29 Aralık 2024
ABD Soğuk Savaş döneminden itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde çıkarlarını korumak ve jeopolitik rakiplerine karşı üstünlük sağlamak için çok farklı stratejik ortaklıklar kurdu. Bu stratejik ortaklıkların bazıları köktendinci gruplarla olan karmaşık ilişkilerle şekillendi. Ancak zamanla bu ilişkilerin çoğu ciddi hayal kırıklıklarına ve uzun vadeli sorunlara yol açtı.
ABD'nin köktendinci gruplarla ilk anlamlı teması 1980'lerde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi sırasında yaşandı. Sovyet yayılmacılığını durdurmak isteyen Washington bir yeşil kuşak oluşturmak amacıyla Afgan mücahitlerine mali ve askeri destek sağladı ve bu grupları Sovyetler Birliği'ne karşı savaşı desteklemeye teşvik etti. Ancak bu destek uzun vadede ABD için ters tepti ve El Kaide gibi radikal terör örgütlerinin doğmasına zemin hazırladı.
Usame bin Ladin gibi liderlerin ABD' in Afganistan'daki desteğinden faydalanarak güç kazandığı, daha sonra bu gücün ABD'ye karşı kullanıldığı 11 Eylül 2001 saldırılarıyla açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu olay ABD'nin köktendinci gruplarla kurduğu stratejik iş birliğini yeniden düşünmesine yol açmış olsa da benzer hatalar farklı bölgelerde tekrarlandı.
ABD’nin El Kaide ile yaşadığı tecrübeler Soğuk Savaş sonrası uluslararası güvenlik mimarisinin dönüşümüne ve terörizm tehdidinin değişen doğasına ışık tutan kritik bir örnek teşkil eder. Bu ilişki 1980’li yılların sonlarından başlayarak 21. yüzyılın ilk on yıllarına uzanan bir zaman diliminde hem ABD’nin dış politikasında hem de küresel güvenlik stratejilerinde köklü değişimlere yol açtı.
El Kaide Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali döneminde Afgan mücahitlerini desteklemek için bölgeye akan yabancı gönüllüler ve fonlar sayesinde gelişti. Bu dönemde ABD Sovyet nüfuzunun yayılmasını engellemek amacıyla Afgan mücahitlerine dolaylı yollardan mali ve askeri destek sağlıyordu. Bu politik ortam El Kaide’nin kurucusu Usame bin Ladin gibi aktörlerin Afganistan’da rahatça örgütlenmesine olanak tanıdı. Her ne kadar ABD doğrudan El Kaide’yi kurmuş ya da resmen desteklemiş olmasa da Sovyet karşıtı strateji çerçevesinde dolaylı biçimde yaratılan jeopolitik boşluk ve silahlı gruplara akıtılan kaynaklar El Kaide’nin çekirdek yapılanmasının temellerinin atılmasında önemli bir etken oldu.
1990’ların başından itibaren El Kaide ABD hedeflerine yönelik çeşitli saldırılarda bulunarak adını duyurdu. 1998’de Tanzanya ve Kenya’daki ABD büyükelçiliklerine yapılan eş zamanlı bombalı saldırılar örgütün küresel çapta Amerikan çıkarlarını hedef alabileceğini gözler önüne serdi.
El Kaide’nin ABD ile olan mücadelesinde en kritik dönüm noktası hiç kuşkusuz 11 Eylül 2001 saldırılarıydı. El Kaide militanlarının ticari uçakları kullanarak New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerini ve Washington’daki Pentagon’u hedef alması ABD’nin ulusal güvenlik algısında bir şok dalgası yarattı. Bu saldırılar sonucunda binlerce sivil hayatını kaybetti ve ABD iç ve dış politikasında radikal bir dönüşüm yaşandı. Teröre Karşı Küresel Savaş ilan eden Bush yönetimi Afganistan’da Taliban rejimini devirmek ve El Kaide’yi dağıtmak için kapsamlı bir askerî operasyon başlattı.
