17 Nisan 2017
Barış Acar
“En büyük sorun, savaşın sınırlandırılmasıdır; yaşanan, eğer iki tarafta da düşmanın görelileştirilmesiyle alakalı değilse ya sinik bir oyun, bir dog fight (it dalaşı) gösterisi olacaktır, ya da boşuna kendini kandırma.” (s. 48)
Böyle yazıyordu Carl Schmitt, 20. yüzyılın en tartışmalı hukuk düşünürlerinden biri, 1932 tarihli ünlü “Siyasal Kavramı” (Der Begriff des Politischen) makalesi için 1963 yılında yazdığı yeni önsözde. Bu demek ki, aradan geçen Nazi Almanyası, Faşist İtalya vb. örnekler ya da başlı başına İkinci Dünya Savaşı gibi muazzam bir yıkım bile düşüncelerini değiştirmeye yetmemişti. Oysa günümüzde, yani bu yeni önsözden yarım yüzyıl sonra bile, gösteri olanca hızıyla devam ediyor. Hem de tam tamına Schmitt’in zamanında ortaya koyduğu tanımlarla.
“Düşman”, “savaş”, “iktidar” gibi sözcükleri kimse sevmiyorken, hiç kimse üstlenmiyorken, herkes insancıl, herkes barışçı, herkes özgürlükçü iken “sinik bir gösteri”den, it dalaşından söz etmek de ne demek?
Yanı başımızda, Suriye’de, cihatçılar kafa kesiyor ve arkeologları sütunlara asarak infaz ediyorken, Kürtler kendi coğrafyalarında hayatta kalmak için Amerika-Rusya-Çin üçgeninde mücadele veriyorken, Ezidi kadınlar köle olarak satılıyorken, iki de bir sınır ötesi müdahalelerden, kimyasal bombalardan söz ediliyorken, bölgeden gerçekleşen göçü bahane eden ırkçılık bütün Avrupa ülkelerini ve dahi halklarını teyakkuz haline geçirmişken, dünyanın “en kötü haberleştirilen” (Independent’ın bölgedeki muhabiri Robert Fisk’e göre) savaşı sürüp gidiyorken, biz bu yazıyı tabletimizden ya da cep telefonumuzdan tek parmağımızla kaydırarak okurken, arada gözümüz gazetenin yazının arasına aldığı reklamlara takılırken, durup dururken neden Hümanizma ruhundan, Aydınlanma ilkelerinden, bütün o insancıllıklardan söz etmeyi keserek Schmitt’i ne diye yeniden anıyoruz ki?
Schmitt’in makalesinin hâlâ bu kadar çarpıcı olan yanı, bana kalırsa, siyasala dair alanı tanımlarken lafı hiç dolandırmadan yaptığı “pürüzsüz” ayrımdır. “Sevseniz de sevmeseniz de tanım bu.” deme yürekliliğidir. Yazar bu tanımı yaparken ahlaksal ilkelerden, ekonomik belirlenimlerden ya da estetik uygunluklardan yola çıkmaz, “ideal” olan/ olduğu düşünülen hiçbir öğeye bu tanımda yer vermez. Sorunu ortaya koyabilmek adına sadece çıplak “varoluşsal durum”a/ olguya odaklanmayı önerir.
“Siyasal düşmanın ahlaki açından kötü, estetik açından çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir. Önemli olan siyasal düşmanın öteki, yabancı olmasıdır. Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun haliyle bir başka varlık ve yabancı olması yeterlidir.” (s. 57)
Siyasal anlamda “dost-düşman” ikilisi asla ve kesinlikle metafor olarak anlaşılmamalıdır Schmitt’e göre. Bu tanım içinde duygusal, kişisel ya sa “sembolik” hiçbir şey yoktur. (Sinizmin sembolün alanından çıkmayı hiç istemeyen tutumunun altını kalın kalın çizmek gerekir bu noktada.) Varolan durum şudur: İnsanlardan oluşan bir grup öteki grupla, silahlarla donanmış halde, ölümüne mücadele halindedir.
