Böyle bir ilişkide her zaman söylenecek bir söz, verilecek bir öpücük vardır
Bu haftaki sohbetimize Amerikalı polisiye – gerilim yazarı ve senarist Raymond Chandler'den bir alıntıyla başlamak istiyorum:
"İlk öpücük sihirli, ikinci öpücük samimi, üçüncü öpücük rutin".
Birbirini seven iki kişi arasındaki ilişkiyi zehirleyen durumu, lafı dolandırmadan bu kadar basitçe açıklayabilmek için sanırım insanın polisiye yazarı olması gerekiyor.
Unutmayalım ki bir edebi tür olarak polisiye yazmak zaten böyle bir yeteneğin varlığı ile mümkün.
Chandler'in bu sözlerini hatırlamamı sağlayan memleketimizin iki süperstarının bu ay iki ayrı dergiye verdiği demeç oldu.
Kıvanç Tatlıtuğ, L'Officiel dergisine verdiği demeçte eşi Başak Hanım'a olan aşkını şu cümlelerle anlatıyor:
"Ben Başak'ı her gün bambaşka türlü sevmeyi öğrendim. Çok sevmek yetmedi çünkü... Bir insanı sevmek, onun mutluluğu için çaba gösterdiğinde başlıyor.
Onun gözlerindeki mutluluğu hissettiğim vakit karnım doyuyor. Bu öyle bir şey. Onun yapmış olduğu şeyleri, seçimlerini desteklemek en önemlisi. Yoksa herkes evleniyor. Evleniyorsun işte... Devamını getirebilmek asıl mesele."
Tatlıtuğ, "üçüncü öpücük rutin" aşamasına gelmeden hemen önce yapılması gerekenleri özetliyor sanki.
İkinci süperstarımız Cansu Dere. Artık sadece Türkiye'de değil İspanyolca konuşulan coğrafyada da tanınan önemli bir sanatçı.
Kült aşk
Yıllar önce bir arkadaşımın evinde bir yemekte tanışmıştım, o günkü halinden tavrından, konuşmalarından çıkardığım sonuç şu olmuştu: Gelip geçici bir oyuncu olmayacak.
Nitekim yanılmadığımı görüyorum.
Dere de Elle dergisine bir demeç vermiş, şunu söylüyor:
"Aşkta yapılan hata her halde sonsuza kadar süreceğini sanmak."
Gördüğünüz gibi ülkemizin iki süperstarı arasında ciddi bir görüş ayrılığı var.
Tatlıtuğ'un aşkını sonsuza kadar sürdürebilmek konusunda ayak dirediğini, buna karşılık Dere'nin de bunu bir hata olarak gördüğünü böylece öğrenmiş bulunuyoruz.
Hatırlarsınız iki hafta önce Jennifer Lopez – Ben Affleck aşkının yeniden alevlenmesi üzerine yazdığım yazıda da bu konuya değinmiştim.
"Ölümsüz bir aşkın" sırrının ilişkinin ilk günlerindeki fırtınayı korumayı başarabilmekte olduğunu söylemiş, "Bunun için de çok güçlü iki kişilik gerekli. Aynı potada erimeyi kabul etmeyen, birbirine benzemeye direnen iki güçlü kişilik" diye de eklemiştim.
Bu hafta size bir aşk hikayesi daha anlatacağım.
1960'ların sonlarında başlayıp, "ölüm onları ayırana kadar" süren Jane Birkin – Serge Gainsbourg aşkını!
"Bohem dünyanın kült aşkı" diye tanımlanan bu aşk, birbirlerini gerçekten delicesine seven ama bir türlü bir arada da yaşayamayan iki sevgilinin aşkının, hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren örneklerden biriydi.
Çevrenize bakarsanız, isimlerini pek kimselerin bilemeyeceği böyle daha nice âşık olduğunu da görürsünüz, buna eminim.
Ancak onların öykülerini bilmiyoruz.
Kimse tanımadığı için o unutulmaz öyküler, küçük bir çevrenin içinde kalıyor ve zaman içinde bilenlerle birlikte sonsuzluğa uğurlanıyor.
18 yaş fark
Jane Birkin ve Serge Gainsbourg, ilk kez "Slogan" isimli filmin setinde tanışmışlardı, aralarında 18 yaş fark vardı.
Jane, küçük bir İngiliz gonca gülüydü, Serge ise ayyaş bir Fransız!
Filmin yönetmeni Pierre Grimblat, iki başrol oyuncusunun birbirleriyle kaynaşmasının film için iyi olacağını düşündüğünden onları bir akşam yemeğinde bir araya getirdi.
Serge, yemekte her zamanki gibi şarap şişelerini birbiri ardına devirdi, sigaranın birini yaktı, diğerini söndürdü, hiç ama hiç konuşmadı.
Jane, bu tuhaf adamın kendisinden hiç hoşlanmadığını düşünmüştü.
Havayı ısıtmak için dans etmeyi teklif etti, Serge istemeyerek de olsa dansa kalktı ama dans boyunca Birkin'in ayağına bilerek basmayı ihmal etmedi.
Yemeğin sonunda bir gece kulübüne, oradan da bir Rus müzikholüne gittiler. Votka su gibi akıyordu.
Sabah güneş doğarken Serge, Rus kemancıları kulübün önündeki kaldırıma dizmiş, Jane ile dans ediyordu.
Sonunda otele gittiler, Serge'in odasına çıktılar ve kolayca tahmin edebileceğiniz gibi Serge daha yatağa uzanır uzanmaz sızıp kaldı.
Jane, odadan çıktı, yeni açılan plakçıdan sabaha karşı kaldırımda dans ettikleri şarkının plağını satın aldı, gidip sarhoşluktan sızmış Serge'in ayaklarının arasına sıkıştırdı, kendi oteline gitti.