2001 sonbaharında başlayan Afganistan operasyonları El Kaide’nin barındığı altyapıyı ciddi ölçüde zayıflattı. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri El Kaide militanlarını yakalamak, liderlerini etkisizleştirmek ve örgütün finansal kaynaklarını kesmek için yoğun çaba sarf etti. Ancak El Kaide’nin esnek ve dağınık yapısı ve sınır ötesi bağlantıları örgütün tamamen yok edilmesini engelledi. Öte yandan El Kaide’nin ideolojik etki alanı genişledi ve örgüt doğrudan kontrol edemese de ilham veren bir sembol haline dönüştü.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgali El Kaide açısından farklı bir dönemi başlattı. Irak’ta ortaya çıkan ve daha sonra IŞİD’in temelini oluşturan El Kaide bağlantılı gruplar ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığını genişlettiği her coğrafyada örgütün yeni üsler edinebileceğini gösterdi. Bu süreçte ABD kamuoyunda ve uluslararası arenada El Kaide’ye karşı verilen mücadelenin yöntemleri, savaşın meşruiyeti, sivil kayıplar, Guantanamo Hapishanesi gibi insan hakları ihlalleri iddiaları ve bilgi toplama teknikleri (su işkencesi, yasadışı dinleme vb.) yoğun tartışmalara yol açtı.
2011 yılında Usame bin Ladin’in Pakistan’da ABD Özel Kuvvetleri tarafından öldürülmesi El Kaide ile ABD arasındaki uzun soluklu çatışmada sembolik bir dönüm noktası oldu. Bin Ladin’in ölümü örgüt için ağır bir darbe olsa da El Kaide’nin tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değildi. Aksine El Kaide ideolojisi zaman içinde Yemen, Somali, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da faaliyet gösteren alt gruplar aracılığıyla yaşamaya devam etti. ABD bu dönemde İHA saldırıları, siber istihbarat ve bölgesel ortaklıklar aracılığıyla El Kaide’nin faaliyet alanlarını daraltmaya odaklandı.
ABD’nin El Kaide ile yaşadığı tecrübeler terör örgütleriyle mücadelenin askeri operasyonlarla sınırlı kalamayacağını açıkça ortaya koydu. Bu mücadele güvenlik, istihbarat, diplomasi, kalkınma, yoksulluğun azaltılması, radikalleşmeyle mücadele eden sivil toplum projeleri ve ideolojik karşı stratejiler gibi çok katmanlı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Ayrıca ABD’nin El Kaide tecrübesi küresel güçlerin terör örgütleriyle mücadelede uluslararası iş birliğine, hukuki standartlara ve insan haklarına ne derece önem vermesi gerektiği konusundaki tartışmaları da şekillendirmeye devam etmektedir.
Taliban Sovyetler Birliği’nin 1979 yılında Afganistan’ı işgali sırasında şekillenmeye başlayan İslami direniş hareketlerinin sonraki yıllarda 1990’larda ortaya çıktı. Sovyet işgaline karşı savaşan mücahit gruplarına ABD doğrudan silah, finansman ve lojistik destek verdi. Afgan sahnesinde çok sayıda grup, komutan ve hizip vardı. ABD’nin 1980’lerdeki desteği daha ziyade Pakistan üzerinden Afgan direnişine giden bir “toplu yardım” niteliğindeydi.
Taliban Afganistan’da iç savaşın bitmek bilmeyen kaosu içinde İslami bir düzen vaadiyle ortaya çıktı. Bu süreçte Suudi Arabistan ve Pakistan başta olmak üzere bazı bölgesel aktörler Taliban’a destek verdi. ABD başlangıçta Taliban’a yönelik net bir politika benimsemedi, örgüt Kâbil’i ele geçirip Afganistan’ın büyük bölümünü kontrol altına aldığında ise ABD, Taliban yönetimini resmen tanımadı. Özellikle Usame Bin Ladin’i barındırması nedeniyle Taliban’a karşı mesafeli bir tutum izledi. Onu insan hakları ihlalleri, kadın hakları kısıtlamaları ve Bin Ladin’e ev sahipliği yapması sebebiyle eleştirdi.