Bu önemli makale liberalizmin eleştirisiyle noktalanır. Liberalizmin bireyci, “insancıl” ideolojisinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyler Schmitt. Proudhon’un “Kim insanlıktan bahsediyorsa, aldatmak istiyordur.” sözünden yola çıkarak bugün içinde bulunduğumuz savaş ortamının neredeyse kusursuz resmini çizer:
“İnsanlık kavramının kendisi düşman kavramını dışlar, çünkü düşman da öte tarafta insan olmayı sürdürmektedir ve bu nedenle iki kavram arasında özgül bir fark bulunmaz. Savaşların insanlık adına yürütülmesi bu basit gerçeğin inkârı anlamına gelmez; aksine özel, derin bir siyasal anlam taşır. Bir devlet insanlık adına siyasal düşmanıyla savaştığında, bu, insanlığın savaşı olmaktan ziyade, bir devletin, savaştığı düşmanı karşısında evrensel bir kavramı tümüyle tasarrufu altına alma savaşı anlamına gelir.” (s. 84-85)
Liberalizm, “savaş” kavramını, kuramsal düzeyde, kendi savaşını haklı göstermek adına terk eder; pratikte ise elinin altındaki her gücü (bunlar elbette ekonomik, dinsel ve kültürel güçlerdir) sonuna dek ve yapması beklendiği gibi “zalimce” kullanarak savaşını sürdürür.
“Ekonominin her şeyi belirlediği bir toplumda, ekonomik rekabette yenik düşenleri, başarısızları ya da düzeni ‘rahatsız edenleri’ devredışı bırakmak, onları şiddet içermeyen ‘barışçıl’ yollarla zararsız hale getirmek için yeterince araç, daha somut bir ifadeyle, eğer kendi rızalarıyla boyun eğmezlerse, bu kişileri açlıktan öldürmeye yetecek yollar mevcuttur.” (s. 78)
Bu yüzden liberalizm savaş düşüncesine gereksinmez. Ancak onun lugatından lanetleyerek çıkardığı savaş sözcüğünün ansızın arka kapıdan (bizim için, günümüzde, Ortadoğu’dan) görünmesi kamuoyunu farkına varmaksızın kollarına itildiği bir savaşın neferi olmaya hazırlıklı hale getirir.
Tam olarak şöyle der Schmitt: “Savaşı önce insan katli olarak lanetleyip sonrasında ‘bir daha asla savaş olmaması için’ insanlardan savaşmalarını, savaşta insanları öldürmelerini ve kendilerini öldürtmelerini talep etmek, açık bir aldatmacadır.” (s. 79)
Schmitt’in, sözünü ettiğimiz, 63’teki önsözünden 30 yıl sonra Badiou, 1993’te kaleme aldığı Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme çalışmasında, Batı’nın Doğu’ya gerçekleştirdiği “müdahaleler”i (11 Eylül sonrası Amerika’nın uluslararası politika literatürüne geri dönülmez biçimde sokacağı “önleyici savaş doktorini”ni de önceleyerek) aynı “insanlık” anlayışına bağlar.
“Medeniyet adına yapılan her türlü müdahale, en başta durumu, kurbanları da dahil olmak üzere bir bütün olarak aşağılamayı gerektirir. İşte bu yüzden de ‘etik’ hükümranlığı, sömürgeciliğe ve emperyalizme on yıllarca yöneltilen cesur eleştirilerden sonra, bugüne gelindiğinde ‘Batı’nın kendisinden duyduğu alçakça memnuniyetle ve şu ısrarlı savla örtüşmektedir: Üçüncü Dünya'nın sefaleti, kendi yetersizliğinin, kendi anlamsızlığının, kısacası kendi alt-insanlığının sonucudur.” (s. 29)
Schmitt, bu göz boyamaya, bu aşağılamaya, bu zalimce ikiyüzlülüğe karşı kendini “siyasal olan”ın nasıl korunabileceğini aramakla yükümlü hissetmiştir. Bu yüzden siyasalık nerede, ne zaman ortaya çıktığına çevirir bakışını.
