08 Şubat 2020

Bu sabah yalnız uyandım, sensiz olmaz

Aşk ilişkilerinde, her iki taraf da daha çok sevenin, daha çok fedakarlık yapanın kendisi olduğuna inanır. Ve bu inanç, aşk ilişkisini zehirleyen, aşkı ölüme doğru sürükleyen bir inançtır ve çoğunlukla da "boş" inançtır

Lord George Gordon Byron, toprağı bol olsun, şöyle demişti: "Aşk, erkeğin hayatının yalnızca bir parçası, kadının ise bütün varlığıdır."

Üvey kız kardeşi Augusta ile aralarında bir ilişki olduğu dedikoduları ayyuka çıkınca, sisli ve soğuk İngiltere’yi terk edip, 1818 yılında Avusturya işgali altındaki Venedik’e taşınmıştı.

Kaçıp, kendini unutmak ve unutturmak isteyen bir insan, günümüzde Venedik’i neden tercih ediyorsa, o yıllarda da neden aynıydı.

Erotik maceralar peşinde koşan, İngiltere’nin en kötü şöhretli yazarı, courtesanların en ünlülerinin yaşadığı Venedik’i seçmeyip de nereye gidecekti?

"Courtesan", rönesans sonrası Avrupa sosyetesinde önemli bir görevi yerine getiren "bir tür fahişe" anlamına geliyor.

"Bir tür fahişe" diyorum çünkü, tam olarak nasıl tarif etmem gerektiğini bilmiyorum.

Bizim toplumsal kültürümüzde bunu karşılayacak bir "eylemli kadın" figürü yok, o nedenle doğal olarak bunu tanımlayacak bir kelime de yok.

Şöyle anlatmaya çalışayım: Gözünüzde canlandırmanız gereken kadın tipi; bilgili, kültürlü, şiirden, edebiyattan, politikadan anlayan, hoş sohbet ve güzel bir kadın.

Günümüzde bu vasıflara sahip çok kadın bulabiliriz ama Rönesans sonrası yıllarda, kadınların erkeklerin mülkü olarak görüldüğü, görevlerinin çocuk doğurmakla sınırlandığı bir dönemden söz ediyorum.

Bu çok özel kadın, asillere hizmet ediyor, sayısız aşığı var ama buna karşılık hemen hemen hiç bir hakkı yok.

Herkes ona aşık olabilir ama o kimseye aşık olma hakkına sahip değildir.

Yazının başında aktardığım Byron sözünü hatırlayalım: Aşk, kadının bütün varlığıdır!

Bir courtesan birisine aşık olur ve "o hayattan" çekilip, çıkarılırsa, o mikro evren güneşini yitirebilir çünkü.

* * *

"Tehlikeli Güzellik" filmini seyrettiniz mi?

Filmde öyküsü anlatılan kadın bir courtesandı.

Bedenine hapsedilemeyen özgür ruhu, erkekleri nasıl dize getirebileceğini gayet iyi biliyordu.

Lord Byron, bu amaçla Venedik’e gitmişti.

Casanova’ya özenip bir Palazzo’nun duvarından tırmanarak bir kadının yatak odasına girmek isterken, Canal Grande’ye ya da Venedikliler gibi söyleyecek olursak Canalasso’ya düşmüş ama boğulmamıştı.

Zaten Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçtiğini de biliyoruz, iyi yüzücüydü.

Byron’un Venedik’e giderken hayal ettikleri gerçek oldu mu, bilmiyoruz.

Ancak, anılarını temize çeken, Frankestein’ın yazarı Mary Shelley’nin söylediğine göre, "içinde fazla bir şey yoktu!"

Gerçi Byron daha sonra "Anılarımın gerçekten önemli bütün bölümlerini atladım, ölülere saygıdan ve yaşayanlara ya da ikisi birden olanlara duyduğum saygıdan yaptım bunu" diyecekti.

* * *

Talmud’un Yaradılış bölümünün 1. Bab’ında Adem’in ilk eşi olarak Lilith’den söz ediliyor.

İbrani mitolojisine göre Lilith, Adem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldığı için Adem’in kendisine eşit olduğu görüşündedir. Bu nedenle Adem ile birlikte olmayı reddedip, kaçar.

Lilith’den sonra Tanrı, ismi bilinmeyen bir başka eş daha yaratır ve Adem de bu yaradılışı seyreder.

Gördüklerinden çok etkilenir, yeni eşi kabul edemez.

