06 Aralık 2022

Çığırından çıkan vize retleri: Batı'nın "ortak nefret objesi" mi olduk?

Batı'da yükselen popülizmin "dış düşman bulma ihtiyacını" bizler mi karşılayacağız?

Oyuncu Deniz Türkali ve yazar Y.T.'nin vize başvuruları Federal Almanya Başkonsolosluğu tarafından reddedildi.

Vize başvurusu reddedilenler arasında Cihangir Muhtarı Halil Kalafat da varmış.

Bunları Tuğrul Eryılmaz'ın T24'te yayımlanan yazısından öğrendim.

Yazar Y.T. niye rumuzla yazılmış da ismi açıkça yazılmamış, anlayamadığımı söylemeliyim.

Bir insanın, hele de ülkenin tanınmış bir yazarının vize başvurusunun reddedilmesi kendisi açısından ayıplı bir durum değildir.

Böyle bir durumda utanması gereken konsolosluk yetkilileri olmalıydı.

Yoksa Y.T., adı açıkça yazılırsa bir daha vize almayabileceğini düşünerek isminin yazılmasını istemedi mi, bunu da bilmiyorum.

Burada ilginç olan tek tek vize başvuruları reddedilenlerin durumu değil.

Türkiye'nin önde gelen oyuncularından birinin vize başvurusu geri çevriliyor, oyuncu birliklerinden, sivil toplum kuruluşlarından çıt çıkmıyor.

Tanınmış bir yazarın vize başvurusu geri çevriliyor, yazar birliklerinden, yayıncılardan, ses yok.

Bir muhtara vize verilmiyor, Muhtarlar Federasyonu, yerel yönetim yetkilileri, siyasi partiler "bu nasıl iş" diyemiyor.

Gazetecilerin vize başvuruları, onlarca evrak ve kayıt mercek altına alınıp incelendikten sonra ya çok kısa sürelerle kabul ediliyor ya da reddediliyor; ancak bu durum gazeteci örgütlerinin de medya kuruluşlarının da umurunda değil.

Gazetecilerin sık sık kapısını çalıp görüşlerini alarak başkentlerine rapor eden, Türkiye içinde basın davetleri organize eden diplomatlar, konu vize meselesindeki saçmalıklara geldiğinde "Biz vize işleriyle ilgili değiliz" deyip, işin içinden sıyrılıyor.

Gazetecilere gelince... Türkiye'deki işleri için sürekli kendileriyle mesai yapan yabancı diplomatların, vize sorunları gündeme geldiğinde "Bizim için sadece Edirne'ye kadar gazetecisiniz" dercesine sergiledikleri kayıtsız tavrı yıllardır sineye çekip tepki göstermemelerini anlamak mümkün değil. 

Normal olarak Dışişleri Bakanı'nın, ilgili büyükelçiyi çağırıp bu rezilliğin nedenini sorması gerekir ama belli ki Bakan, bu işlere uzaktan bakmakla yetinen bir seyirciden ibaret.

En son örnekte vize başvuruları reddedilen yukarıdaki üç kişi, bir yolunu bulup Almanya'ya iltica edecek, orada dönerci açacak değiller.

Buradaki hayatlarını bırakıp, Almanya'ya yerleşecek değiller. O ülkeye gitmeleri için tek neden turistik ya da kültürel gezi olabilir.

Metin Kaan Kurtuluş'un T24'te yayımlanan vize dosyası çalışmasına göre 2015 yılında Schengen ülkelerinden geri çevrilen vize başvurusu yüzde 4 civarında imiş.

2020'de yüzde 13,78'e kadar yükselmiş. Geçtiğimiz yıl 19,02'ye ulaşmış. Önümüzdeki örneklere bakacak olursak 2022 daha da yüksek bir oranda gerçekleşecek.

Kabul ediyorum ki Türkiye'de zorlaşan hayat koşulları, gençlerin bu ülkenin geleceğinden ümidi kalmaması gibi nedenlerle Schengen bölgesi ülkelerine şu ya da bu yolla girip, yerleşmek isteyenlerin sayısında artış olması kaçınılmaz.

Bu ülkelerin de Türkiye'nin Suriyeli ve Afganlara yaptığı gibi sınırlarını açıp herkesi buyur etmelerini bekleyemeyiz; "siz ensar olun biz muhacir" diyemeyiz. Bu da bir başka gerçek.

Onun için vize işlemlerindeki sıkıştırmayı bir yere kadar anlayabilmek mümkün.

Ama öyle görünüyor ki bu iş, bu endişelerin çok ötesinde bir boyuta gelmiş bulunuyor.

İşte bir yazar, bir oyuncu ve bir muhtarın başına gelenleri görüyoruz!

Davetli gazetecilere bile -başvuruları reddedilmezse- üç – dört günlük vize verildiği bir dönem bu.

Bu, Recep Tayyip Erdoğan'a kızdıkları ve bu nedenle Türk vatandaşlarını cezalandırmak istedikleri için mi yapılıyor?

Yoksa düpedüz bir ırkçılıkla mı karşı karşıyayız?

Avrupalı "kibar NAZİ'lerin" kendilerine seçtikleri yeni düşman Türkler mi?

Batı'da yükselen popülizmin "dış düşman bulma ihtiyacını" bizler mi karşılayacağız?

Batı'nın "ortak nefret objesi" mi olduk?

Çizgi: Tan Oral

* * *

Bakan'dan "vesayetçilik" itirafı

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, başörtüsü ile ilgili olarak yapılması planlanan Anayasa değişikliği teklifinin imzaya açıldığını söyledi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun kendilerine verdiği pası böylece gole çevirmek istiyorlar.