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD Taliban rejimini El Kaide’ye yataklık yapmakla suçlayarak Afganistan’a askerî müdahale başlattı. Bu müdahale Taliban yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı. 2001 sonrası dönemde ABD Afganistan’da uluslararası tanınan merkezi hükümeti desteklerken Taliban’ı mücadele edilmesi gereken bir terör ve isyancı unsur olarak gördü. Bu süreçte Taliban ABD ve NATO güçlerine karşı direniş gösterdi, ABD ise Taliban’ı zayıflatmak amacıyla askerî operasyonlar, insansız hava araçları saldırıları ve güvenlik güçleri eğitimi gibi yöntemlere başvurdu.
2010’lu yılların sonunda ABD çatışmayı siyasi yollarla sonlandırmak amacıyla Taliban ile görüşmelere başladı. Katar’ın başkenti Doha’da yürütülen uzun soluklu müzakereler sonucunda Şubat 2020’de ABD-Taliban Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ABD’nin belirli şartlar altında Afganistan’dan çekilmesini ve Taliban’ın yabancı terör gruplarına yer sağlamamasını öngörüyordu. Anlaşma, Taliban’ın uluslararası meşruiyet arayışında önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
ABD’nin 2021’de Afganistan’dan çekilmesi Taliban’ın hızla ülke kontrolünü ele geçirmesine neden oldu. Bu durum bazıları tarafından ABD’nin Taliban’a alan açması şeklinde yorumlandı.
Taliban verdiği tüm sözlerden geri adım attı ve şeriat düzenini yerleştirmek için büyük ölçüde sosyal mühendisliğe girişti. Kadınları eve kapadı ve kız çocuklarının okula bile gitmelerini yasakladı.
Arap Baharı sürecinde ABD amacını demokrasi yanlısı hareketlere destek vermek olarak belirlese de Libya ve Suriye gibi ülkelerdeki bazı köktendinci gruplarla dolaylı temaslar kurdu ve bu grupların rejimlere karşı mücadelesini destekledi.
Suriye'deki iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan bazı silahlı gruplar radikal İslamcı ideolojilere sahip olmalarına rağmen ABD tarafından desteklendi. Ancak bu grupların büyüyerek IŞİD gibi çok daha tehlikeli örgütlere yol açtığı görüldü ve bu da bölgede çok daha karmaşık ve uzun vadeli sorunlar yarattı.
ABD’nin Suriye sahasındaki en karmaşık sorunlarından biri muhalif gruplara yönelik destek politikaları ve bu süreçte El Kaide bağlantılı ya da ona yakın görülen yapılarla ilişkiler hakkındadır. Bu bağlamda Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), eski adıyla El Nusra Cephesi olarak bilinen ve El Kaide ile bağlantısı nedeniyle hem Türkiye hem de ABD tarafından terör örgütü listesine alınmış bir yapı olması bakımından özel bir konumdadır.
ABD resmi politika beyanlarında ve uygulamada HTŞ’ye herhangi bir doğrudan destek vermediğini, aksine örgütü “yabancı terör örgütü” olarak tanımladığını çok kez dile getirdi. Ancak Suriye iç savaşının karmaşık doğası, sahada faaliyet gösteren çok sayıda grup arasındaki geçişkenlikler ve vekalet aktörleri aracılığıyla yürütülen faaliyetler HTŞ’ye dolaylı yollardan da olsa yardım ulaştığına dair iddiaların gündeme gelmesine neden oldu.
HTŞ, El Nusra Cephesi’nin 2017 yılında isim ve kısmi yapı değişikliğine gitmesiyle ortaya çıktı. El Nusra Cephesi Suriye’deki iç savaşın ilk dönemlerinde Esad rejimine karşı savaşıyor olsa da El Kaide’ye bağlı bir yapı olarak konumlandığı için ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlandı. Bu nedenle ABD’nin Suriye stratejisi El Nusra bağlantılı tüm grupları ılımlı muhalefet olarak gördüğü unsurlardan ayırmayı hedefledi. HTŞ her ne kadar daha sonra El Kaide ile resmî bağlarını kopardığını ilan etse de Washington bu açıklamayı sahada köklü bir ideolojik değişimin kanıtı olarak görmedi.
