Talat Parman
Bertrand Blier’nin 1979 tarihli Soğuk Büfe (Buffet Froid) filmi günümüz kentli yaşamında yeni komşuluk ilişkilerini ortaya koyan bir baş yapıttır. Filmin kahramanları Paris’in 1960’lardaki ekonomik patlamanın ürünü olan ve tarihi kentin mimarisine hiç de uygun olmayan, çok iddialı çok katlı yapılarla donatılan La Défense semtinde bir gökdelende otururlar. Yüzlerce apartman dairesinin yer aldığı bu çok katlı binalarda komşuluk ilişkileri elbette eskiden olduğu gibi değildir. Üstelik Blier bu filmi 1970 ortalarında başlayan büyük ekonomik kriz sırasında çekmiştir. Filmin çekildiği tarihte o iddialı semtteki çok katlı binalarda yüzlerce iş yeri ve apartman dairesi boştur. Boşluk filmin ana unsurlarından biridir zaten. Boş daireler, boş koridorlar, boş odalar...
Komşuluk yer-mekanın doluluğu sayesinde kurulan bir ilişkidir. Bütün dairelerin boş olduğu bir apartmanda elbette komşuluk yoktur. Çünkü ötekiler yoktur.
Sigmund Freud “Uygarlığın Huzursuzluğu” metninde ötekilerden kaynaklanan ıstırabın en kökensel olan olduğunu söyler. İlk ötekiler en yakındakilerdir. Anne baba, kardeşler. Şüphesiz kardeşliğin de, bir tür komşuluk olduğunu söyleyebiliriz. Kardeşler bir yeri, anne karnını, peş peşe işgal etmiş olan kiracılardır. Burada elbette birbiri ardından gelme vardır. Kardeşler yer-mekan olarak değilse bile zamansal olarak bir komşuluk ilişkisi içindedirler, eski dilde halef-selef dendiği gibi. Bu durumun istisnaları olan ikizler ve üçüzleri ise aynı anda aynı yeri işgal eden ev arkadaşları olarak görebiliriz.
Anne karnını yerleşilen ilk mekandır ama bu kiracılık zamanla sınırlıdır. İnsan türü için süre yaklaşık dokuz aydır ve mekan biraz da zorla terk edilir/ettirilir. Zorla dedim ama doğumu başlatanın kiracı bebek mi, yoksa ev sahibi anne mi olduğu hala tartışmalıdır. Ama öte yandan fiziksel olarak büyüyen kiracının artık mekana sığmadığı ve bu “tahliyenin” zorunlu olduğunu kabul etmek de gerekir. İlk mekanımızı boşaltmamıza yardımcı olanlar, yani ebeler ve doğum doktorları, bu son evreye çıkışa-tahliyeye “kurtuluş” derler. Dahası gebe kadınlara, tıpkı hapishanedekilere dendiği gibi “Allah kurtarsın” dileğinde bulunulduğunu da biliyoruz. Bunlardan yola çıkarak ilk ev sahibimizin biz kiracılarından pek de memnun olmadığını mı düşünmeliyiz, yoksa sorunun yalnızca zamanla mı ilgili olduğunu? Evet, mutlaka bu böyle olmalıdır. Kontrat dokuz aylıktır ve zaman dolunca mekan hızla tahliye edilmelidir. Tamam ama, mekan bizden sonra başkalarına kiraya verilecek midir? Bu yaşamsal ve ölümcül bir sorudur.
“Almanya’dan oğlum gelecek, evden çıkın” gerekçesi kanunların kiracı karşısında ev sahibine verdiği bir haktır. Haklı gerekçesi olan ev sahibi kiracıdan evinin boşaltılmasını ister. Bir başka kiracı için mekanın boşaltılmasını istemek elbette öfke ve tepki yaratacaktır. Burada semavi dinlerin ilk cinayet olarak kabul ettikleri Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi akla mutlaka gelir. Kabil’in anne karnından yeni kiracı Habil’e yer açmak için çıkarıldığını düşünürsek, onun kardeş cinayetine kadar varan öfkesini anlayabiliriz. Haklı bulmayız tabi ki, ama anlarız!
İşte bu nedenle büyük kardeşlerin yeni kiracı küçükleri kıskanmasına bazı psikanalistler Kabil karmaşası adını vermişler. Ama annenin yalnızca karnı değil tüm bedeni de yeni kiracı tarafından işgal edilmektedir. Aziz Agustus’un itiraflarında sözünü ettiği kardeşinin annesinin memesini emerken gördüğünde hissettiği kıskançlık, birçok psikanalist tarafından kardeş kıskançlığı için temel bir gönderme olarak kabul edilmektedir. Jacques Lacan aile karmaşalarını ele aldığı bir yazısında bu itiraftan yola çıkarak, ki onun da kardeşleri vardır, tıpkı Oedipus karmaşası gibi bir müdahale karmaşası tanımı yapar.
