Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eğer yapılacak olursa Kanal İstanbul'un üzerinden geçecek ilk köprünün temel atma töreninde şunu söyledi:
"İstanbul Boğazı en kalabalık gemi trafiklerinden birine sahiptir. 1930'larda yılda ortalama üç bin gemi geçiyordu. Günümüzde bu rakam 45 bine ulaştı. Yapılan projeksiyonlar 2050 yılında Boğaz'dan geçecek gemi sayısının 78 bini bulabileceğini gösteriyor. İstanbul Boğazı'nın güvenli geçiş kapasitesi 25 bindir."
2021 yılında yapılan bir temel atma töreninde Cumhurbaşkanı'nın niye 1930'lardaki gemi geçiş sayısı örneğini verdiğini, niye 1453'e kadar geri gitmediğini anlayamadım.
Örneği 1930'lardan veriyor ki söylediği sözün, söz olarak bir anlamı olsun.
Oysa 1453'e kadar gitseydi, rakam daha çarpıcı olurdu: O yıllarda yılda 100 gemi geçiyordu, şimdi 45 bin gemi geçiyor gibi!
Cumhurbaşkanı, örneği geçtiğimiz 10 yıldan verseydi 78 bin rakamını nasıl bulduğunu da açıklaması gerekecekti ki onu da açıklaması mümkün değil.
Artık sokakta misket oynayan çocuklar bile biliyor ki deniz taşımacılığında gemi tonajları artıyor. Yükler, artık daha büyük gemiler tarafından taşınıyor.
Bunun sonucunda da ticaretteki deniz taşımacılığının payı artsa da gemi sayısı azalıyor.
Nitekim Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü verilerine göre 2007 yılında 56 bin 606 gemi geçen İstanbul Boğazı'ndan 2020'de geçen gemi sayısı 38 bin 404.
2007 yılından bu yana geçen gemi sayısı her yıl azaldı. 2011'den itibaren sayı 50 binin altına indi. Son on yılda geçen gemi sayısı 10 bin adet düştü.
Yani Cumhurbaşkanı ya feci şekilde yanıltılmış ya da hepimizi çocuk yerine koyup, kandırmaya çalışıyor.
Boğaz'dan geçecek gemi sayısının artması mümkün değil.
Kanal İstanbul için 2026 yılı için verilmesi planlanan geçiş garantisi 54 bin 927.
Bu rakama Boğaz'dan en çok geminin geçtiği 2007 yılında ancak ulaşılmıştı.
2039 için verilen garantili geçiş sayısı ise 68 bin.
Öyle görünüyor ki bu hesaplar "kafadan sallama usulüne göre" yapılmış.
Köprülerden geçmeyen araçların parasını Hazine'den nasıl ödüyorsak, buna bir de geçmeyen gemiler eklenecek.
Onun için önerimi tekrarlıyorum:
Ciddi bir hesaplama komitesi kurulsun ve AKP müteahhitlerinin bu işten kaç para kazanabilecekleri, bu büyüklükteki bir kamu ihalesi için dağıtılması zorunlu avantaların ne kadar tutacağı hesaplansın. Bu parayı nakden ve defaten "hak sahiplerine" ödeyelim ve bu işten kurtulalım.
Böyle yaparsak hem Hazine'den daha az para harcamış oluruz hem de Trakya, Karadeniz ve Marmara'ya bu kanalın verebileceği çevresel zarardan kurtulmuş oluruz.
Cumartesi günü temeli atılan köprüyü de bir an önce bitirelim ve "israf anıtı" olarak kullanmak üzere gelecek kuşaklara miras bırakalım.
Yılda bir günü de (mesela davet usulüyle yapılan ilk ihale hangi gün yapıldıysa) "devletin malı deniz, yemeyen domuz bayramı" ilan eder, kutlamalarını da bu köprünün üzerinde yaparız.
* * *
Kim "söke söke" alabilir?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara geldiklerinde Kanal İstanbul için harcanacak paraları ödemeyeceğini söyleyince, Cumhurbaşkanı çok kızdı:
"Bu ne terbiyesizlik" dedi, "Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar. Bunları da öğren. Bunlar tam manasıyla çaylak" diye devam etti.
Kılıçdaroğlu da yanıt verdi: "Bize sökmez!"
Böyle yap – işlet – devret sözleşmelerinde uluslararası tahkim yetkilerinin de yer aldığını biliyoruz.
Onun için sözleşmeleri, cezasını ödemeden feshetmek o kadar kolay değil elbette.
