Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Gezi protestoları ile ilgili derdi bitmiyor.
Psikolojik olarak neye işaret ediyor tam olarak bilemem, zaten benim işim değil.
İşin insani kısmı doğal olarak bizleri ilgilendirmez. Ama sosyal ve siyasal etkileri hepimizin sorunu olmalı.
Cumhurbaşkanı, o dönemde Fethullahçılar tarafından kandırılıyordu. Bunu ben söylemiyorum, kendisi de açıklamıştı.
Onlar ne dese ona inanıyordu.
Hatta üzerinize afiyet; Kabataş’ta başı örtülü bir hanım kızımıza saldırmışlar, pusetteki bebeğini havalara fırlatmışlar, bu zavallı kadının bir de üzerine işemişlerdi.
Ellerinde eldivenler, başlarında bandanalar, üzerlerinde deri pantolonlar vardı, karın kaslarını göstermek için tişört filan da giymemişlerdi. Ben diyeyim 60, siz deyin 70 kişiydiler.
Düşünün ki bu cinsel fanteziye bile inanmış, bunu doğruymuş gibi meydanlarda tekrarlamıştı.
Oysa bu güzel ve yalnız ülkemizde yaşayan herkes bilir ki çocuklu bir kadına saldıranı en önce durduracak kişiler o sırada civarda olan herhangi birileridir.
Bizim ülkemizde bunu yapmaya cesaret edecek kişi, karşısında Müslüman ya da ateist en az yüz kişiyi bulur.
O günlerde Fethullahçı çetenin polisleri çadırları yaktırırken, propaganda makineleri de böyle yalanları üfürüyorlardı. Ve Cumhurbaşkanımız da saf ve iyi niyetli bir Müslüman olduğu için bu palavralara kanıp, propagandaya alet oluyordu.
Bu yalanlardan biri de camiye giren Gezicilerin, söylemekten hicap duyacağım, acayip işler yaptığıydı.
Bu yalanı onaylamadığı için caminin dürüst Müslüman imamını bile başka yere sürdüler.
Dün baktım, Cumhurbaşkanı yine aynı şeyi söylüyor.
“Bezm-i Alem’e bira şişeleriyle girdiler, Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisimizi yağmaladılar.”
Bunlar gerçekle bağdaşmıyor aziz Müslüman kardeşlerim.
Sanırım Saray’da Fethullahçı sızma var; ejder meyvesi şerbeti içip, alttan alta yalanlarını doldurmaya devam ediyorlar.
İşte buraya yazıyorum: Başbakanlık ofisinde bir kağıt bile yırtılmadı! Kimse camide içki de içmedi.
Can derdine düşmüş insanlar camiye alem yapmaya değil, canlarını kurtarmak için girdiler.
Aklınızı başınıza toplayın. Ayıptır, yazıktır, günahtır! Namaz kılarken selamladığınız Melekler, yaptığınız her şeyi kaydediyor, unutmayın!
***
Bay Recep Tayyip Erdoğan?????
Oldum olası insanlara nasıl hitap etmem gerektiği ile ilgili sorular beynimi kurcalamıştır.
“Bey” mi diyeyim, “ağabey” mi?
“Teyze” mi uygun olur, “abla” mı?
Eşine “Naciye Hanım Teyze” dersem, kocasına “Necdet Bey Amca” mı demeliyim, “Necdet Amca” yeterli olur mu?
Karışık bir iş vesselam, deli dolu yazar kalem!
Rahmetli Bülent Ecevit, siyasal jargonumuza 'sayın' kelimesini sokan adamdır.
O günden beri siyasette muhatabınızdan söz ederken 'sayın' demek adettendir.
Şimdi isimlerini vermeyeceğim, gereksiz bir polemik olmasın diye.
12 Eylül öncesinde, ben genç bir muhabir iken bir TBMM oturumunda bir milletvekili sözünü kesen oturum başkanına şöyle demişti: “Sayın Başkan, size sayın diyorsam, iç tüzük gereğidir!”
Lafı uzatmayayım, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan söz ederken artık 'Bay Kemal' diyor.
Ana muhalefet partisinin lideri olmak önemli bir durum. Siyasi geleneklerimizde ve TBMM İç Tüzüğü'nde bunun protokol açısından bir anlamı ve bir değeri var.