ABD Suriye iç savaşının başından itibaren bazı ılımlı olarak nitelendirdiği muhalif gruplara eğitim, lojistik destek ve sınırlı da olsa silah yardımları sağladı. Bu yardımlar çoğunlukla CIA ve daha sonra Pentagon gözetimindeki programlar çerçevesinde yürütüldü, ancak bu süreçteki en büyük zorluk muhalif grupların sahadaki karmaşık ilişkileri ve ittifaklarıydı. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren silahlı gruplar arasında zaman zaman çatışma yaşandı. Bu durum ABD’nin desteklediği veya en azından ilişki kurduğu bazı grupların ilerleyen dönemde HTŞ ile taktiksel ittifaklara girmesi ya da silahların el değiştirmesi gibi dolaylı sonuçlara yol açtı.
Suriye sahasında IŞİD’in gerilemesi ve uluslararası koalisyonun ağırlığını kaydırmasıyla birlikte HTŞ gibi gruplar daha da ön plana çıktı. Bu süreçte ABD, HTŞ’nin Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib bölgesindeki hâkimiyetini kırmak için Türkiye başta olmak üzere bölgesel müttefikleriyle istihbarat paylaşımı ve diplomatik baskı araçlarını devreye soktu.
Türkiye’nin bölgedeki çeşitli askeri harekatları, İdlib’deki gözlem noktaları ve Rusya ile yaptığı anlaşmalar HTŞ’nin yanında YPG'nin de hareket alanını daraltmak amacını taşıyordu.
IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) kökenlerini 2000’li yılların başında Irak’ta ortaya çıkan El-Kaide bağlantılı gruplara dayandırır. Ürdünlü radikal Zerkavi 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından doğan otorite boşluğu, toplumsal kaos ve mezhepsel gerginlik ortamında El-Kaide’nin Irak kolunu (El-Kaide el-İrak) kurdu ve özellikle Sünni aşiretlerin bulunduğu bölgelerde taban bulmaya çalıştı. Grup Suriye iç savaşının yarattığı istikrarsızlık ortamında sınırların belirsizleşmesiyle birlikte Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ) adını aldı.
2003’teki ABD müdahalesi Saddam Hüseyin rejimini devirdi ancak Irak’ta yeni bir siyasi istikrar sağlamakta zorluk çekildi. Özellikle Saddam döneminin Baasçı subayları, istihbarat elemanları ve yerel aşiretler, yeni dönemde dışlandı ve öfkeli kitleler hâline geldi. Sünni bölgelerin marjinalleşmesi Şii ağırlıklı merkezi hükümete karşı tepkinin artması ve güvenlik boşlukları örgütün büyümesi için elverişli bir zemin sağladı.
Yerel kaynaklar: IŞİD, ele geçirdiği bölgelerde petrol sahalarını, doğalgaz tesislerini, tarım arazilerini, su kaynaklarını ve ticaret yollarını kontrol ederek ekonomik gelir elde etti. Özellikle Suriye’nin doğusu ve Irak’ın kuzeybatısındaki petrol rafinerileri, IŞİD’e uzun süre ciddi gelir akışı sağladı.
Kaçakçılık ve vergilendirme: Ele geçirdiği topraklarda halktan vergi topladı, kaçak petrol ticareti, tarihi eser kaçakçılığı ve insan kaçırma fidyeleri gibi yöntemlerle mali kaynaklarını çeşitlendirdi.
Özel bağışlar ve üçüncü taraf aktörler: Özellikle 2013-2014 yıllarında, bazı Körfez ülkelerinden gelen bireysel bağışçılar IŞİD’e doğrudan veya dolaylı katkı sağladı. Bu, devlet politikası olmaktan çok özel bağışlar veya küçük örgütlü ağlar aracılığıyla gerçekleşen mali akışlar şeklindeydi. Körfez hükümetleri resmî olarak IŞİD’i desteklediklerini reddetse de bu dönemde sınır ötesi bağış ve yardım akışının tamamen engellenemediği bilinir.