Ancak daha önce de dikkatinizi çekmiştim, eğer bu ihalelerde açık yolsuzluk ve usulsüzlük yapıldığı kanıtlanabilirse, beş kuruş bile ödemeden sözleşmeleri feshetmek mümkün, hatta tazminat alma ihtimali bile var.
Bunun için ihale süreçlerinin nasıl işlediğinin ortaya konulması önemli ki bizde bu tür ihalelerin hepsi özel davetle, adrese teslim yapılıyor.
Hiçbiri rekabete açık değil, oluşan fiyat, piyasa fiyatı da değil.
Mesela Zafer Havaalanı sözleşmesinin tazminatsız feshi son derece kolay olacaktır.
Bir yıllık yolcu garantisi olarak verilen yolcu sayısı, bölgedeki tüm nüfustan fazla çünkü.
İhalelerin fahiş fiyatlarla yapıldığını ortaya koymak da aynı şekilde sözleşme feshine olanak verir.
"Şehir Hastaneleri" sözleşmeleri için kolayca kullanılabilecek bir yöntem bu.
Normal olarak bu işlerde usulsüzlük ve yolsuzluklar yapıldığını mahkeme kararlarıyla ortaya koymak gerekir.
Türkiye'de mahkeme kararlarının, iktidarlar tarafından nasıl kolayca etkilenebildiğini biliyoruz ancak Anayasal dokunulmazlıkları da unutmamak gerek.
Ama en garantili yöntem, AKP iktidarının herkese öğrettiği yöntem!
Yani vergi ve devletin tüm denetleme kurumlarını kullanabileceğiniz "konvansiyonel" bir savaş!
Devletin eşitsiz gücünü kullanması da diyebiliriz buna.
Kuşkusuz ki devletlerde devamlılık esastır ancak bunu "yolsuzluklara kesintisiz devam etmek" olarak yorumlamamak da gerekir!
* * *
Zulümle iktidarda kalamazsınız
Maltepe Miting Alanı'nda yapılması planlanan İstanbul Onur Yürüyüşü'nün yasaklanmasıyla ilgili İstanbul Valiliği kararı, valinin kendi yetersizliğini ortaya koyan bir karar.
Vali Bey, şöyle diyor:
"İl sınırlarımız içerisinde provokatif eylem ve olayların meydana gelebileceği, açık yer toplantısına katılacaklar da dahil olmak üzere halkın huzur ve güvenliğinin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin, genel sağlığın ve genel ahlakın, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması, olası şiddet ve terör olaylarının önlenmesi, provokatif eylem ve olayların yaşanmaması için söz konusu açık yer toplantısının düzenlenmesi Valiliğimizce uygun görülmemiştir."
Adı üzerinde miting yapılsın, vatandaşlar Anayasa'dan kaynaklanan haklarını serbestçe kullansınlar diye yapılmış bir meydanda niye miting yapılamayacağının gerekçesi: Valiliğin kendi aczini ifadesi!
O kadar polis ve jandarmasıyla güvenliği sağlayamayacakmış!
Bu vatandaşları aptal yerine koymaya çalışan bir bürokratın uydurduğu bir yalandır.
Valinin derdi burada yazdığı şeyler değil, onur yürüyüşünü yasaklamak.
Nitekim polisin, İstanbul'da bir gazeteciyi öldürme kastı da içeren müdahalesi bunu gösteriyor.
O gün binlerce polis, vatandaşların huzur ve güvenini sağlamaya çalışmak, şiddet olaylarını önlemek için kullanılacağına, bizzat şiddet uygulamak için İstanbul sokaklarına çıkmış gibiydi.
Erdoğan rejiminin, demokratik hakların kullanımını bazı kesimlere ait bir şeymiş gibi gördüğünün açık bir kanıtı bu.
Bazıları toplantı ve gösteri yürüyüşü yapabilir, bazıları yapamaz!
Buna keyfi olarak karar veren bir idarenin olduğu bir yerde de demokrasi yok demektir.
Bu beyleri Taliban ve IŞİD gibi benzerlerinden ayıran şey ise şimdilik LGBTİ+ bireyleri cezalandırmak için damdan atmıyor olmaları.
İstiyorlar ki bu insanlar görünmez olsunlar, seslerini çıkarmasınlar, haklarını kullanmaya kalkmasınlar.
Yürüyüşü onun için yasaklıyorlar, polisin aşırı şiddet kullandığı müdahalesini kayda geçirmeye çalışan gazetecinin hayatına bunun için kast ediyorlar.
Gerçekten çok zavallılar!