salgın ikinci dalgasına ulaşmışken dün açıkladıkları önlemler, Nasreddin Hoca'nın türbesinden beter.

Hafta sonunda 10.00 – 20.00 saatleri dışında sokağa çıkma yasağı mesela.

Türkiye'deki kentli yaşamın birazcık farkında olan herkes bilir ki hafta sonlarında sokakların en kalabalık olduğu saatler 10.00 ile 20.00 saatleri arasıdır.

Bunun dışındaki saatlerde sokağa çıkmayı yasaklamak, neye hizmet edecek?

Alış veriş merkezleri, marketler, berberler gibi işletmeler de en yoğun saatlerine, zaten 10.00 – 20.00 saatleri arasında ulaşmıyor mu? Bu saatler dışında kapatmanın ne anlamı var?

Bu tedbirler ile hastalığın yayılmasını önleyebilmek mümkün olmayacak, birçok vatandaşımız yok yere hayatlarını kaybedecek.

Hastalığın yayıldığı semtler dikkate alındığında da görülecek olan şey açık: Kent içi toplu ulaşımı (servisler dahil) kullanmak zorunda kalan işçiler en büyük risk grubu.

Hiç olmazsa kent içi ulaşımda salgının birinci evresindekine benzer bir rahatlama sağlayabilecek düzeyde kapatma uygulamak gerekiyordu.

Bir kez daha gördük ki bu hükümetin önceliği yaşamak için çalışmak zorunda olan dar gelirliler değil.

Havuz müteahhitlerini koruyup, kollamaktan başka dertleri yok gibi görünüyor!

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"