Yabancı savaşçı akışı: Türkiye dahil bölge ülkelerinden ve Avrupa’dan Suriye ve Irak’a geçiş yapan binlerce yabancı savaşçı, IŞİD’in insan kaynağını besledi. Bu savaşçıların bir kısmı maddi varlıklarını da örgüte aktardı.
2011’de başlayan Suriye iç savaşı, IŞİD’in sıçrama yapmasına zemin hazırladı. Suriye’deki otorite boşluğu, rejim karşıtı grupların çeşitlenmesi, radikal ideolojilerin yayılması ve dış müdahalelerin karmaşık etkileri, IŞİD’in genişlemesine olanak tanıdı. Suriye’de doğan kaos ortamından yararlanan örgüt, büyük bir coğrafyada hızla kontrol alanları oluşturarak hilafet ilan etti.
IŞİD’in ortaya çıkışında “ABD’nin doğrudan kurduğu” veya “İsrail’in gizli desteği” gibi komplo teorileri de zaman zaman dile getirilmektedir. Ancak ABD'nin ve diğer Batılı ülkelerin IŞİD’i en büyük terör tehditlerinden biri olarak kabul ettiğini ve örgütle mücadeleye yönelik geniş çaplı askerî ve istihbarat operasyonları yürüttüğünü biliyoruz.
IŞİD’i belirli bir ülke veya gücün tek başına “kurduğu” söylemi gerçeği yansıtmaz. Örgüt, bölgedeki karmaşık tarihsel, siyasi ve mezhepsel çatışmalar, devlet boşlukları, dış müdahaleler, marjinalleşen topluluklar ve Suriye ile Irak’taki istikrarsızlık sarmalının bir ürünü olarak doğmuş ve büyümüştür. IŞİD’in mali kaynakları yerel ekonomilerin sömürülmesinden, kaçakçılıktan ve bireysel bağışlardan oluşan çok katmanlı bir yapıya dayanır. IŞİD çok aktörlü bir krizin sonucu olarak ortaya çıkmış ve beslenmiştir.
ABD'nin köktendinci gruplarla yaşadığı hayal kırıklıklarının temelinde birkaç önemli neden yatıyor.
Kısa vadeli perspektifler: ABD genellikle köktendinci gruplarla ilişkilerinde kısa vadeli hedeflere odaklandı ve bu grupların uzun vadeli etkilerini yeterince hesap edemedi.
Yerel dinamiklerin göz ardı edilmesi: Köktendinci grupların yerel toplumlardaki derin kökleri ve karmaşık çıkar ağları genellikle ABD'nin stratejik planlamasında yeterince dikkate alınmadı.
Güvenilirlik sorunu: ABD'nin desteklediği grupların çoğu zamanla bu desteği kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak Washington'un stratejik hedeflerinden saptı.
Donald Trump'ın ülkemizin hakkında söylediği övücü sözler bende "bayram değil seyran değil, eniştem beni niçin öptü?" izlenimi uyandırdı. Türkiye’nin Suriye’de stratejik bir tuzağın içine çekilip çekilmediği sorusu önemli bir sorudur. Bu “tuzağa düşürülme” endişesinin arkasında hem bölgesel hem de küresel dinamiklerin etkisi bulunur. Suriye’deki çatışma çok katmanlı ve pek çok dış aktörün müdahil olduğu karmaşık bir yapıya sahip olduğu için Türkiye’nin bu ortamda attığı adımların farklı güç odakları tarafından manipüle edilme potansiyeli büyüktür.