Başörtüsü değişikliği şekerine bulayıp, saklamak istediği ise vatandaşların yaşam tercihlerini devletin müdahalesine açık hâle getirmek istemeleri.

Sözünü ettikleri "gol" bu.

Bakan şöyle diyor:

"Türkiye'de kim evlilik birliğinin kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulduğu gerçeğini reddedebilir? Gelecekte bu ülkede buna dönük bir tehdidin emareleri gözüktüğü için şimdiden tedbir alıyoruz."

Birinci cümle doğru.

Türkiye'de evlilik birliğinin kadın ve erkek arasında kurulduğunu tartışan yok.

Eşcinsellerin bile şu anda böyle bir talebi yok ki aslında böyle bir taleple ortaya çıkmalarında da bir tuhaflık olmazdı.

Bu en temel insan hakkıdır, insanlar kendi istedikleri gibi yaşarlar.

Devletlerin vatandaşlarına nasıl yaşamaları gerektiğini söylediklerinde nelerin yaşanabildiğini İran'da görüyoruz.

İkinci cümle ise haddini aşıyor.,

"Gelecekte buna yönelik bir tehdidin emaresi" dediği şey, gelecekte halkın çoğunluğunun karar vereceği bir konu.

Ülkede böyle bir talep gelişir ve halkın çoğunluğu da bunu uygun bulursa, niye bugünden rahatsız oluyorsunuz?

Halkın iradesine ipotek koymak mı niyetiniz?

12 Eylül darbecilerinin vesayet endişelerinden ne farkı var bunun?

"Gelecekte buna yönelik bir tehdidin emaresi" diye yola çıktığınızda bugün aklımızda dahi olmayan birçok konuyu geleceğe yönelik olarak yasaklamak istediğiniz ortaya çıkmıyor mu?

Bakan öyle bir cümleyi ağzından kaçırdı ki zihninin gerisindeki bütün İslamcı faşist düşünceleri de ele veriyor.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ

* * *

Bundan daha "nesnel" ne olabilir?

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, İstanbul Beykoz'da doğal sit alanı içinde yer alan bir bölgenin planını değiştirip imara açtı.

Büyükşehir Belediyesi'nin bu karara itirazı üzerine, mahkeme "imar planı değişikliğinin nesnellikten uzak ve hukuka aykırı" olduğuna karar vererek, planı iptal etti.

Ne kadar eğlenceli bir ülkede yaşıyoruz, değil mi?

Bakanlık, "iklim değişikliğiyle" filan mücadele edecek ama ormanlık alanın imara açılmasını da "şehircilik ve çevrecilik" açısından uygun bulmuş!

Öte yandan mahkemenin kararına itirazım var.

Mahkeme "imar planı değişikliğinin nesnellikten uzak olduğuna" karar vermiş ama şiddetle yanılıyor.

Bu imar planı değişikliği durduk yerde olmaz.

Düşünün kocaman bir arazi, bir sınırından karayolu geçiyor. Karayolunun öbür tarafı villalar, lüks sitelerle dolu.

Şimdi düşünelim: İmar planı değişikliğiyle aslında beş para kazanamayacağınız, üzerinde en fazla piknik yapabileceğiniz ormanlık bir arsanız bir anda nasıl bir mücevhere dönüşüyor?

100 villa yapsak, 1'er milyon dolardan satsak ki o bölgede çok daha fazlasına satabiliriz, 100 milyon dolarlık bir iş bu.

Sizce bu cironun kaçta kaçını bu planı değiştirmeye harcamak akılcı olur?

Yüzde 10? 10 milyon dolar yani.

Mahkemenin arayıp da bulamadığı nesnellik bu işte.

Bu hayatta 10 milyon dolardan daha "nesnel" olan ne olabilir?

Bir tek sorun var tabii: Bu para kul hakkı yenmeden kimler arasında, nasıl paylaşılmalı?

Kim bilir, belki bu işlere bakan Bakan da merak eder, belki bizlere de söyler.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın İstanbul Beykoz'da doğal sit alanını plan değişikliğiyle imara açtığı kararı, İBB'nin itirazı sonucu mahkeme tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edildi.

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı

Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. 

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

Yazarın Diğer Yazıları

İnsani bir karar verebilecek mi?

Tıp bilimine göre kocama hâli bulunan kronik hastalıklara sahip insanlar 400 gündür Erdoğan'ın insafa gelmesini bekliyor. "Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama" nedeniyle cezaevinde yatmaları hayati sakıncalar yaratan insanlar, yetersiz tıbbi destek nedeniyle hayatlarını kaybederlerse, kusura bakmasın ama bunun sorumlusu bizzat devleti yönetenler olur

Önce ne kadar "özgürlükçü" olduğunu görelim

Türkiye, Erdoğan'ın iktidara geldiği günden daha özgürlükçü, daha demokratik, daha sivil bir ülke değil. Hak ve özgürlüklerin asker vesayetinde kısıtlanmasıyla, Saray vesayetinde kısıtlanması arasında fark yok. Bu "özgürlükçü, sivil Anayasa" bahsi her açıldığında aynı şeyi haykırmak gerekiyor: Önce ne kadar özgürlükçü ve sivil olduğunu göster, gerisini sonra konuşalım

Artık ne istediğini açıkça söylemeli

Cumhurbaşkanı'nı seçtik ve memleketi düzgünce yönetsin, haklarımızı korusun diye emrine ne istediyse verdik... Ve şimdi o da elinde bunca imkân varken çıkmış, "1 Mayıs'ı propaganda aracına dönüştürmek isteyen terör örgütlerine istismar zemini hazırlanmamalıdır" diyor. Terör örgütlerinin faaliyetlerini önleyebilmesi için bütün bir kenti evine hapsetmesi gerekiyormuş demek ki!