“Siyasal olan, helükârda daima kriz anına odaklanmış gruplaşmadır.” (s. 68)
Bir “istisna” (Ausnahme) durumunda yasanın kimin tarafından, hangi anda koyulduğu, sınır çizgisinin kimleri kapsayacak şekilde ve nerede çekildiğidir siyasalın ortaya çıktığı an. (OHAL sürecinde yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnameler burada ne kastedildiğini açıklamayı gerektirmeyecek şekilde örneklemektedir sanıyorum.) Bu süreçte en önemli şey, düşmanın kim olduğuna, kimin dost olacağına dair verilecek “karar”dır. (s. 64) Böylece kimin içeride (Einschließung/ inclusion) kimin dışarıda (Ausschließung/ exclusion) tutulacağına da karar verilmiş olur. Dışlamanın aynı zamanda içlemenin bir süreği olduğu (dost-düşman ikiliğinin siyasete yol açmasında olduğu gibi işleyen) bu düzenek, öncelikle “karar”a olanak tanır. Liberalizmin “insacıllaştırılmış”, dolayısıyla depolitize edilmiş toplum anlayışında olduğunun tam aksine, karar yetisi toplumu siyaset yapan bir yapı olarak düzenler. Eğer olasılıkların ürediği bu karar anı ortadan kalkarsa siyasetten söz etmek de mümkün olmayacaktır. (s. 65)
Schmitt düşüncesinin izini ustaca sürdüğü Homo Sacer (Kutsal İnsan) kitabının giriş bölümlerinde Agamben, çeşitli düzeylerde illüzyonlara dayalı ve aslında siyasetten arındırılmış bu toplum anlayışının, halklar nezdinde nasıl sonuçlara yol açtığını, yine 1990’lardaki Ruanda ve Bosna soykırımları gibi olgularla “yerinde” yeniden yakalar:
“Olan şey, siyasal örgütlenmenin yeniden modası geçmiş biçimlere dönmesi değil; kan döken halklar gibi ikaz edici olayların, (dayandığı ilke sorgulanmadığı takdirde) pek yakında gezegenimizin her tarafına yayılacak olan yeryüzünün yeni nomos’unu [töre] ilan etmesidir.” (s. 56)
Carl Scmitt’in siyasal kavramı üzerine düşünürken kullandığı iki karşıtlık “dost-düşman” ve bunların birbiriyle ilişkisini düzenleyen “karar” üzerinde çokça durulmasına karşın “karar”ın ortaya çıkmasına neden olan başlıca süreç o kadar dikkat çekmemiştir: “Dahil olma” (Teilhaben) ve “katılma” (Teilnehmen). (s. 27) Kutupsallıktan ve çatışmadan arındırılmış toplumlar aslında katılmanın önüne geçmektedirler. Bu bir anlamda toplum olmanın koşulunun ortadan kalkması olarak da okunabilir. Depolitizasyonun başladığı nokta, katılmanın önemsizleştiği, giderek gereksizleştiği bu noktadır. Öznenin belki de yegâne edimi olan “karar”ın içeriğinden koparıldığı parlamenter sistemin oylamaya indirgenmiş siyaseti, tam da arzu ettiği şeyi, kendisine gösterilen ilginin düşüşünü ve siyasetsizleşmiş, giderek toplum niteliğini kaybederek tek bir amaca, taşıyıcı ekonomik ilke olan tüketime odaklanmış bir kütleye (mass) dönüşen yığınları ortaya çıkartır.
