Elif Kamışlı
Hayatımın ilk on dört yılını her katında iki hane bulunan Kardeşler Apartmanı’nın beş numaralı dairesinde geçirdim. Neredeyse tamamında babamın kardeşlerinin oturduğu beş katlı bir bina. Sanki bizimkinin bir uzantısıymışçasına rahatlıkla girip çıkabildiğim daireler. Hepsi form olarak birbirinin aynı. Sıkıntının ne demek olduğunu tüm benliğimle öğrendiğim akşamlarda zihnimde bir yapboz gibi evirip çevirdiğim mobilyalar. Zebra desenli yumuşak kanepeler, sırt çekmecelerine eski fotoğrafların saklandığı sert divanlar. Ansiklopedilerin dizildiği kütüphaneler. Çiçek desenli duvar kâğıtları, halıfleksler, ceviz vitrinler, kadife perdeler, yağlıboya tablolar. Bizimkiler çalışırken okul çıkışı ağırlandığım mutfaklarda yapılan pencere önü sohbetleri: Kişiler arası ilişkileri çözmek için kurduğumuz görünmez bir ağ. Komşuluk. Ve tüm bu evleri bizimkinden ayıran ocaktan yükselen kavrulmuş karabiber kokusu. Babam sevmez. Tıpkı balık ve et gibi.
O zamanlar iyi bir komşu ben gözyaşlarına boğulmuşken muhabbet kuşumun cansız bedenini evden çıkaran, babamdan şamarı yediğimde önüme paşa çayı koyup hüznüm dağılsın diye kız resimleri çizen, alerjiden kabardığım zamanlarda annemin yasakladığı mis kokulu domatesleri cömertçe önüme sunan, içine taş koyduğum şeker kağıtları için bozukluklarını veren aile bireylerimizdi. Evcilik oynar gibi birinin evinde toplandığımız gecelerde dantel ören becerikli elleri seyre dalmak, büyüklerin konuşmalarına kulak kabartmak, babaannemin dilinden dökülen Tatarcayı ninni gibi dinlemek komşuluğun hatırladığım ilk halleri.
Huzuru kalabalıklarda bulduğum bir çocukluğun aksine, ergenlik bir yalnızlık özlemiyle geldi. Her türlü temastan sakındığım zamanlarda yardımıma yetişen ABD’deki halamlara ait 6 numaralı daire. Döküm kalorifer petekleri. Camdan süzülen kış güneşi. Gül ağacından mobilyalar. Sıkıntının aldığı en güzel form: İçinde tüm olasılıkları barındıran hayaller. Gizlice ortadan kaybolduğum zamanlar. Gündüz düşleri. Yok olup gitmekle dünyayı kurtarmak arasında savrulan şeffaf ama ağır bir ruh. Yokluğuyla ilkgençlik kasvetine kucak açan karşı komşumuz, halam.
1999 yılında aile evinden çıkıp bir başıma İstanbul’a yerleştiğimde ilk önce komşularımla tanıştım. Esenkent’te dört yıllık karşı komşum Fehime teyze ile pazarları mantı açar, üst komşum Servet ile akşamları buluşup Jefferson Airplane eşliğinde nihilist sohbetlere dalardım. Beceriksiz bir cambaz gibi sürekli tökezlediğim yıllar. Astral dünyanın mutfak maceralarıyla bir araya geldiği pembe badanalı binamızdan Feriköy’deki küçük daireme taşındığım hafta elimde bir kekle üst komşumun kapısını çaldım. Madam. Artık aramızda olmayan zarif ruhlu bir kadın. Evde yaptığı nane likörünü Türk kahvesinin yanında ikram edip uzun kış gecelerinde aile hikâyesini anlatırdı. Tekrar tekrar. Varlık vergisinden sonra Boğaz’daki evini kaybeden Ermeni bir ailenin büyük kızı. Elde kalanlarla alınan bir toprak, kardeşler için çıkılan katlar. 1950’lerde ülkeyi terk eden aile bireyleri. Madam onları özlese de Türk kocasıyla kaldığı için pişmanlık duymadığını vurgulamayı severdi. Küçücük elleri vardı. Kızına liseyi bitirdiği gün ölümcül bir kaza yaptığı arabayı hediye edişlerini anlatırdı. Pencereden dışarı bakarken. Hep on sekizinde kalmış kıvırcık saçlı güzel bir yüz. Kahvemizi yudumlarken aynı köşeden bizi izlerdi. Bana paskalya yumurtaları getiren, sıkıldıkça kahveye çağıran Madam’a iki yıl boyunca hiç hayır demedim.