Üçüncüsünde, Tanrı, Adem’i uyutur ve kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır.

Havva sonuçta erkeğin bir parçasından yaratıldığından ona tabi olur.

Bizim Ahmet Güneştekin de Lilth’den esinlenerek yarattığı eserleri Venedik Bienali sırasında kanallar kentinde sergilemişti.

Erkekler ile kadınların "fıtratları gereği" asla tam olarak eşit olamayacaklarını öneren öğretiler, kutsal kitaplardan kaynaklanıyor.

Lilith, Adem ile kendisini eşit gördüğü için onunla bir ilişkiyi kabul etmemişti. Buna karşılık Havva, Adem’in bir parçası olduğunu düşünüyordu. Kendisini Adem ile eşit görmüyordu, eşitsiz bir ilişkiye razıydı.

Acaba, bugün aşk ilişkisinde eşitsizlikten söz edilirken de kafamızın gerisinde bu dini öğreti mi yatıyor diye düşünüyorum.

Aşk ilişkilerinde, her iki taraf da daha çok sevenin, daha çok fedakarlık yapanın kendisi olduğuna inanır.

Ve bu inanç, aşk ilişkisini zehirleyen, aşkı ölüme doğru sürükleyen bir inançtır ve çoğunlukla da "boş" inançtır. Bitmiş aşkların ardından yazılmış şarkılarda, şiirlerde bunun izini görürüz.

"Geçmişi ondan geri alma" isteğinin ardında bu yatar. "Ben onun için nelere katlandım ama o benim için o çok küçük hareketi bile yapmaktan kaçındı" inancı.

İşin ilginç tarafı bu şarkıları, bitmiş aşkın arkasından her ikisi de söyler. "Karşı taraf" suçludur, "ben" değil.

Peki ikisi de aynı şarkıyı söylerken, aynı şeyi hissettiğine göre suçlu iki taraf da olmalı değil midir? Bırakan kim? Kalan mı, yoksa giden mi? Giden neden gitti? Bunda geride kaldığını düşünenin payı nedir?

Bu sorulara kimse samimi bir yanıt veremez. Evet, bu soruların yanıtını kendi içinde gayet iyi biliyordur ama aynaya bakarken bile yüksek sesle söyleyemez.

Kabahat, altın ve mücevher işlenmiş bir kaftan bile olsa, kimse onu kendi sırtında görmek istemez.

Lafı o kadar uzattım ki asıl konuya girmeye fırsat bulamadım, kusura bakmayın.

Oysa Wilma Elles’in bu hafta gazetelerde yayımlanan bir sözüne getirecektim lafı.

Şöyle demişti: "Aşk her şeyi affeder!"

Ama ne yazık ki bana ayrılan "bite"ların sonuna geldik, bakarsınız haftaya kaldığımız yerden devam ederiz.

Tabii bir "fikri sıçramaya" maruz kalmaz isem!

Yazı bitiyor, Müslüm Gürses geliyor: Sensiz olmaz!

"Yazıyla bunun ne alakası var" diye soracak olursanız söyleyeyim: Kim bilir, belki var, belki yok!

Yazarın Diğer Yazıları

Kadınlar neden istediklerini elde edemezler?

Her kadın, hayatını nasıl bir erkekle geçirmek istediğini gayet iyi bilir. Bunun için upuzun bir liste sayabiliriz. Ancak her 100 kadına karşılık 101 erkeğin yaşadığı bu küçük mavi küremizde tüm kriterleri aynı anda karşılayabilecek tek bir erkeğin bile bulunmaması başlıktaki sorunun yanıtı olabilir

Ne kadar suçlusunuz?

Yasunari Kawabata’nın “Uyuyan Güzeller” isimli romanı arzulara ket vurmanın zorluğunu, genç kadınların yaşlı erkeklere “hizmet” verdiği bir ev üzerinden anlatıyor. Kawabata’nın romanını yazarken Lacan okuyup okumadığını bilmiyorum ama Lacan zamanında “İnsanın suçlu olabileceği tek şey arzusundan kaçınmasıdır” demişti. Bir düşünün bakalım, siz ne kadar suçlusunuz?

Yine yakmış yar mektubun ucunu!

İnsanlar birilerini beğendiklerinde artık sosyal medyadan “direkt yürüyorlar.” Oysa flört etmenin, hepsi bir diğerinden heyecanlı bin türlü yolu var ve işin tadını artıran da bu hazırlık aşamaları...

"
"