Chantal Mouffe’un liberalizm eleştirisinin merkezinde yer alan aynı “kutupsallık” ilkesi, parlamenter rejim dahilinde kalarak söz konusu depolitasyonu aşmaya çalışır. Bu eleştiri agonistik [meydan okumaya/ rekabete dayalı] “çatışma” kavramı dolayısıyla dikkati çeker olsa da, agonistiğin Schmitt’in kastettiği anlamda bir çatışma olmadığı, düşmanlık kavramının temsil düzenekleri içinde yumuşatılması, süregiden gerçek savaşın parlamenter sistemin it dalaşı içinde gizlenmesi ve sembolik düzleme çekilmesiyle sonuçlanacağı açıktır.
“Komşu sorusu” bu yüzden gerçek bir sınır paradoksu olarak karşımıza çıkar ve her sınır paradoksu, “belirlenme”, “güç”, “ihlal”, “istisna”, “direniş” gibi bir dizi kavramı da peşi sıra sürükler.
Bu noktada, başlıktaki “tırnak” bizi kurtarır mı, sorusu üzerine düşünmemiz gerekiyor. Schmitt’in siyaset felsefesine katkısı “en iyi komşu ölü komşudur” diyen düşmanın yarattığı çatışma ortamının tanınmasında gizlidir. Bu cümle bedhah bir ruhun insanın “özü”nü kötücül görmesi ile ilgili değildir. Siyasal düşman, “başka bir varlık” ve “öteki” olarak bizden başkası değildir. Öyleyse Schmitt şunu da söylemektedir: Karşınızda kurulan böyle bir cümlenin nesnesi olmaya hazır mısınız, yoksa ölümle sonuçlanacak yazgıya razı mısınız?
Hepsi de olumsuz nitelikli gibi görünen bu yazıya temel olan kavramların karşısında örneğin “dayanışma” gibi kavramlardan söz etmek de elbette mümkündür, ama bununla göz boyamanın ötesinde gerçekten bir ortaklaşmanın kurulması kastediliyorsa, öncelikle dayanışmaya karşı olunmak zorundadır. Bir ortaklığın kurulması, ancak onun varlık koşullarının mücadele içinde sınanması ile mümkündür. Sorusu olmayan cevapların ülkesine dönüşmüş olan Türkiye’nin bugün içinde olduğu koşullar Schmitt’in kavramlarına neden ihtiyacımız olduğunu anlatmaya muktedirdir.
“İyi bir komşu” üzerine yazılması istenmiş bir yazı hedefinden ne kadar sapabilir?
Bu yazı “komşuluk” ya da “iyilik” üzerine bir şey söylemiş midir?
Bu soruların yanıtını okura bırakıyorum. Kendi adıma, sadece, “iyi bir komşu”yu talep eden “özne”nin kim olduğunu bulursak, talebin niteliğini de anlamış olacağız sanıyorum.
“Karar” her koşulda bizim olacak.
Kaynaklar:
Alain Badiou, Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Metis Yayınları, 2004.
Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, (Çev. Ece Göztepe), İstanbul: Metis Yayınları, 2006.
Carl Schmitt, Der Begriff des Politischen – Text von 1932 mit einem Vorwort und drei Corollarien, Berlin: Duncker & Humbolt, 1991.
Chantal Mouffe, Dünyayı Politik Düşünmek – Agonistik Siyaset, (Çev. Murat Bozluolcay), İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.
Girgio Agamben, Kutsal İnsan – Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, (Çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001.
Robert Fisk, “The US air strikes say more about the Vladimir Putin-Donald Trump relationship than the Middle East”, The Independent, 07.04.2017, Erişim tarihi: 09.04.2017
İyi bir komşu her pazartesi T24'te İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor. Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor. Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor. 15. İstanbul Bienali İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek. |
Hepimizi “bir” kılan şeyin yalan bir resmi tarih olduğunu anlamam için epey bir yaş almam gerekti
"İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?"
Bizimkiler’de pahalı tatiller, havalı arabalar, uğruna ölünesi aşklar yok belki ama...
© Tüm hakları saklıdır.