Onun ardından daire bir süre boş kaldı. Yüksek sesle Nat King Cole ve Louis Armstrong dinlediğim bahar günleri. Penceremde üst kattan sarkan bir CD bulana kadar Tolga’yla tanışmamıştım. Cold Jubilee (Of the Snowqueen). Birbirimize yarenlik ettiğimiz günlerde korkularımı ona anlattım. Annemin çocukluğum boyunca bana “karlar kraliçesi” deyişini bir sır gibi paylaştım. Madam’ın anılarla dolu salonu yerini boşluğa bıraktı. Işıldayan avizelerin yerini mum ışığı aldı. Last FM. Yolda karşılaştığımızda bana “Komşu! Komşu!” diye seslenen bir adam. 2008 yılında yeni bir başlangıç için kendimi fütursuzca kilometrelere bırakırken bana bir defter verdi: Öfkeli ruhumu ancak yazmak ve çizmek dindirirdi.
Kilometreler. Sen. Ben.
Üç yıl sonra İstanbul’a döndüm. Sekiz ay boyunca farklı evlere misafir olurken usanmadan yerleşecek bir yer aradım. Karanlık bir kış günü karşıma çıkan ve Kardeşler Apartmanı’ndaki gibi yeşil-beyaz vitraylarından güneşin sıcacık süzüldüğü dairenin evim olacağını ilk bakışta anladım. Yüz on iki yıldır beni bekleyen bir bina, bense onunla tanışma şerefine henüz nail oluyorum. Ev: Dört duvar ve bir çatıdan yaratılan sığınak. Kitaplarım. Kurgunun gerçekliğe meydan okuduğu 90 metrekare. Tadilat sürecinde gözüm sürekli perdeleri hiç açılmayan alt dairede. Mahalledeki söylentilere göre sahibi ABD’de yaşayan bir balet. Senede iki-üç kere geliyor.
Yüksek sesle sormaya korkuyorum: Komşusuz bir ev, yuva olabilir mi?
Benim için.
Yerleştikten bir süre sonra kapımız çalıyor. Balet olarak hakkında hikâyeler duyduğumuz Levent Bey apartman elektriği için bir meseleyi çözmeye geliyor. Akademiden inşaat sektörüne farklı alanlarda çalışmış, Kanada’dan Katar’a farklı ülkelerde yaşamış komşumuz erken emeklilik döneminde İstanbul’a dönüyor. Merdivenlerden çıkarken otomat yerine onun kapı ziline bastığımda içimi korku sarıyor. Bir hatayı ne kadar tekrarlayabilirim ki? Zamanla sohbetimiz bina dertlerinden aile hikâyelerine geçiyor. Levent Bey kızından bahsederken gözü parlıyor. Bu esnada benim karnımda küçük bir kız büyüyor. Rüya. Çevremiz kuşatılmışken içimde yeşeren ümit. Hamileliğimin son aylarında mahallemiz Gezi direnişi sebebiyle hareketli günler geçiriyor. İki daireyi ayıran zeminden birbirimizin sesini duymak iç rahatlatıcı. Ev: Mutfağından kokular yükselen, yemek yapıldıkça dünyayla bağların güçlendiği bir sığınak. Rüya’nın ilk oyuncağı Amico Fritz alt kat komşumuzdan geliyor, mavi bir eşek onu kendi kızının çocukluğuna götürüyor. Babalar ve kızları. Kış zorlu geçiyor. Levent Bey hastalanıyor. Elimde tabakla kapısını her çaldığımda beni nazikçe reddediyor. Yine gidiyorum, yine gidiyorum. Ameliyat. İşler yaza doğru toparlanıyor. Onu Kanada’ya gönderirken gülümsüyoruz hep birlikte. Kızı mezun oluyor. Dönüşünde keyifle Rüya’ya arada bakabileceğini söylüyor. Bir başına aile olmak zor, biliyorum diyor. Kısa bir süre sonra hastalık nüksediyor. Ey dünya, gözün kör olsun da milli piyango bileti satasın. Kasım ayına doğru bir akşam gemi seyahatine çıkacağını söylüyor. Güney Amerika’ya. Hayaliymiş. Doktorlarla konuşup olası kötü senaryolar üzerine çalışıyor. Hayata, ölüme, mücadeleye, inançlara, çocuklara dair dudağımızdan dökülen kelimeler. Gidiyor.
Aralık’tan itibaren hep hastanede. Eve gelmiyor. Şubat başında bir cumartesi arıyor. Sesim öylesine kısık ki tüm gayretime rağmen yanıt veremiyorum. Onun zayıflamış sesine karşılık benim genzimden gelen kaba hırıltılar. İşte son konuşmamız.
Son iki yıldır binaya gelen gençler altı ay içinde taşınıyor. Levent Bey’in paspası hâlâ aynı. Rüya merdivenlerden çıkarken asla belleğinde belirmeyecek alt kat komşumuzu selamlıyor. Ona eşlik ederken içine düştüğüm tuhaf duruma gülüyor, komşumun olmadığı bir apartmanda kendimi yönetici ilan ediyorum. Renkli kalemlerle “iyi bir komşu” üzerine notlar yazıp girişe asıyor ve sanırım arada fatura bırakmaya gelen yetkililer dışında o kâğıtları bir ben okuyorum.
Ömer Hayyam Caddesi, numara 16.