Saatler sonra Serge ayıldı, plağı buldu, pikaba koyup bir Gitanes yaktı, Jane'i aradı.
Eros oklarını fırlatmış, Serge'i de, Jane'i de tam kalplerinden vurmayı başarmıştı.
O günlerde Jane, James Bond film müziklerinin efsanevi bestecisi John Barry'den yeni boşanmıştı.
En iyi aşk şarkısı
Serge ise Brigitte Bardot ile geçirdiği bir gecenin ruhunda açtığı yarayı henüz saramamıştı.
İlginç olan Serge Gainsbourg gibi bir tipin, kadınlarla ilk karşılaşmasındaki beceriksizliğiydi.
Bardot, Gunter Sachs ile evliliğinden mutsuzdu ve peşinde dolanıp duran Serge'e bir şans vermeye karar vermişti.
İkisi bir akşam yemeğinde buluştular ve Serge yine şişelerce içki, paketlerce sigara içti, Bardot'nun yüzüne bile bakamadı, ağzından bir tek kelime söz çıkmadı.
Brigitte Bardot gibi kendisini "tanrıça" olarak gören bir kadın bu işe çok sinirlenmişti.
Sabah telefonla Serge'i uyandırmış, bir şans daha istiyorsa kendisi için dünyanın en iyi aşk şarkısını bestelemesi gerektiğini söylemişti.
Beste, ertesi gün hazırdı ama hafızalarımızda iz bırakması Bardot'ya değil, Jane'e nasip olacaktı: Je t'aime moi non plus!
Bu şarkı, BBC'nin tarihi boyunca radyolarında ya da TV kanallarında çalınmasını yasakladığı 16 şarkıdan biri unvanını elinde bulunduruyor.
Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkıları içinde yerini kuşkusuz almış bir şarkı ama bundan da önemlisi belki de dünyanın en erotik şarkısıydı J et'aime.
Birkin hala bu iddiaları reddediyor ama şarkının geri planındaki "erotik mırıltılar ve inlemelerin" çiftin yataklarının altındaki bir kayıt cihazı ile Serge tarafından kaydedildiği söyleniyordu.
Serge daha sonra şöyle anlatacaktı: "1969 erotik bir yıldı ve biz de öyle hatırlanmaya devam ediyoruz."
Birbirlerine deli gibi aşıklardı ama aynı çatı altında uzun süre birlikte olamayacak kadar da kendilerine göre yaşamak peşindeydiler.
Öyle bir aşk ki Serge, Jane'in başka erkek bestecilerin şarkılarını söylemesine bile tahammül edemiyordu.
"Başka bir bestecinin şarkısını söyleyebilmem için bestecinin ya ölmüş ya da Amerikalı olması gerekiyordu" diye anlatmıştı Jane.
Bir kızları da olmuştu, Charlotte. Birbirleriyle son konuşmaları 1991 yılında telefonda oldu. Serge, Jane'i aramış ve şunu söylemişti:
"Sana kocaman bir pırlanta aldım. Sana aldığımı kaybetmiştin, artık bunu takarsın."
"Off Serge" diye yanıtlamıştı Birkin, "İçmeyi bırak artık."
Ölüm ayırdı
Bunu kime söylediğini gözünüzün önüne getirin, Serge, yıllar önce kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmıştı ve taburcu olunca şu demeci vermişti:
"Ömrümü uzatmak için içki ve sigarayı artıracağım."
Birkin ile Gainsbourg'un öyküsü, ölüm onları ayırınca bitti.
Birkin hala yaşıyor belki de bu öykünün bittiğini söylemek için aceleci davranmış bile olabilirim.
Aşka ömür biçenlere, süre verenlere takmayın kafayı.
Bazen öyle aşklar yaşanır ki bu bitmez, bitirmek istesen de bitirmek istese de!
İki özgür ruh gerekir bunun için, öncelikle!
Kendi varlığı konusunda ayak direyen, çekimine kapıldığı insanın ruhunun içinde eriyip yok olmayı reddeden iki kişi.
Böyle bir ilişkide her zaman söylenecek bir söz, verilecek bir öpücük vardır.
Ve o son söz söylenmeden, son öpücük verilmeden de aşk bitmez, bitirilemez.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Kadınların toplumsal hayatta eşit bireyler olarak yer almaya başlamasının erkeklerde yarattığı rahatsızlık dünyanın en önemli seçiminin kaderini belirlemiş olabilir mi? Bu konuyu ele alan The New York Times’taki makale, Trump’ı iktidara taşıyanın, iş hayatında geri kalan düşük eğitimli erkeklerin yarattığı öfke dalgası olduğu önermesini ortaya atıyor...
Her kadın, hayatını nasıl bir erkekle geçirmek istediğini gayet iyi bilir. Bunun için upuzun bir liste sayabiliriz. Ancak her 100 kadına karşılık 101 erkeğin yaşadığı bu küçük mavi küremizde tüm kriterleri aynı anda karşılayabilecek tek bir erkeğin bile bulunmaması başlıktaki sorunun yanıtı olabilir
Yasunari Kawabata’nın “Uyuyan Güzeller” isimli romanı arzulara ket vurmanın zorluğunu, genç kadınların yaşlı erkeklere “hizmet” verdiği bir ev üzerinden anlatıyor. Kawabata’nın romanını yazarken Lacan okuyup okumadığını bilmiyorum ama Lacan zamanında “İnsanın suçlu olabileceği tek şey arzusundan kaçınmasıdır” demişti. Bir düşünün bakalım, siz ne kadar suçlusunuz?