Buradan çıkarak düşünüyorum ki Cumhurbaşkanı bunu hakaret etmek amacıyla söylemiyor olmalı.
Demek ki 'zamanın ruhu' denilen şey gereğince artık siyasette muhatabınıza 'sayın' yerine 'bay' demek daha uygun.
Onun için acaba bundan sonra ben de eski alışkanlığımı terk etsem mi?
Biliyorsunuz “Sayın Cumhurbaşkanı” filan diye yazıyorum.
Madem artık 'sayın' demode oldu, şimdi 'bay' moda, bundan sonra ben de mi bunu kullansam?
Bay Recep Tayyip Erdoğan? Bay Cumhurbaşkanı? Bay AKP Genel Başkanı? Bay Tarım Bakanı?
Doğrusunu isterseniz, karar veremiyorum. Üstelik annem de böyle garip konuşmamdan çok hazzetmeyebilir. Ben yine en iyisi 'sayın' demeye devam edeceğim.
Nezaket ve karşımızdakine sadece insan olduğu için göstermemiz gereken saygı, 'sayın' ifadesini daha anlamlı hale getiriyor.
***
Sinyal gerekmez, Fatiha yeterlidir!
Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan, Ankara’daki tren kazasının ardından şöyle konuştu:
“Sinyalizasyon sistemi, demiryolu işletmeciliği için olmaz ise olmaz bir sistem değildir.”
Demiryolları ile ilgili ilk teorik bilgilerimi Red Kit’ten aldım.
Şaka değil, bütün ciltleri okudum. Çinlilerin neden San Fransisco’da çamaşırcılık ve kuru temizleme işi ile uğraştıklarını, demiryolu inşaatlarında çalışanların French Press kahveyi nasıl yaptıklarını, sığır yetiştiricileri ile demiryolu yatırımcılarının uzlaşmaz çelişkisini Red Kit’ten öğrendim.
Red Kit ekolünden gelen Turgut Özal, Cumhurbaşkanı bile oldu, bunu da “by the way” söylemiş olayım!
Red Kit’ten öğrendiğime göre de demiryollarında sinyalizasyona gerek yoktu.
İstasyon şefi kulaklarını raylara dayar, biraz dinler ve sonra cep saatine bakıp tren bekleyenlere şöyle derdi: Santa Fe treni, 9.25’te istasyonumuzda olacak!
Ona göre düdüğünü çalar ve makasçı, treni istasyona sokacak makası açardı.
Yani arkadaşlar şunu söylemeliyim ki tren işletmeciliğinde, hassas bir kulak, bir düdük, 'Chemin de fer' (bu DDY Türkçesinde şimendifer anlamına gelir, demir yolu demektir) saat yeterlidir.
'Şimendifer köstekli saat' deyip geçmeyin. Üzerinde lokomotif resmi olan Omega, Zenith ya da Serkisoff marka olur ki ben Serkisoff’u tek geçerim!
Ulu Hakan Abdülhamit’in İngilizler ile Almanları kafa kafaya tokuşturması anlamına gelen dış politikası da 'Şimendifer Siyaseti' diye bilinir, bu bilgi de “by the way”!
Lafı uzatmayalım, düdük, kulak ve köstekli saat ile trenleri gayet iyi yönetebilirsiniz, sinyalizasyona gerek yoktur.
Tabii o yıllarda trenlerin hızı saatte 50 kilometreyi bile geçmiyordu.
Mesela 1804’te Cardiff-Pennydarran arasındaki 16 kilometrelik yolu tren 5 saatte almıştı.
Şimdi biraz hızlandılar tabii.
Ben Japonya’da Hokuriku Shinkansen’e bindim, saatte 259 kilometre hız yapıyordu.
Yasemin İtalya’da okurken bindiğim Trenitalia Frecciarossa, saatte 354 kilometre yapıyordu.
Manş Tüneli'nden geçip Avrupa’ya gidenlere de bindim ama ne ismi aklımda kalmış, ne de hızı.
Şimdi tabii trenler böyle hızlanınca kulak-düdük-köstekli saat üçlüsü işe yaramıyor.
O zaman ne yapıyoruz? Ölenlerin ruhu için Fatiha okuyoruz.
Tren kazasında kaybettiğimiz canlara rahmet, yakınlarına ve biz sıradan Türklere sabır diliyorum.