Öyleyse komşuluk hemen tüm boyutlarıyla karmaşık ve zorlu bir ilişkidir. “Ev alma komşu al” deyişi mekanın ancak komşularla birlikte değerli olacağına vurgu yapar. Şüphesiz günümüz dünyası bu seçimin özgür olmasına her zaman olanak tanımamakta, ekonomik, kültürel ve kimi zaman rastlantısal nedenlerle ilginç kişilerle komşuluk ilişkisi yaşamamız söz konusu olmaktadır.
Komşuluktan ve psikanalizden söz ettiysek Sigmund Freud’un yapıtına da bakmamız gerekir. Ancak maalesef Freud’un komşuluk konusundan bildiğimiz bir kuramsal katkısı olmamıştır. Yani bu alanda bir çalışma yapmamış, bir yorumda bulunmamıştır. Dahası onun komşularıyla ilişkileri konusunda da pek bilgi yok elimizde. Bu konudaki ulaşabildiğimiz tek istisna biz Türkiye’lileri de yakından ilgilendirecek olan bir komşuluk öyküsüdür.
2 Mayıs 2006’da İstanbul Psikanaliz Derneğinin, İstanbul Üniversitesi ve Avusturya Kültür Ofisi ile ortak gerçekleştirdiği “Doğumunun 150. Yılında Sigmund Freud” toplantısında konuşma yapan tarihçi İnanç Atılgan, Freud’un bir Türk komşusundan söz etmişti. Atılgan “Tarihten bir yaprak: Bergasse 19, Freud ve Togan, iki komşu, iki kader, iki hayat görüşü” başlıklı konuşmasında, Türkiye tarihçiliğinin duayenlerinden Ord. Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan’ın Freud ile olan komşuluk ilişkisine yer vermişti. İlginç olan bir diğer nokta, söz konusu toplantının yapıldığı Edebiyat Fakültesi Kurul Salonunun, Togan’ın çalıştığı 318 numaralı oda ile komşu olmasıydı. (Bu konuşmanın metni Psikanaliz Yazıları’nın 2006 ilkbahar tarihli 12. Sayısında yayınlandı. Etkinlik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz www.istanbulpsikanalizdernegi.com )
Togan 1935 yılında Viyana’da Bergasse sokağı 19 numarada Freud’un üst kat komşusu olmuş ve onunla yaşadığı ilginç bir anısını Hatıralar’ında yayınlamıştır. Hayli farklı bir kişiliği olan tarihçi Ahmet Zeki Velidi Togan Başkurdistan da 1890 da doğmuş ve hayli hareketli yaşamında Avrupa’nın hemen hemen tüm Türkolog ve tarihçileriyle tanışmış ve onlarla çalışmıştır. 1932’de o dönemde hakim olan “Anadolu’da yaşayan tüm toplulukları Türk kökenli görme çabasına” karşı çıktığı için İstanbul Üniversitesinden istifa etmiş, Viyana’ya gitmiş ve böylece Freud’un komşusu olmuştur. Atılgan’ın aktardığına göre Togan, Sanat Tarihi Enstitüsüne yakın olduğu için Freud’un de oturduğu binada bir oda tutmuştur. Ancak alt katta Freud’un evi olduğunu bilmemektedir. Bir akşam ev sahibi kadın ona “alt katta oturanlar çok sert yürüdüğünüzden şikayet ediyorlar, acaba terlikle yürüyemez misiniz?” diye sorar. Togan bu ricayı kabul eder ama uygulamayı hep unutur. Ve sonunda ev sahibi kadın ona bir gün “sizi profesör bekliyor” der.
Freud aynı zamanda muayenehanesi de olan evinde üst kat komşusunu ağırlar ve ondan “enstitüsünde bazı hassas aletlerin olduğunu ve o nedenle terlikle gezmesini” rica eder. Sonra sohbet ederler. Togan daha önce Freud’un bazı yazılarını okumuştur. Ona çocukken anne babasının cinsel ilişkilerine şahit olduğunu ve dahası annesinin babasının ikinci bir kadınla evlenmek istemesi üzerine “benim yakut dudaklarımın tadını almış olduğun gibi, mührümü bozmuş olan da sensin” dizesini de içeren bir öfkeli şiir yazmış olduğunu anımsadığını söyler. Bunlar Freud’un ilgisini çeker ve onu birkaç kez daha evine davet eder. Bu görüşmelerde Togan Freud’a Oğuzlardaki cinsel ilişki anlayışının Araplar ve diğer Müslümanlardan çok farklı olduğunu anlatmış, dahası bunu Heredot’un İskitlerin cinsel yaşamıyla ilgili aktardıklarıyla karşılaştırdığını söylemiştir. Ancak bu son derece ilginç komşuluk ilişkisi Togan’ın Almanya’ya gitmesiyle son bulur. Ama biz bugün, çok farklı yaşam öyküleri ve uğraşları olan bu iki adamın bazı konularda benzer düşündüklerini, belki de düşünsel olarak komşu olduklarını var sayabiliriz.