Türkiye, Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren öncelikle kendi sınır güvenliğini ve bölgedeki istikrarsızlığın Türkiye topraklarına yayılmasını engellemeyi hedefledi. Özellikle PKK ile bir tuttuğu PYD'nin toprak kazanmasını ve güçlenmesini önlemeye çalıştı. İkinci olarak, Suriye’de etkili bir siyasi dönüşüm sürecine katkı sunmak ve bölge istikrarını kendi milli güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirmek istedi. Ancak Rusya, İran, ABD ve başka bölge ülkeleri de her biri kendi çıkar ve önceliklerini gözeterek Suriye’de nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyor. Bu çok sayıda aktörün rekabeti Türkiye’nin manevra alanını daraltabilir ve Türkiye’nin önceliklerini baltalayacak hamlelerle bir tuzağın oluşmasına zemin hazırlayabilir.
Türkiye’nin Suriye sahasında karşılaştığı en büyük sorun ABD ve Rusya arasında bir denge kurma zorunluluğuydu. ABD’nin Suriye’de YPG/PYD güçlerini desteklemesi Türkiye açısından ulusal güvenlik riski olarak görülmekteydi. Bu nedenle Türkiye bu riski bertaraf etmek amacıyla Rusya ile yakın iş birliği yaptı. Öte yandan Rusya’nın da Esad rejiminin en büyük destekçisi olması ve İdlib başta olmak üzere muhalifleri baskı altına alması Türkiye’nin de destek verdiği grupların konumunu zora soktu.
Şu sıralar Rusya'nın Ukrayna savaşına odaklandığını ve özellikle Esad'ın yenilgisinden sonra Orta Doğu'dan büyük ölçüde çekildiğini gözlemlemekteyiz. Ancak gelecekte bölgede durumlar ve dengeler değişebilir.
Orta Doğu 36 Toyota kamyonun birkaç gün içinde yerini perçinlediğini sandığımız kanlı bir diktatörlüğü devirebildiği bir yerdir. Bu oynak ve belirsiz ortam içinde oynanan denge oyunu Türkiye’yi daha fazla taviz vermeye ve sonu belirsiz stratejik açmazlara sürükleyebilir.
Türkiye’nin Suriye politikası iç siyasi dinamiklerin yanı sıra mülteci meselesi, terör tehdidi, ekonomik maliyetler gibi etkenler tarafından da baskı altındadır. Milyonlarca Suriyeli mültecinin uzun vadede Türkiye’de barınması, ekonomik ve toplumsal alanda zorluklar yaratırken, güvenlik endişeleri de ortaya çıkmaktadır. Bu durum Türkiye’nin Suriye’de etki alanını genişletme veya koruma çabalarını devam ettirmeye itmekte, farklı aktörlerin bu hassasiyeti kendi lehlerine kullanmasına imkân vermektedir.
Kürt sorunu ülkemizin hem iç politikasında hem de dış politikasında çok önemli bir faktör olmaya devam etmektedir. Eminim ki yetkililer şu an Suriye'de nüfusun yüzde 10'unu teşkil eden Kürtlerin toprakların neredeyse üçte birine, petrol ve sulak arazi bölgelerinin çoğuna sahip olmasını hayretle karşılamaktadır.
Uluslararası ilişkiler pek çok açıdan kriminal davalara benzerler. Bir cinayetten sonra polis nasıl bu ölümden kimin yararlandığı sorusunu sorarsa ve paranın sürdüğü izi takip ederse ben de öğrencilerime uluslararası bir eylemden kimin yararlandığını bulmak için karşılıklı çıkarları ve para akışını izlemelerini öğütlerim.
Cui bono Latincede "kimin yararına" demek. Şu sıralar burnum her nedense inşaat, çimento ve beton kokusu alıyor.
“Tuzağa düşürülmek” deyimini burada Türkiye’nin Suriye’de istemediği bir sonuçla karşı karşıya kalması, uzun vadede maliyeti yüksek askeri ve diplomatik angajmanlar içine çekilmesi veya bölge politikasında zayıf konuma itilmesi anlamında kullanıyorum. Bu tuzak doğrudan bir komplo olmaktan ziyade mevcut güç dengelerinin Türkiye’yi adım adım istediği noktadan uzaklaştırması, kontrol edemeyeceği bir durumun içine çekmesi şeklinde kendini gösterebilir. Diğer bir deyişle, tuzak aktif bir planlama kadar konjonktürel gelişmelerin Türkiye’yi zorlamasıyla da ortaya çıkabilir.