Görüldüğü gibi komşuluk kimi zaman çok ilginç karşılaşmalara olanak sağlamaktadır. Komşu sözcüğü Türkçe konşı (yoldaş, arkadaş, birlikte oturan kimse) sözcüğünden köken almakta komşu yanda yakında bulunan anlamına gelmektedir. Bir yakınlıktır söz konusu olan ama tanımlarda mekânsal-yerel-coğrafi yakınlığa gönderme yapılmaktadır. Ama yine de komşuluğun “zamansal” boyutunu da düşünmek ve dahası “zamansal komşuluk” kavramının işlevselliğinin altını çizmek gerektiğini düşünüyorum. Üstelik burada iki yönlü bir zamansallık söz konusudur: zamansal komşuluğu peşpeşelik-ardışıklık olarak görebileceğimiz gibi, başka yerlerde başka coğrafyalarda olsalar da aynı zaman diliminde yaşayanlar için de eşzamanlı olarak da düşünebiliriz. Bu sonuncular için sanırım “çağdaş” sözü kullanılmaktadır. O zaman şu önermede bulunalım: Freud ve Togan farklı mekanlarda-coğrafyalarda yaşamış ve çok kısa bir süre mekânsal komşu olmuş olsalar da çağdaştılar ve zamansal ve bazı konularda muhtemelen düşünsel komşuydular.
Komşuluğu mekânsal boyutunun dışına çıkararak, ona zamansal ve hatta düşünsel boyutlar da katmak aslında insan oluşun olmazsa olmaz bir niteliğine, ben-öteki, özne-nesne ilişkisine gönderme yapmak demektir. Bu, komşuluğun kapatan değil açan, sınırları göstererek ve tanıyarak ötekinin varlığını, alanını, zamanını fark ettiren demek olduğunu görmektir. Komşuluk bir sınırdır doğrudur ve bu anlamda kısıtlayıcı ve kimi zaman yasaklayıcıdır. Ama öte yandan bir sınırın varlığı bizim olanın da varlığını bize göstermiyor mu? Evimizin duvarı bizimle komşumuz arasına bir sınır koyarken, hem bize bizim olanı gösterir, hem de onun nerede bittiğini. Böylece komşu, yani sınırın-duvarın ötesindeki, kimi zaman bir arzu nesnesi olarak (Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla!) kimi zaman yardımlaşılacak bir birey olarak (Komşu komşunun külüne muhtaçtır) kimi zaman ise hasedin hedefi olarak (Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür) beliriverir.
Komşudan arzu nesnesi, yardımlaşılacak birey veya hasedin hedefi olarak asla ve asla vaz geçmemeliyiz. Üstelik bunun her zaman ve her düzlemde bir sorun oluşturacağını da düşünerek. Sorun sözcüğü ile soru aynı kökten gelir. Sormak, sorgulamak, sorunu saptamak ve çözmek insan olmanın vazgeçilmez koşulu olan merakla ilgilidir. Merak belki kediyi öldürür ama insanı ve şüphesiz onun ruhsallığını yaşatır. İlk soru, ilk sorgulama da ötekinin varlığının farkında olunmasıyla başlayacaktır. Ötekinin varlığı bir sorundur ve bu iyi, çok iyi bir şeydir. “Komşuyla sıfır sorun” diye başlayan köksüz, akılsız ve o nedenle ahlaksız bir yaklaşımın nasıl da “sıfır komşu” “noktasına” vardığını gördük. Çünkü hiç sorun olmamasını istemek ölümü istemek demektir. Yalnızca ötekininkini değil, kendi ölümünü de.
İnsanın öteki olmadan düşünülemeyeceğinin, düşlemlenemeyeceğinin en güzel örneği Robinson Cruzoe anlatısı değil midir? Yazar romana her şeyin üstesinden gelebilen ve kendine kendine bir yaşam kuran tek başına bir insan tanımlamakla başlamış, ama bir süre sonra insanın komşusuz-ötekisiz olamayacağını görmüş ve Cuma’yı yaratmıştır. Cuma ve Robinson birbiriyle yardımlaşan, birbirine haset eden, birbirine tahakküm eden (köle-efendi: ama kim köle, kim efendi?), birbirini arzulayan (kim bilir belki de?) iki birey olarak tam anlamıyla bir komşuluk ilişkisi ortaya koymuşlardır.
Sigmund Freud insan yavrusunun hiç de hazır olmadan dünyaya atıldığını söyler. Bunun sonucu olarak, diğer canlıların yavrularıyla karşılaştırdığımızda insan yavrusunun çevresine, çevresindekilere, komşularına ne denli muhtaç-bağımlı olduğunu yani çaresizliğini görüyoruz. Bu çaresizliğimizde bize mekânsal, zamansal ve düşünsel olarak komşu olanlara “yaşamda kalabilmek” için gereksinimimiz var. Onların da bize elbette!