Uluslararası ilişkiler sürekli değişen, dinamik ve çok etkenli bir süreçtir. Kısacası evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz. Bölgedeki çok aktörlü rekabet, Türkiye’nin denge politikaları uygulamak zorunda kalması, müttefikliklerin zaman zaman esnemesi ve zıt çıkarların sahaya yansıması Türkiye’nin Suriye stratejisinin her an beklenmedik zorluklarla karşılaşabileceği anlamına gelir. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’deki politikalarında attığı adımları uzun vadeli, çok boyutlu ve esnek bir bakış açısıyla planlaması, gerek çatışma dinamiklerini gerekse diplomasiyi dikkatle yönetmesi olası bir tuzağa düşme riskini minimize etmenin en önemli yoludur.
Yılmaz Özdil "Suriye sofrasında yemeği ABD ile İsrail yedi, bulaşıkları bize yıkatıyorlar" diyor. Bence şu an orada değiliz ama birilerinin hesabı şişirme ve başkasına yükleme aşamasındayız.
Masada yer almayanlar menüde yer alırlar.
Amerika'nın köktendinci ve İslamcı örgütlerle yaptığı iş birlikleri her seferinde uzun vadede hüsranla sonuçlanmış, onlara verdiği silahlar kendisine çevrilmiş ve birbiriyle kavgalı yolsuzluk kültüründe Amerikalı vergi mükelleflerinin milyarlarca doları çöllerde kaybolmuştur.
Bu nedenle ABD'nin her ne kadar üzerimize yıkmaya çalışsa da HTŞ ile yaptığı iş birliğinin uzun vadede yürümeyeceğini ve Afganistan gibi ülkelerde olduğu gibi silahların kendilerine çevrileceğini tahmin etmek için bir müneccim olmaya gerek yoktur. Helikopterlerin lastiklerine yapışan yandaş görüntüleri gittikçe daha sık tekrarlanmaktadır.
Öte yandan ABD yandaşları kazansa da kaybetse de soğuk ve sıcak savaş sayesinde milyarlar kazanan Amerikalı silah tüccarlarının ve Halliburton gibi büyük tedarik şirketlerinin karlı çıkacağı kesindir.
Irak savaşı sırasında Başkan Yardımcısı olan Dick Cheney'in aynı zamanda Halliburton'un CEO'su görevini devam ettirmesi kaybedeni olmayan dış politika ve kapitalizm iş birliğinin en güzel örneğidir.
Vietnam savaşı sırasında Amerikalı doğrucu bir çavuşun askerlerine söylediği sözler hala aklımdadır: "Siz bu savaşta vatan millet için değil, Dow Chemical, Dupont ve ITT için savaşıyorsunuz."
Bob Dylan: Masters of WarGelin, savaşın ustaları Hiçbir şey yapmayan sen Bana verilebilecek en büyük korkuyu verdin Bir dünya savaşının kazanılabileceğine Kurşunları namlulara sürüyorsun Sıra dışı konuşmak için Sana bir soru sorayım |
Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi. Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı. 1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor. |
Yapımcılar (1967); Uçak (1980); Hayalet Avcıları (1984); Wanda Adında Bir Balık (1988); Büyük Lebowski (1998); Nerdesin Be Birader? (2000); Büyük Budapeşte Oteli (2014)
Askeri sokağa bir Dior çanta mı indirdi? Muhalefete çamur: Devlet karşıtı ve Kuzey Kore yanlısı
Ekonomi: C+, Sosyal politika: F, Siyasi liderlik: B, Uluslararası ilişkiler: B, Çevre ve enerji politikaları: D. Bir Hitler değil ama kendi bindiği dalı kesen artist Mussolini
© Tüm hakları saklıdır.